31 Mayıs 2013
Doyumsuzluk, kötülük, açgözlülük, hırs; neden bunlar bu kadar gözünü boyuyor insanların?
Şu para ne korkunç bir hükümdar.
Ne zalim bir yaratık bu para Allah’ım.
Ne kadar zenginsen, o kadar açsın. Fakirlik, en büyük zenginlik.
Zenginlik içinde onlarca ormanın olsa, kesip binalar dikmeye doyamıyorsun; fakirsen tek bir ağacın olsa meyve veren, gölgesinde yaşayıp, meyvesini yiyip her daim şükredip sarılıp seviyorsun.
Biri sana sonsuz hayat veriyor, öbürü doyumsuzluk.
Ağaçları sökmek çok kolay.
Ormanları yakmak, denizlerin üzerine adalar inşa etmek, köprüler kurmak, bitmek tükenmek bilmeyen binalar, AVM’ler, gökdelenler, siteler yapmak hep çok kolay.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2013
Elimizde imkan, zaman, kıvrak zeka, binlerce fikir ve yapılabilecek şey varken harekete geçmeyip durmak ciddi bir sorunumuz.
Sürekli ve iş bittikten sonra şikayet etmekse, habis hastalığımız.
Bu yazdığım iki cümlenin de ilacı/tedavisi var.
Uygulaması da zor değil.
Korkaklığı, ezikliği, sinmişliği bir kenara bırakalım.Yeter. Yasaklar kabul edilemez yasaklar.
Sonucu etkili bir “yaratıcı zeka ürünü” eylem fikri bulup, harekete geçelim.
Fikri olan yazsın bana.
Yonca
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2013
Christiaan Maats, Hollandalı bir genç. Üniversitede endüstriyel tasarım okurken, kafasını anlamlı hikayesi olan ürün yaratmaya takıyor. Herkese göre öyle “saf” bir hayalperest ki, yapmak istediği ayakkabının olabilirliğine pek fazla kimseyi inandıramıyor.
Ama kafayı taktığı için, “kendi gibi” insanları bulmaya, onlara danışmaya başlıyor. Araştıra araştıra en sonunda keten tohumu bitkisi, kenevir, pamuk, yulaf ve doğada çözünebilir bir çeşit plastikle, hiç yapıştırıcı kullanmadan bir ayakkabı tasarlayıp üretmeyi başarıyor.
Bununla da yetinmiyor. Doğada tamamen çözünebilir olan bu ayakkabıların içine yerleştirdiği tohumlar sayesinde, eskidiğinde toprağa “ektiğiniz” ayakkabının içinden çiçekler açmaya başlıyor!
Şaka gibi değil mi!
OAT ayakkabılarının tasarımcısı, yaratıcısı Christiaan Maats’ı Sürdürülebilir Markalar Konferansı’nın İstanbul’daki ilk toplantısında tanıdım.
O konuşurken dikkat ettim, bütün salonun ağzı açık kalmıştı ve herkesin yüzünde bir gülümseme vardı.
İnanılmaz da hoş bir adam. Ayağında turuncu renk “çiçek açan” ayakkabılarıyla bu işi nasıl yaptığını anlatırken, salonda “Ama çok da yakışıklı!” diye twitleyenler oldu.
Sunumunun bir yerinde Hollanda Başbakanı ile çekilmiş fotoğrafı çıkınca, “Aslında bu fotoğrafın bu konferans ve sunumla hiç alakası yok; ama Başbakanımızla fotoğrafım var diye çok gurur duyduğum için her yerde göstermek istiyorum!” dedi, tüm salon kahkaha attı.
Bu rahatlık ve olduğun gibi “insan” olma halidir aslında bana en çok umut veren.
Christiaan, tatlı tatlı ayakkabılarının nasıl çiçek açtığını, nasıl “marka” haline geldiğini ve neden sürdürülebilir, iyi, güzel, bir işe yarayan ürünlere tüketicinin daha fazla bağlandığını anlatırken müthiş bir şey dedi:
“Eğer ayakkabı çiçek açabiliyorsa, neden her şey çiçek açmasın?”
Mucizevi bir cümle değil mi sizce de?
Hepimiz durduk şöyle bir. Her şey çiçek açsın istedik o an.
Çocuklarımız için, kendimiz için, gelecek için, şimdi için istedik bunu.
Derken bombayı patlattı.
Bebekler için de “ağaç olarak büyüyen” bir ayakkabı tasarladıklarını açıkladı. Artık onu giyemeyecek kadar büyüdüğünde, ayakkabısını toprağa ektiğinizde, bebeğinizin de kendisi gibi büyüyen bir ağacı olacağını söyledi, “Allah’ım üçüncü çocuğum olsun, bu ayakkabıdan alayım” derken yakaladım kendimi ve “Pes yani Yonca!” dedim.
İnsan, ayakkabısı sonradan ağaç olacak diye çocuk doğurur mu! Ben ne biçim bir tüketiciyim aklım almadı. Kaptırmanın dik alasıyım resmen.
