Hayatım boyunca hep çok çalıştım ben. (Aç parantez geç olmadan açıkla bunu Yonca!)
Bu yazı “ben ben ben...” yazısı değil. Şunu demek istiyorum, bazı insanlar bazı şeyleri cırt diye yapar ya mesela; benim öyle olmaz. İlla ki çok çalışmam, çok üzülmem, çok uğraşmam ve bir sürü engeli aşmam gerekir. Eskiden buna çok üzülüp kafayı takarken, artık bunun benim hayatımın yaşanma şekli olduğunu, benim böyle olduğumu kabul ettim. Pek rahat ettim.
Benim hayatım böyle, evet. Kafama dınk diye düşmüyor kolaylıklar. İstediğim şeyler uğrunda hep büyük emek vermem gerekiyor. Çok yorulmuş olsam da, azıcık geriden gelsem de, sonuç hep inanılmaz keyifli oluyor ama. O yüzden artık hiç şikayet etmiyorum.
Hazıra konmuyorum. Hazıra konmak da istemiyorum.
O arada yazımı yazacak, üzerinden geçecek bir dakikam bile olmadı.
Yarım yamalak, notlar olarak alınmış haliyle de göndermek içime sinmedi. Uçaktan indiğimdeyse artık yazımı göndermek için çok geçti.
O yüzden paylaşamadım olan biteni.
Çok güzel ve anlamlı bir gün geçirdim dün İstanbul’da.
Bizim bin tane Atasözümüz var bu konuda değil mi?
Acaba çok dolandırıldığımızdan mı, dolandırdığımızdan mı?
Her ikisi de mi?
Düşünürken kafayı yiyeceğim.
“Kişi kendinden bilir işi” mesela; iki gündür düşünüyorum bu sözü. Allah’ım ne kadar doğru, gerçekten öyle!
Sen neysen, nasılsan herkesi de öyle sanıyorsun. Kimseyi aldatmamışsan, çocuklarına bile uyduruktan yalan söylememişsen, birilerinin seni aldatabileceğini, kandırabileceğini asla aklına getirmiyorsun. Getirmiyorsun işte! Keksin çünkü. Pişkin değilsin çünkü. Yani bilmiyorum neden ve nasıl bazı insanlar dürüst olurken bazıları olamıyor!? En anlamadığım şey ise, bir insan yolsuzluk yaparken nasıl olup da bir gün mutlaka yakalanabileceğini, elbet bir gün bunların ortaya döküleceğini ve bu dünyada hiçbir şeyin gizli kalmayacağını düşünemiyor?
İnsanın gözünü döndürüp yoldan çıkmasına neden olan para, nasıl korkutucu bir güç farkında mısınız?
İnsanın hayatta aldığı derslerin haddi hesabı ve zamanı da yok.
Çünkü yurtdışındayım. Başka çarem yok.
Hatta öyle bir hale geldim ki, artık memlekete geldiğimde de gazeteleri internetten okumak istiyorum. Elime gazeteyi aldığımda içinde kayboluyorum. Sayfalar elime yapışıyor, bir türlü yazarımı bulamıyorum mesela.
İnternette okumak istediğim şeyleri seçme hakkımı özgürce kullanırken, hiç okumak istemediğim, kötü bulduğum (kötü derken yanlış olduğunu düşündüğüm) bazı haberlerle karşılaşmaktan da kaçınabiliyorum kolayca.
Seçme hakkım var.
Neden mi?
Hani şu 3 gün üst üste yaptığım/yazdığım(ız) “Sihirli Dilek Kutusu” olayı vardı ya, onun sayesinde bir kere daha anladım, fark ettim bunu.
Her gün bine yakın e-posta geldi dilek kutusunda yayınlansın diye. Şoka girdim. Neyi okuyacağımı, neyi düzenleyeceğimi, hangisini nasıl yetiştireceğimi şaşırdım. Ne çok yazasımız, dileyesimiz, inanasımız varmış meğer... Ne de güzellerdi her biri; iyi niyetli güzel dilekler...
