Kızınla hayatının anısını yaşa.
Dön acilen bavul topla, koş alana, bin uçağa, gel Yalıkavak sınırlarına.
Yarın Bayram acilen eksikleri tamamla.
Şeker almayı unutma. Çikolata da olması lazım yanında. Ve likör! Likörsüz Bayram mı olurmuş? Olmaz.
Lokman Abim attı bu başlığı. İyi değil mi?
Milli bir maçı maaile seyretmek kadar zevkli bir şey olamaz. Hele de şu anlatacağım ortamda:
Koskocaman bir çam ağacı düşünün; adı Ulu Çam. Altında bir yemek masası, oval. Etrafında 6 sandalye. Üzerinde dipler, cipsler, küçük köfteler, çaylar. Diğer masadan alınma sandalyeler dizilmiş sıra sıra. Evdeki televizyon bahçeye bakan pencerenin pervazına yerleştirilmiş durumda ki bahçeden, yani ulu çamın altından, herkes rahat rahat maçı seyredebilsin. Hava ılık ve hafif nemli. Sivrisinekler yılmadan dalış yapıyor bacaklara, ama takan yok. Offlanıyoruz ve arada sırada kaşıntıdan şikayet ediyoruz.
Çocuklarım şaşkın ve çok heyecanlı. En çok da cips yeme hakları olduğu için mutlular. E hadi bu gece tamam dedim cipse. Ortama değer. Yoksa cısss!
İnsanın tatil ortamında, hele de sahillerde gazete okuması imkansız.
İm-kan-sız!
Ne zaman elime gazete alsam, kesin bir şey oluyor. Bir daha gazeteyi elime alana kadar da aradan resmen günler geçiyor; ne haberlerin, ne yazarların, ne de gündemin tadı kalıyor. Ben okuyana kadar her şey çoktan mazide kalmış oluyor. Kabus gibi. Koca yaz doğru düzgün gazete okuyamadım, olacak iş mi bu!
İşin acı tarafı sahillerde herkes aynı şeyden şikayetçi. Bu da demek oluyor ki; olan bitenden çok az kişi haberdar...
Bizdeki haber trafiğine göre de ya haberi sıcağı sıcağına okuman lazım, ya da hiç okumaman. Toptan okumakla da olmuyor. Haber çabuk bayatlıyor. İnsan kendini engin denizde kayıp hissediyor. Zaten şu her türlü sıcak günlerde tersi de imkansız...
Neyse.
Çok ama çok düşündükten sonra, gözümü karartıp tatilimi uzattım. Garip bir şekilde, sağdan soldan sanki bir sürü mesaj geldi tatilimi uzatmam gerektiğine dair. İçimdeki ses de öyle dedi, ben de yaptım.
Patronumu aradım: “Ben ücretsiz iznimi Bayram sonuna kadar uzatmak istiyorum; çünkü çocuklarımdan ve Yalıkavak’dan ayrılamıyorum. Yine de evden deli gibi çalışacağım. Hiçbir şey aksamayacak, sözüm söz.” dedim. O da, ben izin alsam da mutlaka çalışacağımdan emin olduğu için, kabul etti.
Şu anda önümdeki 2 dizüstü bilgisayar (biri şirket, biri yazılarım için), bir blackberry (şirket), bir normal cep telefonuyla (kişisel ve yerel) çok şükür her yere yetişir haldeyim.
En doğru kararı vermişim. Hiç pişman değilim.
Bu arada ne ara oldumsa, yaz nezlesi oldum. Ama çok mutluyum. Mutluyum çünkü; mevsimlerden yaz ve ben yaza yaraşan her şeyi yaşıyorum. Bu kalitesiz nezleye dair tek sevmediğim şey, ona eklenen konjonktivit oldu. Şu anda gözüm kıpkırmızı (“Kan çanağı gibi” dediğimiz tam da budur). Bahçede duran tırmıkla dökülen yaprakları toplamak yerine, gözümü kaşımak istiyorum. Dahası o tırmıkla gözümü oymak istiyorum. Bir kaşıntı bu kadar mı tatlı olur!
Bu konjonktivit öyle gıcık bir şey ki; güneş, rüzgar, hava aklınıza ne gelirse gözü feci acıtıyor, yakıyor, sulandırıyor. Gözüm şelale gibi oldu. Akıyor da akıyor. Amma su varmış içinde.