Hatta bunu Christiaan’a da söyledim, çocuk “Ayakkabım eğer bu hissi veriyorsa, bundan daha büyük ödül olamaz bana!” dedi, çok güldük.
Sürdürülebilir Markalar İstanbul Konferansı’nda moderatörlük yaptığım iki gün boyunca, değişen dünya ve değişen tüketici eğilimleriyle değişmek/gelişmek zorunda kalan markalar adına öyle ilginç şeyler öğrendim ki, içim daha da büyük umutlarla doldu.
Markalar devrim yapıyorlar evet.
Tüketirken üretmeye yönelik, sürdürülebilirlik esasına dayalı bir devrim.
Nike, Apple, Adidas, BMW, Unilever gibi şirketler ve markaları dünyanın daha sürdürülebilir bir geleceği olması için inanılmaz bir ciddiyetle işbirliği içindeler.
Tüketicinin daha bilinçli ve duyarlı olduğunu, olmayanın da kendileri tarafından bilinçlendirilebileceğini düşünerek yola çıkıyorlar.
İçinden “iyilik” geçen, aldığı kadar veren markalar olmanın önemini, başarısını ve kalıcılığını, sürdürülebilirliğini tartışıyorlar.
Yeni “i” yani “ben” jenerasyonunun içinde paylaşmaya hazır nasıl bir “we” yani “biz” jenerasyonu olduğunu anlatan, dünyanın en iyi 10 pazarlama kitabından biri seçilen “We First”ün yazarı Simon Mainwaring’in “sosyal ve sorumluluk sahibi” marka olmanın önemini anlatırken nasıl mutlu olduğumu anlatamam.
Daha da anlatmak istediğim bir sürü şey var gerçi ama yazı uzadııı gitti.
Sürdürülebilir Markalar Konferansı bana pek iyi geldi.
Yonca
“sürdüremoderatör”
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2013
Sürdürülebilir Markalar Konferansı için İstanbul’a geldim.
Koşa koşa geldim hem de!
İnanılmaz heyecan yaptım konferansı. Ama haklıyım inanın, haklıyım.
Kocaman ve çok önemli bir konferans.
Kimler yok ki konuşmacı olarak... Hayal edip de asla göreceğimi düşünemediğim insanlarla aynı ortamdayım hatta ve hatta moderatörlüğünü yapıyorum çünkü.
İşte bu nedenle geldiğim İstanbul’da geldiğim gibi de kendimi Boğaz’a attım ki içimdeki gereksiz stresten kurtulayım ve ne kadar düşünmem gereken şey varsa düşünüp halledeyim, çözeyim, konferansa bomba gibi hazır olayım.
Otelden çıktım başladım koşmaya.
Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy, Boğaz Köprüsü’nün altı, Kuruçeşme, Bebek gülümseyerek koştum. Nasıl güzel bir güzergah anlatamam.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2013
Esra Ürkmez Bayraklı ve Ebru Tontaş, Amerika’da yaşayan iki okul arkadaşı. İkisi de yakınları vasıtasıyla kanserle yüzleşmiş, yolları da bu nedenle kesişmiş.
En yakınlarına kanserle mücadelelerinde destek olmaya çalışan iki arkadaş, hastalıkla ilgili araştırmaları, çıkan yeni tedavi bilgilerini, klinik çalışmaları paylaşmak ve kanserle ilgili bilinirliği artırmak için de, 2012 Mayıs’ında “kanserle-dans.blogspot.com” isimli bir blog/internet sitesi kurmuşlar.
Blog o kadar ilgi görüyor ki, bugün 8 bini aşkın takipçileri var ve 110 binden fazla da site okuyucusuna ulaşmayı başarıyorlar.Kanserle mücadeleyi adeta bir dansa benzeterek, sürekli doğru adımlarla yürütülmesi gereken bir süreç olduğunun altını çizmeye çalışıyorlar aslında.
Ben bu iki arkadaşın yapmayı başardıklarından çok etkilendim.
Yalın bir dille, sağlıklı beslenmeden spor yapmanın önemine, tedavi sürecinden doktorlar tarafından kullanılan terimlerin ne anlama geldiğine kadar birçok bilgiyi takipçilerine aktarıyorlar.
2013 Ocak itibariyle de New York’ta resmi olarak dernekleştiler.Azimle ilerlemek buna denir gerçekten.
Dernek, Türkiye’deki ilk destek ve bağış etkinliğini 17 Mayıs’ta, Etiler Şamdan’ın ev sahipliğinde yapacak...Katılımcılar arasında kendisi veya sevdiği kanserle yüzleşmiş ünlü isimler, onkologlar, cerrahlar, ilaç firmaları ve hastanelerin yöneticileri ile Kanserle Dans ailesinin üyeleri de yer alacak.
Toplanan yardımlarla, “kanserle dans” edenlere psikolojik yardım, tedavi sonrası iş imkanı projesi desteklenecek.
Yazının Devamını Oku