Yonca Tokbaş

Eyvah eyvah Orta Doğu

2 Şubat 2011
Teker teker sırayla sallanıyor, kaynıyor Orta Doğu ülkeleri.

Acaba bu zor günleri atlatıp gerçekten ileriye dönük bir adım atabilirler mi?

Keşke öyle olsa. Keşke dilimin varmadığı yönde kaymalar yaşanmasa. Keşke bu kaynama sonrası Orta Doğu’ya demokrasi gelse.

 

Kendilerini aşsalar.

 

18. yüzyıldan bu yana onlara da uğramış olması gereken rönesans, bari şimdi başlamış olsa. Ve tabi keşke bu süreci, yaptıkları inşaatlar hızında yapmaya çalışmaktansa, sindirerek gerçekleştirebilseler.

 

Yazının Devamını Oku

Mısırlı olup Mısır’a uzaktan bakmak…

1 Şubat 2011
Ben olayları bambaşka bir açıdan yaşıyorum.

4 iş arkadaşım Mısırlı ve işleri nedeniyle yaklaşık 3-4 yıldır ülkelerinde yaşamıyorlar. Ben olayları onların yaşadığı taraftan, ülkelerine uzaktan bakmak zorunda kaldıkları noktadan bakarak gözlemliyorum.

 

Çok zor!

 

Aslında biz, Lübnanlılar ve Mısırlılar birbirimize benzer tipleriz. İlginç bir görmüşlüğümüz ve görmemişliğimiz var. Kokoşuz. Kendimize ait olmayan hayatları yaşamayı seviyoruz vesaire. Tarif etmesi zor ve yanlış anlaması kolay bir durum ve konu da hassas ve alakasız olduğundan işin bu kısmını es geçiyorum bugün(lük).

 

4 Mısırlı iş arkadaşım dışında, dünyanın başka başka yerlerinde beraber çalıştığım bir sürü Mısırlı arkadaşım da var. Uzunca zamandır beraber çalıştığım için onlarla, kültürleri, hayatları, tarzları ve hassasiyetlerine aşinayım. Kibirlerine eskiden sinir olurken, artık öyle bakmıyorum, anlıyorum, gülüyorum ve onları böyle seviyorum mesela.

Yazının Devamını Oku

Hayat palyaçoluktan ibaret

27 Ocak 2011
Aslen son iki haftadır çok sıkkınım. Öyle böyle değil hem de.

İşteki stres hakikaten ömrümde hiç olmadığı kadar yüksek seviyede. Dayanılacak gibi değil; ama dayanmak gerek. Dayanıyorum da. “Eninde sonunda iş” diyorum telkin için kendime.

 

Evde, çocukların bi biri hasta bir diğeri. Eşimle kafayı yedik valla.

 

Geceleri uykum kaçıyor. Uyku tutmuyor demek daha doğru galiba.

 

Sabah erkenden de zaten hayat başlıyor.

Yazının Devamını Oku

Memoş Dedemi kaybetmemizin 6. günü...

26 Ocak 2011
Nedense annanemdeki gibi parçalamadım kendimi.

Bilmiyorum niye? Belki de kendimi parçalama gibi bir lüksüm olmadığı için bastırıyorumdur duygularımı. Öyle ya, mastır tezimi tamamlamak için son haftalarım. Bir de genel direktörüm Amanda'nın karşısına çıkıp “Bu sefer de Memoş Dedemi kaybettim, bu karmaşık anılarla dolu duygularla tez yazmak inan bana çok zor!” demek yerine; “Amanda bırak beni “Kalite” yerine, Türkiye’deki şehir içi hız sınırını aşan otomobiller ve neden oldukları trafik kazaları üzerine tez yazayım! Bırak beni, son sürat gelip karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı adamı farketmeyip onun tüm kemiklerini kıran, ölümüne neden olan ve muhtemelen kısa bir süre sonra potansiyel katil olarak tekrar trafikte görebileceğimiz Antakyalı sürücü hakkında tezimi yazayım!” demeyi istemekteyim!

 

Annanemi çok çok severdim ama Memoş Dedem de çok özeldi benim için.

