Yonca Tokbaş

Hitit Duası

1 Aralık 2010
Okurum Nurcihan Güneş, Pazartesi günü Kelebek’deki “Ben rengarenk bir Türk’üm” başlıklı yazımı okuyunca bana çok güzel bir yorum yazıp yollamış.

Ama esas, yorumunun sonuna eklediği “Hitit Duası” olduğunu sandığı dua inanılmaz hoşuma gitti.

 

Pek de uydu oradaki temenniler bana. Dedim belki başkalarına da iyi gelir, paylaşayım burada.

 

Hitit Duasıdır, değildir; bilmiyorum. İnternette baktım hep dilden dile öyle geçmiş... Ama sonuçta kim yazdıysa iyi etmiş.

 

Aman dikkat, parantez içinde italik ve mor renk yazdıklarım benim yorumlarımdır.

Yazının Devamını Oku

Haydarpaşa Babam ve ben

30 Kasım 2010
Babam’ ı kaybettikten sonra bir kısa hikaye yazmıştım.

İçimi, içimden geçeni, tüm hesaplaşmalarımı kağıda döktüğüm bir kısa hikaye. O hikaye -ayıptır söylemesi- minicik mütevazı bir ödül almıştı.

 

Ödülüm, Beşiktaş’taki öğrenci evimde çıkan yangında yanmıştı.  

 

Babamla beni yazdığım hikayeden kazandığım ödül çeki, ödül ve Babamın kendi kendine yaptırdığı karikatürü...

 

İnanılmaz güzel bir karikatürdü o. Babam gidince yanıma alıp da dönmüştüm İstanbul’a. O karikatürü çerçeveletecektim. Olmadı bir türlü.

Yazının Devamını Oku

Müthiş bir haber aldım

25 Kasım 2010
Azıcık sabırlı olmalıyım. <br><br>Çok azıcık daha.

Sizlerle paylaşmak için inanılmaz sabırsızlanıyorum; ama olay olsun bitsin sonuçlansın ince detay yazacağım.

Aldığım haberin heyecanı, emeğin karşılığı beni feci çarptı bu gece. (Sizin için dün gece, ben yazarken bu satırları bu gece…)

Kendime bir beyaz şarap ısmarladım.

Heyecanımı, içime düşen tatlı huzuru kendi başıma, sessiz sedasız kutladım.

Evet zaten çok heyecanlı bir insanım; ama yine de insan bazen kendisi kadar çok heyecanlabilen birilerini de görmek istiyor etrafında… Sessizlik bazen çok yorucu geliyor bana.

Bir de böyle güzel haberler alınca, garip ama, insana tatlı bir hüzün de çöküyor. Hayatımdaki tüm güzel mucizeler geliyor aklıma. Durdukça ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum da.

Oturdum evimin salonunun ortasına kurduğum yazı masamda, beyaz şarabım yanımda, yazıyorum taka tuka...

Hava mis gibi şu anda. Pencere açık, tatlı serin esinti var dışarıda.

Yazının Devamını Oku

Anne Baba ve Öğretmenlerin eğitim köleliği

24 Kasım 2010
Evet Sevgili Okur,

Bugünkü konumuz; öğretmenlerin ve velilerin içler acısı durumu.

 

Öğretmenler sistemin köleleri olmaya mahkum edilmiş durumda. Artık resmen neredeyse bedavaya çalışıyorlar. Hatta ceplerine daha maaşları girmeden paraları gidik, üzerine de borçlular.

 

Biz veliler ise, sistemin diğer tarafının gönüllü köleleri olarak, sırf çocuklarımızı “iyi okutabilmek için”, çalışıyoruz halihazırda. Maalesef bu konuda aslında “Ah vah!”’dan başka söyleyecek ve yazacak hiçbir şeyim de yok. Çok zavallı bir durum. Sürekli şikayet edebilirim; ama hiç işe yaramıyor. Üstelik çözüm önerim de yok. Dahası çözüm önerisi olanların sundukları olası çözüm önerilerini uygulayacak adam da yok. “Eğitimde devrim lazım!” demek, iyi hoş da, kimsenin eğitim adına, öğretmenler ve veliler adına bir şey yapmaya da niyeti yok.

