Ancak;
Arkadaşlar ufak bir dilek patlaması sorunu ile karşı karşıyayım. Hadi ben deliyim, ama siz de bir o kadar delisiniz. Dilek akınına uğradım!
Dilekler şahane ama, yazmayı bitiremedim. Uzadı da uzadı.
2 kutu daha doldurabilirim sanırım. Hem okuması da kolay olur. Yoksa destansı oluyor.
Toplam 3 kutu da hepimize yeter de artar bile. Yarın ve öbür gün de devam ederiz kutuyu doldurmaya.
Ha bu arada; cümlelerin sonuna bilerek nokta koymadım. Noktaları sildim. Durdurmak istemedim dileklerinizi, uçlarını açık bırakıp salıverdim gitti hepsi bir yerlere...
Ben sustum.
2010 bitecek gidecek. Şaşıp kalacağız nasıl da hızlı geçtiğine.
Kararlarınızı verdiniz mi?
Neleri geride bırakıp neleri yanınıza alacağınıza,
Yok yeni değil. 2008’de basılmıştı hani. Aradan 2 sene geçti. Daha yeni ikinci kere okudum.
Kitap geceleri yapıyoruz kendi kendimize. Kadınlarla, kadın kadına.
Bir kitaba karar veriyoruz, acele okuyoruz ve buluşup tartışıyoruz işte. Ama öyle hani can sıkıcı, boğucu, bayıcı şekilde değil. İşin içine dedikodu, sohbet, keyif, çaylar, çekirdek, politika, din.. aklınıza ne gelirse giriyor bu gecelerde. Kafalar ve kalpler gitgide daha cüretkarca açılıyor gece ilerledikçe.
Bazılarımız, ki bu bazılarına ben de dahilim, kitabı aslında daha önce okumuştuk.
Oğlumuzun okulda konseri vardı dün.
Nasıl güzel şarkılar söylediler… Hem güldüm, hem gözlerim doldu.
Kızımız da keman çalıyor. Onun da okul orkestrasıyla konseri vardı.
Çalışan annenin cefası olan günlerden biriydi anlayacağınız. İşten izin aldım; çünkü işe gidecek vaktim kalmadı resmen!
Oğlumun konserine, kızımın konserine, oradan eve alınacak şeylere zaman ayırdım. Deliler gibi koşturdum. Bir dakika oturmadım.
Kendimi iyi bir ev kadını gibi hissettim dün.
Aslında bundan keyif de aldım.
O yüzden zaman inanılmaz hızlı akıp gitmiş. Hiçbir şeye yetişemedim. Yorgun ama mutluyum.
“Ah şöyle çok acıklı bir Türk filmi olsa da ağlasak!” diyen annelerin çocuklarıyız biz.
Öyle çok yüksek sesle güleni, kahkaha atanı, fingir fingir oynayanı sevmeyiz. Ayıplamayı tercih eder, bi de güzel kendisini dürteriz. Hiç olmadı kötü kötü süzer, havasını rahatsız ederiz. Kendine gelsin, kendine çeki düzen verip aklı başında davransın isteriz, öylesini makbul bulur, tercih ederiz.
Sevindik mi söylemeye utanır, üzüldük mü tüm dünyaya duyurur, mutlulukları paylaşmaya ürkerken, mutsuzluklarla sanki daha kolay ve iştahla beslenebiliriz.
Biz böyleyiz.
Böyleydik yani. Artık azıcık azıcık değişir gibiyiz.
Artık gülmeyi istiyoruz. Hem de yüksek sesle kahkaha ata ata. Dans etmek içimizden geliyorsa oh ne ala! Acıklı Türk filmi deyince “Babam ve Oğlum” geliyor aklıma. Çok ağlamadan önce bir o kadar da gülmüştük ya...
Uzun zamandır etrafımda “çok gülen çok ağlar” diyenini duymadım mesela. Seviniyorum buna.
Bıktık artık ağlamaktan. Gülmeye çok ihtiyacımız var, her zamankinden de fazla.
En sonunda ikisini birden yazmaya karar verdim.
Berbat haberler var, berbat. Etrafımızda, içimizde, her yerde. Utana utana seyrediyorum, okuyorum olan biteni. Yine.
Ne zaman bitecek sizce bu çile?
Yani biter mi?
Bir arkadaşımızın çalıştığı üniversite, komik fiyata bir otelle anlaşma yapmış. Biz de fırsat budur dedik, 3 aile çocukları da aldık, komşu Emirlik Ras Al Khaima’ ya gittik.
Çölün ortasında bir vadi. Vadinin içinde kum tepelerinin arasında bir çeşit hayal alemi. Çöl alabildiğine uzanıyor önümüzde. Kum tepelerine serpiştirilmiş yeşil öbek öbek bitkiler ve tek tük ağaçlardan başka hiçbir şey yok ufuk çizgisinde. Alabildiğine sessizlik ve kum sarısı...
Dubai’ nin tersine gökyüzü masmavi ve mis gibi ama. Oysa gökyüzü, hava kirliliği ve inşaatların kum kaldırmasından dolayı sanırım, hep sarıdır, hep pusludur Dubai’de. Şehir içinde hava sıcakken, çölün ortasında nasıl serin, nasıl tüy ürpertici bir kuru soğuk, tahmin edemezsiniz bile. Akşam resmen tir tir titredik hep birlikte.
Otel çölün ortasında olduğu için yapılacaklar kısıtlı; ama bir o kadar da sonsuz. Kum tepelerinin arasında koş koşabildiğin kadar, yürü, yuvarlan... Sessiz sedasız, sakince deşarj ol. Düşün, oku, sus ve otur. Medeniyetten kop. Telefondan uzaklaş... Müzik dinle... müziği sonsuzca dinle ve boş boş bak ileriye...
Yürürken sağda solda bisikletler gördüm. Meğer kiralanabiliyormuş. Bir ara baktım diğer anneler babalar her biri bir yere savruldular, ben de aldım çocukları, gittik bisiklet kiraladık heyecan içinde.
4 çocuk ve ben ve günbatımı!
Kum tepelerinin arasındaki patikalarda deliler gibi bisiklete bindik. Arada kuma girip düştük, her yerimiz kum içinde kaldı. Kaşlarımızın içi bile!
Saçlarımız uçuşuyor. Tatlı bir esinti, sağımız solumuz sonsuz çöl. 10 metre ötemizde ceylana benzeyen, minicik boynuzlu gazeller bizimle yarış yapıyor. Nasıl güzel bir hayvan o böyle! Zarif, incecik bacaklı ve narin. Ama nasıl hızlı koşuyorlar sürüler halinde... Duruyoruz onları seyrediyoruz. Keşke yanımıza gelseler de sevsek diye sessiz sessiz aramızda fısıldaşıyoruz.
Taaam zamanında göndermiş Sevgili Okurum ve İzmirli yazar Mehmet Sağlam bu yazısını bana. Aşağıya olduğu gibi alıntıladım. Çünkü inanılmaz güzel geldi okuması, üzerinde düşünmesi. Bu hafta böyle yazılar günü oldu madem. Çok uydu ruhuma ve ortama.
Bu arada;
Dün “Hitit Duası” diye efsane olan yazının aslı meğer Reinhold Niebuhr' un "Serenity Prayer" duasından alıntıymış. Okurum Ali Ferit İnan sağolsun, efsane gerçeğine kavuştu. Öğrenmiş oldum bunu da.
Yonca
“aracı yazıcı”