Ne yapacağımı şaşırdım.
Çünkü her yer deli gibi güneşli ve sıcak ve esinti var. İçeride dursam pişiyorum, dışarı çıksam yanıyorum, acı çekiyorum. Ama çalışmam da lazım, yazı yazmam lazım. Lazım oğlu lazım.
Dün.
O da, facebookda Amerikalı bir arkadaşım durumuna şu aşağıdaki soruyu yazınca geldi aklıma:
“So where is it published the changes on this "Referendum"? So far I have yet to be able to find the details. How in the world does one vote for a constitution change without knowing what they are voting for? Shame on the press...”
(Referandumla anayasada yapılacağı söylenen değişiklikler nerede yazılı, (nerede basılı) bilen var mı? Benim de hala detaylarını bulmam lazım ki okuyabileyim. Bir insan nasıl olur da neye oy verdiğini bilemeden anayasal değişikliğe dair oy verebilir? Basın ayıp ediyor...)
Tatilimin son günleri hep istifa etmeyi düşünerek geçiyor. Hep!
Hiç istemiyorum ne işe, ne de gerçeklere dönmeyi.
Her sene evden dışarı adım atmamaya yemin ederek geliyorum Yalıkavak’a; çünkü burası benim cennetim. Dışında geçirdiğim her saniye kayıpmış gibi geliyor bana. Hele tatilin sonu yaklaştıkça bu his iyice içime çöküyor. Evime, bahçeme, denize, komşularıma yapışmak istiyorum.
Çocuklarımla iskeleden bin kere atlamak, sala gelip gitmek, güneşten, tuzdan, sıcaktan, nemden şikayet etmek istiyorum.
Hiç hatır için evet denir mi?
Biz deriz. Ne saçma. Ne yanlış ve ne fena!
Baştan “HAYIR” demeyi bildin mi, sonradan küslük, tatsızlık filan olmuyor çünkü. Ama biz zamanında HAYIR demeyi bilemeyen insanlar olarak yetiştiriliyoruz. O yüzden de insan ilişkilerimizden, sosyal hayatımıza; iş hayatımızdan özel hayatımıza hep arabesk acılar yaşıyoruz.
Hayatımız “ah ah vah vah!” çekerek, dövünerek geçiyor.
Çok geç oluyor tabi.
***
Referandumda ben “HAYIR” derdim.
Eğer oyumu kullanabilseydim!
Hani böyle tepesinde durup aşağıya baktın mı, içinin bir hoş olduğu: “Hadi canım sen de! Hiç buradan atlanır mı?” dediğin cinsten. Aslında bir kere atladın mı olay bitiyor. “Çok da fena değilmiş yahu!” deyiveriyorsun. Hemen de havaya girip sağa sola: “Ben merdivenden inmiyorum, atlıyorum..” filan der hale geliyorsun, üstelik yaşın kaç olursa olsun kesin bu muhabbeti yapıyorsun. Çok eğlenceli!
Çocuklar için büyük olay bu iskeleden atlama olayı. Deniz de derin tabi bu arada. 4-5 metre. Arada da coşuyor; ama size zevki ve eğlenceyi anlatabilmem mümkün değil. Dalgaya atlamaca, iki dalganın arasına atlamaca; deniz düzken dibe dalmaca, havada çığlık atmaca, geri geri atlama, balıklama, bombalama, çivileme, hayat maksimumda şeklinde zıplamaca filan derken; gün nasıl geçiyor, gece nasıl uyuya kalıyoruz bilmiyorum. Yorgunluktan salyalarım aka aka uyuyorum; çünkü ağzım 1 karış açık!
Oğlumuz tam 3 senedir her yaz: “ Bu sefer kesin atlayacağım!” diye geliyor ama iskeleye gelince bir türlü kendini hazır hissedip de atlayamıyor. Ama dökülen dili, tekrarlanan bozuk plak misali cümleleri görseniz, gerçekten fenalık geçirirsiniz.
Kızım ikinci senemizde, arkadaşlarının gazına gelip atladığı için o bu durumu aşmıştı. Ama tabii o da atlayana kadar dilim yüreklendirme konuşması yapmaktan şişmiş ve hatta kulaklarım da: “Baaak bi şeycik olmuyo işteee!” diye diye bin kere atlamaktan kaçan sular yüzünden kısmî sağır olmuştu.