 

Öğretmenler sürünmeye, biz okul parası için çalışmaya, çocuklar da bu “mutlu” ortamda okumaya devam edecek.

Yazının Devamını Oku

Kanal tedavi

23 Kasım 2010
Ooof offf! Nereden başlasam nasıl anlatsam?

İçim şişti derler ya, öyle.

 

Oğlumuzun süt dişi sanki 1 gecede çürüdü. Hiçbir belirti yoktu. Ne bir kere sızladığından şikayeti oldu, ne başka bir şey. Sadece geçen hafta bir gece ansızın çığlık atarak uyandı ve: “Dişim ağrıyor!” dedi. Günlerden Bayramdı ve her yer kapalıydı. Oysa müthiş Diş Hekimi arkadaşlarımız var Dubai’de. Elleri çabuk ve hafif. Halden anlayan, randevuda kolaylık yapan, gurbet ellerde kendi dilimizde konuşabildiğimiz hekimlerimiz var, daha ne olsun! Ama Bayram nedeniyle bütün klinikler kapalı olunca, gele gele geldik düne. Meğer diş çürümeyi geçmiş de kanal tedavilik olmuş bile!

 

Hayır ben nasıl atladım da, diş o hale geldi bilmiyorum!

 

Ama atlanıyor işte ve en kötüsü suçu bende veya değil, annelik bu ya, mutlaka suçluluk hissediyorum bir şekilde.

Yazının Devamını Oku

Unut beni

17 Kasım 2010
Efkar mı istiyor canım ne...

Sanırım öyle.

 

En damar şarkıları sıraladım arka arkaya, sürekli dinliyorum. Şimdi bu şarkıları dinlediğim için mi efkarlıyım, yoksa efkarım var da bu şarkıları dinleyip kendi efkarımı kendim mi körüklüyorum, hiç bilmiyorum.

 

Zaten bunun pek önemi de yok.

 

Şu an canım bunu çekiyor.

Yazının Devamını Oku

Fransız Okulu

10 Kasım 2010
Liseyi Ankara’da Ziya Gökalp Caddesi’nde bulunan Fransız Kültür Merkezi’nin içinde, bir kaç kata yayılmış küçücük okulda okudum, bitirdim.

Bizim zamanımızda adı Lycée Français d’Ankara idi. Sonradan Lycée Charles de Gaulle oldu.

 

O zamanlar bize diğer okulların öğrencileri zombiymişiz gibi bakarlardı.

 

Adı Fransız Okulu ya, nedense okulumuzla ilgili herkesin tek aklına gelen ‘kızları rahat’ cümlesi olurdu. Ne acıklı değil mi! Çok şükür o ‘rahatlık’ kimseyi sapık mapık yapmadı. Hepimiz normal gelişimimizi, hiç kimseyi sapıkça damgalamamayı öğrenerek tamamladık.

 

Ama bu bizim ‘ülke’ gerçeğimizdi ve bu yüzden annem ve babam ben mezun olana kadar büyük stres içinde yaşadılar. Beni sıradışı bir okula verdikleri, sürüden ayrıldıkları için aslında onlar benden daha çok zorlandılar. Yani sanırım öyle olmuş. Bunu şimdi bu yaşımda, iki çocuk annesi olunca anca anlıyorum.

Yazının Devamını Oku

İnsan hiç yakından görmediği birini özler mi?

9 Kasım 2010
Sadece fotoğraflardan, anlatılanlardan, seyrettiğim belgesellerden, anneannemin anılarından, teyzemin anlattıklarından, tarihçilerin yazdıklarından, okuduklarımdan, bana öğretilenlerden bildiğim adamı resmen özlüyorum!

Çok garip ama öyle işte...

Acaba aldığım eğitim yüzünden mi, ailemin bana verdikleri yüzünden mi, neden?

Tam kestiremiyorum.

Evet, bazı konularda saplantılarım var. Evet, taraf olduğum şeyler, ideallerim, kendimce inandığım ve asla ödün vermeyeceğim düşüncelerim ve bir kendim olma şeklim var. Tutarlı mıyım, değil miyim, düşünmedim çoğu zaman. Öyle bir çabam yok. Ben insanoğlunun sürekli tutarlı olabilmesini şaşkınlıkla karşılarım çünkü.

Yazının Devamını Oku