Ya da mizahı gören/anlayan kaç kişi var ki…
Peki ya bir aksiliğe gülüp geçebilen kaç örnek insanımız kaldı ki…
Ya da sinirlenmeden tartışabilen, anlaşmasa da anlaşamadığıyla bir araya gelebilen…
Korkmadan soru sorabilen kaç kişi var peki?
“Başkası ne der” diye düşünmeden kendi aklını-fikrini dinleyen kaç kişi var dersiniz…
Küçükten büyüğe herkese haberi sevdirebilmiş kaç kişi acaba?
Zayıflıklarını, hüsranlarını, hayal kırıklıklarını ve pişmanlıklarını açık yüreklilikle paylaşabilen kişi sayısı kaçtır acaba?
Kendileri Zaman Gazetesi’ndeki köşelerinde şöyle buyurmuşlar;
“Bence prensip olarak –dinî öğretinin tamamından ve beşeriyetin her bölgesinde ve din havzasında gözlenen örfünden anladığım kadarıyla- kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Zaruret varsa iş piyasasında öncelikle onun emeğini hak edecek kadar ücretle istihdam edilmesi gerekir. Liberal kapitalist piyasa ise kadını farklı çerçevede evin dışına çıkmaya zorluyor; anneliği ve ev hanımlığını itibarsızlaştırıyor; pozitif ayrımcılıkla kadın yuva kurmuyor; erkekler bu şekilde kışkırtılmış kadınlarla evlenmek istemiyor; sonuçta olan yine kadına oluyor. Birkaç tanesinin iyi durumuna karşılık yüz binlercesi iş-aş peşinde koşturuyor, yalnızlık içinde hayatını sürdürüyor, bir süre sonra saçını başını yoluyor ama iş işten geçiyor. Erkeğin fıtrî rolünü kaybetmesi onu kadına karşı acımasız şiddete, vahşi cinayetlere sürüklüyor, sonunda kadın devlete sığınıp kendini devletleştiriyor. Şimdi devlet her eve polis tayin edecek hale geldi. Bu çıkar yol değil ama ailede meydana getirdiği tahribattan iktidarı uyandıracak sesler maalesef kısık. Madem bizim kadınlar da bu modern tecrübeyi yaşamakta çok kararlı, yemekte oldukları “acı meyve”nin sonucunu beklemekten başka çare yok.”
“Yok artık!” dediniz mi son noktada?
Ben dedim.
Sonra da alkışladım kendisini.
Yazdım da o halimi.
O kişisel faciamdan bugüne kadar da, bir daha asla “özenti annelik” yapmadım.
Daha doğrusu, özendiğim çok oluyor bazı annelere hala; ama o kişinin anneliğine özenerek bir uygulama da bulunmadım çocuklarıma.
Özenti annelik “alışmadık ruhta özentilik durmuyor” durumu oluyor. Siz anladınız deyimin gerçeğini. :)
Bir anne olarak benim neleri yapıp yapamadığımı anlayalı bayağı oldu.
İçim şişti çünkü. İnsan okudukların karşısında aciz hissederken aslan kesiliyor. Karışık duygular. Deli gibi bekliyorum olacakları.
Neyse, yazımın linki burada. Okumak isterseniz tıklayabilirsiniz.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22336268.asp
Ayşe’nin yazıları da burada.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22341712.asp
Bir sürü “KADIN” twitterda twitledi yazımı.
Bir sürü “KADIN” facebook’da paylaştı.
Lolitamsı minyonlukta.
Tanıdık bir güzellik değil onunkisi. Değişik bir güzelliği var.
Sarışın değil. Esmer değil.
Kızıl desem, tam değil.
Çocuk masallarındaki bir pericik tiplemesine benziyor sanki.
Calvin Weir-Fields ise genç bir yazar. Bi kitap yazmış satış rekorları kırmış. Amerika’nın dahi yazarlarından ilan edilmiş. Herkesin ondan beklentisini bir kenara bırakın, onun kendinden beklentisi herkesten de fazla. O kadar ki, ilk romanın yakaladığı başarıyı aşmak bi yana, kendini aşması gerektiğini düşünmeye zorlandığından, feci baskı altında.
Dahi olmak ya da olmamak, bütün mesele bu ya!
Bazı insanlar gerçekten kolay nazara geliyor demeli belki de.
Kimisi inanır nazara, kimisi inanmaz. Ben inanırım.
Bedensel ve ruhsal olarak iyi ve kuvvetli olursam değmeyeceğine; ama azıcık moralim düşsün nazarın beni küt diye çarpacağına inanırım.
Olur da.
Bazen hiçbir elle tutulur neden yokken, kafanızı kaldıracak haliniz olmaz; bacaklarınız, kalbiniz, tüm bedeniniz ağır gelir kendine. Uyku basar olmadık zamanda. Hüzün verir en ufak tını. Kırılgansındır işte...
Sanki evinin bütün kapıları açıktır ve haneye tecavüz gırladır ruhunda.
İnsan bazen kendi kendine de yapıyor bu çarpmayı. Kalbini de kapını da açmayı seven, hayatı filtresiz yaşayan bir tipsen, kem saldırılara da o kadar açıksın. Havadaki nemi bi sen kaparsın.
Türkiye’de ilk defa gerçek bi şeyler oluyor.
İnsanlar susmuyor.
"Koyun Millet" kavramı yerle bir.
Ne öğrenci, ne memur… hiçbiri, hiçkimse susmuyor.
Kuzu kuzu durmuyor artık kimse.
29 Ekim’de ne oldu?
Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyenler biber gazı, cop yedi ve yine de kutladı mı? Kutladı.
Ve benzeri şeklindeki cümleler ve psikolojiler; kendimizi kandırmamıza, acıma-acındırma yoluyla haksız affa, duygu sömürüsü yoluyla “kötü yola düşme” bahanesini haklılaştırmaya yarıyor gibi.
Ve bunlar eski Türk filmlerinde kalmış olması gereken bilinçaltımıza yönelik hatalarımızdır. Sanki.
Ooo, çok sert oldu bu Yonca!
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın: “…Ben de dağa çıkardım…” açıklamasının üzerine yazıyorum bu satırlarımı.
Empati değil bu. Empati bu değil.