Paylaş
Lolitamsı minyonlukta.
Tanıdık bir güzellik değil onunkisi. Değişik bir güzelliği var.
Sarışın değil. Esmer değil.
Kızıl desem, tam değil.
Çocuk masallarındaki bir pericik tiplemesine benziyor sanki.
Calvin Weir-Fields ise genç bir yazar. Bi kitap yazmış satış rekorları kırmış. Amerika’nın dahi yazarlarından ilan edilmiş. Herkesin ondan beklentisini bir kenara bırakın, onun kendinden beklentisi herkesten de fazla. O kadar ki, ilk romanın yakaladığı başarıyı aşmak bi yana, kendini aşması gerektiğini düşünmeye zorlandığından, feci baskı altında.
Dahi olmak ya da olmamak, bütün mesele bu ya!
Bu dahiyane baskıyla bi şey yazabilmesi imkansız tabi.
Ne aklına bir fikir geliyor, ne de elinden tek cümle dökülüyor.
Kitlenmiş. Yazar kitlenmesi dediğimiz olay da bu işte.
Dr. Rosenthal, yani Calvin’in terapisti olan Doktor, Calvin’i “açmak” adına Calvin’e köpeği Scotty’i seven birisini hayal edip yazmasını ödev olarak veriyor.
Calvin bunun üzerine düşünürken uyuya kalıyor. Rüyasında köpeği Scotty koştururken bir kızın yanına gidiyor. Kız Scotty’nin resmini yapıp onu çok sevdiğini söylüyor. Calvin şaşkın.
O kız Ruby Sparks!
Calvin uyanıp bunları şehvetle yazmaya başlıyor ki, o kızın evinde olduğunu ve hatta uzun zamandır ilişkileri olduğunu fark ediyor. Şoklardan şoklara giriyor tabi.
Ne kızın ne de olan bitenin gerçek olduğuna inanması mümkün değil. Delirecek gibi oluyor.
Ama işte kızı birileri görüyor, dokunuyor. Abisi, ailesi bile. Hey Allah’ım rüya mı kabus mu?
Kızın onun hayali değil, gerçeği olduğunu anlıyor.
Rüyası gerçek olmuş bir insan olarak, hazların en büyüğüne dalıp kıza aşık oluyor. Çünkü Ruby Sparks tam da hayallerinin kadını!
Calvin’i olduğu gibi kabul eden, sorgulamayan, yargılamayan, yük olmayan bir kadın Ruby Sparks.
E Calvin de Ruby hakkında yazmaya başlıyor. Nitekim hikaye şahane.
Rüyasını gördüğü şey gerçek olmuş, gerçeği roman olarak yazacak şimdi yani...
Daha da acayip bir şey oluyor ama…
Calvin, Ruby ile olan ilişkisini ve hayallerini yazdıkça, yazdıkları aracılığıyla Ruby’i kuklası yapabilecek gücü olduğunu görüyor.
Delirtici bir tarjikomedi sahnesi.
Calvin romanda “Ruby yakamdan düşsün” yazıyor, kız terk edip gidiyor. “Ruby bensiz yaşayamasın!” yazıyor, kız dibinden ayrılamıyor.
İstediğini yazıyorsun ve oluyor düşünsenize!
Yalnız tabi bu harika gibi görünen şeyin çok fena bir sonucu var. Karşındaki gerçek, artık gerçek mi yoksa senin yarattığın sunilik mi, bilemez oluyorsun.
Kız seni seviyor mu, sevmiyor mu?
Kölen mi, aşkın mı?
Bilmiyorsun.
Karakter senin elinde. Yani karaktersizin teki.
İster ağlatırsın, ister güldürür.
Ya perisin, ya cadı!
Güç sende ama, gücün seni yeniyor. Sen kendi elinle bir kukla yaratıp onu duygularıyla oynatan bir canavarsın aslında...
Hayallerin ve gerçeklerin tam bir curcuna...
Ya canavar olarak kalacaksın, ya da...?
Nasıl çıkacaksın bu girdaptan acaba?
***
Filmi ve sonunu anlatmayacağım tabi. İzleyin mümkünse.
Çok etkilendim.
Tıkandım.
Bir yazarın ne kadar acılı/sancılı bir ruha hapsolduğunu görmek, beni belki henüz yüzleşmek istemediğim bir yaramla karşılaştırdı.
Adını koyamazken, tanımlayamazken şak diye önüme çıktı o duygu.
Hayallerin güzelliği ile gerçekleri kaybetmenin kaygan zemini... Zor.
Tam size filmi bu Cuma Kelebek’deki köşemde yazmaya niyetlenirken, dün geç saatte Metin Kaçan’ın intihar haberi geldi.
İçim sızladı.
İntihar eden yazarlar beni hep çok derinden etkiler. Kıyamam ben onlara.
Kim kıyar ki zaten kendine bir yazardan başka?
Kendine biçtiğin kaftan öyle ağırdır ki, taşıyamazsın. Duyguların bi yerde bi göktedir, durağan kalamazsın.
Kafan öyle kalabalık bir yalnızlık içindedir ki, bi tek ailen sarmalayabilir seni.
O da belki.
Kimi zaman yazdığın yazgın olur.
Kimi zaman da yazgın yazı olur.
Sylvia Plath gelir böyle zamanlarda hemen aklıma. Gözlerim dolar.
Çok dolar hem de.
Bilir misiniz Sylvia Plath’ı?
Gelmiş geçmiş en iyi Amerikalı kadın şair ve yazarlardandır.
Bir şairle evli, 2 çocuk annesi Sylvia...
Bir gün bi şeyler tak eder canına. Çocukları uyurken başuçlarına bisküvi ve süt bırakır, kapıların altına ıslak havlular serip delikleri tıkar. Çocuklarını korumaya alır yani. Mutfağa girer, gazı açıp kafasını fırına sokarak, canını yakan bu yargılayıcı diyardan kaçar Sylvia.
Kalıplar, yargılamalar, yapıştırılan yükler, beklentiler, yalanlar, doğrular...
Peki sizce Ruby Sparks, gerçek mi?
Metin Kaçan’a da bi şeyler tak etmiş ki…
Gitti.
Yonca
“Ağır Roman”
Paylaş