Eğer bir kere bir yerde işin ayarı kaçar ve saçmalık olursa, diğerlerine de örnek teşkil eder. Herkes de çıkar “Madem ona öyle, o zaman buna da öyle olsun!” der ve deme hakkı doğar ve işte tartışmalar böyle saçma sapan yönlere gider.
Kanun ve kuralların herkese aynı şekilde adilce uygulanmadığı, kafasına esenin gücüne göre ahkam kestiği bir diyarda; birine diş geçir, öbürüne nazlan, berikine torpil geç, bir diğerini mazur gör yaparsan böyle olur.
Bunca rezilliğin arasında sizce hangisi daha ayıp?
Hangisi daha yanlış?
İşin ilginci, aynı yaştaki çocukların hepsi bulaşıcı hastalık gibi dönemsel olarak aynı şeye kafayı takıp o şeye kitleniyorlar.
Oğlum da plastik, renkli, çeşitli şekilleri olan; ama çektiğin zaman bileklik olan garip şeylere takıldı. Saçma sapan bir şey. Ama o ve arkadaşları bayılıyorlar bu şeylere.
İyi tamam. Olabilir.
Bizim göremediğimiz bir şey görüyorlar belli ki.
Henüz Küçük Prens onlar. Biz büyük ve sevimsiziz.
Biz de gittik bir paket aldık. Pakette 20ye yakın bileklik oluyor. Rengarenk. Alınca benim de hoşuma gitti iyi mi!
“Bana da bir tane verir misin?” dedim, saf saf.
Aman Tanrım! Demez olaydım. Zannedersin kolunu kopar ver demişim. Çocuk nasıl fena oldu, yüreğine indi. Veremiyor bir türlü. Ben de inat ettim: “Bir tanecik yaaa, lütfeeen...” dedim.
Ahmet Hakan’ın tersine, tıpkı Nazlı Ilıcak ve Ferai Tınç gibi, ben de bu istifanın son derece haksız, yersiz, orantısız ve manidar olduğunu düşünüyorum. Daha önce ne hakaretler edildi bu medyanın her sahasında, ne inanılmaz rezillikler yaşandı, ne yüz kızartıcı tanımlamalar ve anlatımlar yapıldı da alkışlandı...
Sabahtan akşama kadar her türlü tartışma programında, her türlü web sitesinde, bir sürü gazetede bitmek bilmeyen bir hakaret, aşağılama, rencide etme, kavga ortamı zaten sözkonusu. Asla hakaret edilmeye devam edilsin, ve bu olağandır, bizim bünyemizdendir, normaldir demiyorum bakın asla! Ama kesilen cezanın haddinin de son derece aşık olduğunu düşünüyorum.
İhtar verilebilirdi Oktay Ekşi’ ye...
Zaten Oktay Ekşi 79 yaşında, gayet samimi, gayet açıkça özür diledi. Köşesinde yazdı bunu en açık şekliyle. Hala daha ne oldu da bu kadar üzerine gidildi inanın anlamadım. Anlamıyorum. Ya da şöyle demeliyim, olan biteni anlamadığımı düşünmek istiyorum; çünkü anladığımı varsaydığım şeyi son derece fena buluyorum.
Dünkü yazıma gelen bazı yorumları okurken bu konuya devam etmeye iyice ikna oldum.
Berbat, kötü, küfür dolu, terbiyesiz, saygısız, “dinime küfreden müslüman olsa” dediğim cinsten yorumlar olduğu gibi; gayet insani, gayet kişiye özel tecrübe dolu paylaşımlar da vardı.
Bir konuda küfür edince, artık o konuda eleştiri niteliği kalmadığından, hepsi bir kulağımdan girdi, öbüründen çıktı. Onları attım çöpe.
İnancımı da kimseye kanıtlamak gibi bir derdim asla olmadığı için, -din hanesinin çıkarılması, boş bırakılması- konusunda gelen yorumlar arasında seçme hakkımı kullandım ve sadece aklı başında eleştirileri, düşünce ve paylaşımları buraya aldım.
Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu'nun “Din hanesi kaldırılsın” açıklaması beni inanılmaz mutlu etti.
Yine kendi kendime saf saf umutlandım.
Yıllardır düşündüğüm, her elime aldığımda rahatsız olduğum bir hane o hane. Hem zaten yıllar önce AİHM tarafından bu yönde alınmış bir karar var, ama uygulama yok.
Sakın hemen: “Vay efendim, sen nasıl dininin nüfus cüzdanında yazmasından rahatsız olursun?” filan demeyin. Çok hadsiz bir davranış olur.
İnsanın üzülmesi için o kişiyi tanıması gerekmiyor.
İnsan, kanser gibi bir hastalığın her daim yanıbaşında olduğunu bildiği için belki de, tıp her ne kadar ilerlemiş olsa bile, hala daha kanserin bir sürü türünün çaresiz olmasını bir türlü kolay kolay kabullenemiyor.
Şu geçtiğimiz bir hafta içinde, hiç tanımadığım ama bildiğim, 3 kişi kanserden gitti.
Onlara üzülürken, dün bir baktım Reyhan Karaca’ nın kardeşi de vefat etmiş. Reyhan Karaca’ nın fotoğraflarına bakamadım. Kim bilir o ne halde?!
Koşu sonrası koşarak eve gittim, oradan gazeteye gittim. Duş bile alacak vaktim olamadı. Hurriyet.com.tr deki nöbetçi arkadaşlarımın yardımıyla Avrasya Maratonu’nda çektiğimiz görüntüleri aktardık. Onlar montaja başladı, ben uçağa zor yetiştim.
Alanda deli gibiydim. Kah ağlamaklı kah gülümseyen bir suratla gezindim.
Sağ ayak bileğim ve de bacaklarımda ağrılar var. Ama hepsi çok tatlı geliyor bana.
15km koşmuşum ilk defa. İlk defa tekerlekli sandalye iterek bir insanın hayatına, coşkusuna, heyecan ve mutluluğuna katılmışım, ortak olmuşum, paylaşmışım... Bir takımın parçası olmuşum, hem de daha önce hiç olmamışcasına...
İnsan bedenin sen ona yatırım yaparsan, ona güvenirsen, onu tembelleşmeye terk etmeden düzenli eğitir ve çalıştırırsan şu hayatta her şeyi yapabileceğinin,
Karşılaşılan fiziki ve ruhi her türlü güçlüğün; güçbirliği, gönülbirliği, istek ve çaba ile aşılabileceğinin bir örneğini yaşadım dün Avrasya'da ben.
ADIM ADIM Oluşumu çatısı altında biraraya tamamen kendi istekleriyle, gönülleriyle biraraya gelen 300 kişinin bir parçası olup hayattan çekinip korkmak, sinmek, tırsmak, kenara çekilip seyirci kalmak yerine;
Hayata asılmak, tutunmak, sarılmak ve katılmakla...
Dağları delebileceğimi öğrendim.