Ama gelen binlerce e-postadan sadece 4 tanesi erkeklerden geldi. Düşünebiliyor musunuz, dört! Geri kalan tüm dilekler, hayaller, planlar, hepsi ama hepsi, kadınların elinden beyninden kaleminden ruhundan çıkma idi.
Ha zannetmeyin ki benim okurlarım saaadece kadınlar. Değil. Ya da zannetmeyin ki, erkek okurlar yorum yazmaz, e-posta atmaz. Atıyorlar, yazıyorlar uzun uzun hem de.
Ama ne zaman ki işin içine küçük çocukların oynadığı oyun misali hayali bir dilek kutusu girdi, tsssss ses kesildi. Eğer karma diye, enerji diye, ‘secret’ diye, quantum diye bir şey varsa –ki ben olduğuna inanıyorum- bütün bunların olması için birilerinin hayal kurması, dilek tutması dahası bunlara inanması ve uğrunda çabalaması gerekli değil mi?
Bir baktım kadınlar gayet ciddi şekilde ince detay kendileri için, aileleri için, işleri için, ülke için, dünya için, doğa için herrrr şey için hayal kuruyorlar, plan yapıyorlar, kafa yoruyorlar, diliyorlar ve yılmıyorlar uğrunda büyük bir çabayla savaş da veriyorlar. Stratejileri var her şeye dair, kısa vadeli, uzun vadeli. Çoğunu tek tek uyguluyorlar da, yavaş ve emin adımlarla.
Bakın baştan söylüyorum, bu tabi benim deneyimim, benim hislerim. Kimseye bir şekilde dayatma veya 1000 kadın üzerinde yapılmış bir araştırmanın bilimsel sonucu değil yani.
Tamamen kişisel ve hissî.
Ben kızım 4 yaşına gelene kadar, bir kabus yaşadım. Bambaşka bir kadın oldum çıktım. Mükemmel anne hastalığına tutuldum. Her şey kitabına en uygun haliyle yapılıyordu. Kitap ne diyorsa o. Ben neredeydim, içgüdülerim nereye kaçmıştı, kafam-beynim-bedenim hangi deliğe tıkılacak kadar küçülmüştü hatırlamıyorum bile.
Dakik, titiz, disiplinli, otoriter, takıntılı ve bilimsellikten insanı bayacak kadar sözümona “mükemmel”, gerçekte basbayağı hasta bir anneydim. Hadi hasta yerine, iyi niyetle nazikçe, “uzatmalı lohusa” diyeyim.
E bugün hani benim Kelebek yazı günümdü ya!
Gece şu an saat 2:30 ve ben bu yazıyı delilerce yetiştirmek için bitirdim. Oysa Kelebek yazım çoktan gitti...
Yani bugün hurriyet.com.tr de yazım olmayan, dinleneceğim, keyif yapacağım gece idi. Sizi kıracağıma kafamı kırarım dedim, yollamaya karar verdim.
Madem yazdım, bu işte bir iş var, bu dileklerin bugün burada yer alması lazım dedim.
Bugün ikinci, yarın son sihirli dilek kutusu. İnanın yetiştirebildiğim kadarını ekliyorum. Dileklerden yazı yazamadım valla. Kutu doldu doldu doldu taştı. Demek çok ihtiyacımız varmış böyle bir şeye. Hem bu dilekler(iniz) bana da birilerine de çok iyi geldi. Okudukça sanki benimlermiş ve oluyorlarmış gibi içime huzur çöktü. Bir de herkesin ilk defa ciddi ciddi bunları kağıda dökmesi de hoş oldu. Seneye döner bakarız bu kutulara.
Bu arada, şaka gibi ama, dünkü kutudan 1 kişinin (Müge) dilediği iş bulma hayali gerçek oldu bile!
Haydi bakalım, darısı diğerlerine...
Yonca
“dilekçibaşı”
****