 

Nasıl mı hatırlıyorum onu; öncelikle babamdan sonra herkesi dövebilecek en güçlü adam olarak. Sonra, İstanbul Şaşkınbakkal’da otururken, bakkala gittiğimizde Bakkal Amca’ya: “Aiz şaşkın mısınız gerçekten?” diye sorduğumda, 5 yaşındaki torununa, bana, dakikalarca bunun bir yer ismi olduğunu anlatan; içinde Allah inancı olan, 5 vakit namazında, (küçükken dedem namaz kılarken onun yanına geçer yaptığı hareketleri yapmaya çalışırdım; “Ayseeel, al şu kızııı namazımı bozdu yine!” derdi...) düzenli orucunu tutan, tertemiz, yerinde duramayan, pembe yanaklı bir adamdı benim Memoş Dedem!

 

Küçükken onlara gittiğimizde: “Ben şimdi gidiyorum, gelirken sana ne getireyim?” diye sorunca, “Dede gitme oynayalım daha!” diye kıyamet koparırdım. O bana: “Yok çok işim var karşıya (Avrupa Yakası) geçecem bugün...” derdi, ben de karşı komşuya gidecek sanır, “Dede gitme karşı komşuyaaa burada kaaal!” diye ağlardım.  Perdenin arkasına geçer, karşı eve bakardım dedem geri gelsin diye. Beklerdim.

Yazının Devamını Oku

Yine Dubai Maratonu yine kıskançlık

25 Ocak 2011
Çok sinir oluyorum; ama bir gün artık sinir olmayacağımı biliyorum.

KOŞ YONCA KOŞ DUBAI 2011 / FOTOGALERİ

 

3 senedir Standard Chartered Dubai Maratonu’nda 10km koşuyorum. Dubai ve Türkiye dışında hiçbir koşuya da henüz gitmiyorum.

 

Çünkü; önce bu işi, özellikle de yardımseverlik koşusu işini, Türkiye’de yeterince anlatabilmek ve geliştirmeye katkıda bulunabilmek istiyorum. Dubai...zaten içindeyim. Bu ikisine ulaşmam kolay. Ha deyince New York’a, Berlin’e, Amsterdam’a gidip koşacak bütçem de yok hem.

 

Dubai bu işte çok yeni, ama çok ileri. Paranın gözü kör olsun diyeceğim ama olay para değil sadece. Bence işin içine Emirliklerde yaşayan Avrupalı, Amerikalı yani gelişmiş ülke vatandaşları girince işin çehresi değişiyor. Adamlar spor yapıyor. Hava ister 50 derece olsun, ister 70 derece. “Kötü hava koşulu yoktur, yanlış giyim şekli vardır!” diyerek 12 ay, bizim fırın dediğimiz havada bile spor yapıyorlar.

Yazının Devamını Oku

Yetişmeye çalışıp yetişememek yerine yetişmek

20 Ocak 2011
Nasıl acayip bir tempoyla çalıştığımı bazen hakikaten anlatasım geliyor; ama susuyorum. Susuyorum; çünkü herkesin temposu kendine göre yeterince yoğun. “Ay çok çalışıyorum şekerim!” demek, ayıp geliyor, sanki olağanüstü bir şeymişcesine, insan gösteriş yapıyormuş gibi oluyor. Belki de bu cümle bile oldu öyle..

Neyse...

Mızmızlanmayı da sevmiyorum eskisi gibi.

Eskiden olsa, daha kolay şikayet ederdim, ya da, daha çok yoğunluktan vesaireden bahsederdim. Hatta bunu, marifetmiş gibi, bazı şeyleri yapamamış olmama bir güzel bahane olarak kullanabilirdim.

Huy değiştirdim.

Çünkü;

Anladım ki bunu yapan insanlara gıcık oluyorum. O yüzden de bunu yapmayı kendime yasakladım.

Hatta benim bu yeni huyumu bilenler, herhangi bir ortamda birisi kalkıp: “Ay şekerim yapıcaktım ama nasıl yoğundum, yetişemedim, yapamadım kusura bakma...” filan derse kazara, hemen endişeyle “lafı yapıştıracak mıyım acaba?” diye, bana bakar oldular. Eskiden onu da yapardım çünkü; anında lafı çakardım. Şimdilerde,  o kişiyi kendi dersini almaya kendine havale ediyorum ve hemen gözlerimi şaşı yapıp dudaklarımı sıkıp yere göğe bakmaya çalışıyorum.

Yine çünkü;

Yazının Devamını Oku

U2 konseri terk etseydi…

18 Ocak 2011
Ne olurdu mesela?<br><br>Orada politikacının kendi de yoktu. Sadece adı vardı.

Bono konuşmaya başlayıp politikacının adını anınca, inanılmaz bir yuhlama sesi yükseldi. Bono öyle şaşkına dönüp affalladı ki, resmen cümlesini yarım bırakıp yön değiştirmek zorunda kaldı. “Peki politikadan bahsetmesem?...” demek zorunda kalıp, ardından: “Peki köprü hakkında konuşabilir miyim?” diye resmen seyirciden izin aldı. Tepkiyi ölçtü. Nabzı yokladı.
Tüm bunlar olurken, adım gibi eminim, ne Bono ne de U2’ nun diğer elemanları akıllarına sahneyi terk etmeyi, konseri yarıda kesmeyi hiç getirmedi.

Üstelik bu olay U2 nun başına ilk gelen olay da değildi. Daha önce de seyircisi ağzının payını vermişti.

***

Sanatçı ve politikacı aslında benim için birbirinden çok farklı değil. İkisi de fikir, görüş, taraf belirtiyor. İkisi de eleştiriye, aşka ve nefrete; sevilmeye ve yuhlanmaya son derece açık. Yani açık olmalı bence. Çünkü her ikisi de kabak gibi görüşleriyle, anlattıklarıyla ve icraatlarıyla ortada. Her ikisi de sürekli sahnede, spotlar onların yüzünde. Halkın gözü önünde ve halk tarafından çok sıkı takipteler. Bulundukları yerde halk sayesinde duruyorlar veya duramıyorlar. Ya alkışlanıyorlar, ya gişeler boş kalıyor...İşleri bu. Hayatları bu.

Spor bu ikisinden çok farklı. Farklı da olmalı.
Çünkü spor bambaşka bir misyona sahip. Adalet, centilmenlik, karşılıklı el sıkma var sporda. Hem de sonuç ne olursa olsun. Spor taraftara ihtiyaç duyarken, tarafsız bir hakem de gerekiyor. Hep ‘fair play’ olması amaçlanıyor. Nefret barındırmaması, nefreti körüklememesi tam tersine iyi duygular için biraraya gelinmiş olması isteniyor. Politika ve sanat görüş ayrılığı ile beslenirken, spor tek amaçla “fair play” le besleniyor. Spor sonuç ne olursa olsun “el sıkış” diyor. Sporun birleştirici olması bekleniyor.

Beklenmeli yani değil mi?

Yazının Devamını Oku

Beni kimse anlamıyor

13 Ocak 2011
Okul bazen çok anlamsız ve saçma sapan yorucu. Hayatım çok zor.

Hiçbir şey kolay değil; ama hayat gerçekten zormuş.

Biliyorum senin de hayatın çok zor. Ama ben küçük olduğum için de daha kolay değil.

Benim hayatım neden zor biliyor musun Anne?

Çünkü aslında kabiliyetliyim. Yani bunu hava atmak için demiyorum. Ama sanırım öyleyim ve bunu kimseyi kırmadan söylemek bile çok zor.

Ayrıca bu hem iyi, hem de çok kötü. Çünkü kabiliyetli olunca insan, yapacak daha fazla işi oluyor. Bir de hangi kabiliyetinin daha iyi olduğuna karar vermesi gerekiyor. Oysa ben seçim yapmak zorunda olmayı istemiyorum. Karar vermek bana çok zor geliyor. Siz de bana sürekli karar ver diyorsunuz. Neden karar vermek zorundayım ki?

Kabiliyetim olan her şeyi özgürce ve çokça yapmak istiyorum. Diğer şeylere vakit harcamak, boşuna yorulmak istemiyorum. 

Benim hayatım da çok zor ve yorucu Anne. O yüzden bana birazcık yardımcı olsan, tarih ödevimi beraber yapsak...

Olur mu?

Yazının Devamını Oku