Van yerle bir olmuştu.
Soğuktu.
Çocuklar, en masum olanlar yani, en çok onlar yaralanmıştı.
Çocuklar evsiz, okulsuz, ana-babasız, ailesiz kalmıştı.
Malum ben, koşarak dokunmaya çalışıyorum birilerinin hayatına.Adım Adım Oluşumu, ülkemizin başına gelmiş en iyi şey.
İyilik peşinde koşan insanların oluşturduğu, yardımseverlik koşusunu bizlere tanıtan, geliştiren grup. Türkiye’nin en iyi ilki.
İyilik bulaşıcı.
Yalova’daydık.
İş Bankası kampında.Hani yemekler dizilir, sen de elindeki metal bölmeli tepsiyle yemek almak için beklersin ya, işte kahvaltılıklarımı almak için o sıradaydım, arı beni soktuğunda.
Yalova’daki İş Bankası’nın kampı -bilmiyorum hâlâ duruyor mu- yemyeşil bir yerdi.
Yüzbinlerce çiçek çeşidi vardı. Siyah tüylü kocaman arılar gezerdi vız vız her yerde.
Çok korkardım arılardan. Gündüz dışarıda yemek yiyemezdim arı sokacak diye.
O sabah kahvaltımı almak için sırada beklerken, yanağıma düşen saçlarımın arasına bir arı kondu. Tepsi de elimde, bırakamıyorum. Arı saçlarıma dolandı vızıldıyor yanağımda. Panikle kafamı sağa sola sallamamla arı beni yanağımdan soktu. Yalova inledi ağlamamdan!
Acıdan ağlamıyordum, hayır.
Sabahları çok erken kalkıyorum. Herkesten erken.
Çocuklarımı okula gönderir göndermez soluğu sokakta alıyorum. Caddelerde koşuyorum.
Güneşin doğuşunu yakalamaya bayılıyorum!O saati, o duyguyu, güneşin o müthiş uyanışını kaçıran insanlar adına nasıl dertleniyorum anlatamam.
Çok hoşuma gidiyor erkenden yollarda olmak, hava her nasılsa öyle içime çekmek. Herkesi sarsmak istiyorum.
Herkes kalksın, görsün istiyorum bu güzelliği.
Derin derin nefes alıyorum her seferinde.
Bunu yaşayamayan, göremeyen herkes adına.
Hep böyleydim ama.
Çocukken sevdiğim filmin repliklerini ezberleyene kadar izlerdim. Gerçi bunu da hâlâ yapıyorum.
“Dallas” için çekmediğim acı kalmadı. E kalmadı ya tabii!
“Dallas” ertesi okul vardı ve Ceyar’ın fesatlığından, Su Elın’ın alkolizminden, Lusi’nin aşk hüsranlarından etkilenmeyeyim diye belki, bana hiç “hadi bakalım yatağa” demeyen ailem, “Dallas” gecesi “yat uyu” derdi. Ay bi dakka! Hayır ben şimdi ayıldım. Alakası yok! Ne kekim! Bence annemle babamın baş başa kalıp “Dallas” keyfi yapası vardı. Benim yanımda rahat etmiyorlardı. Evet, evet. Kesin bu yüzden beni yatırıyorlardı. Aşkolsun ama yani!
Ben de uyumuş gibi yapıp kapı altından eğilip tek yanak yerde, gözler şaşı, öyle izlerdim. Gözlerim bir süre normale dönemezdi. Tepeye bakık kalırlardı.
Babam mutfağa diye hızlı fırladı mı yerinden, yamulmuş gözümü toplayıp kalkıp yatağa uçana kadar ayak parmaklarımı çarpmadığım yer kalmazdı karanlıkta.
Sonra “Cennete Dönüş” vardı. Hani bir kadını kocası timsahlara yem ediyordu da kadın sonra estetikle geri dönüp kocasından intikam alıyordu. Ayol bizim eve renkli televizyon o dizinin son bölümünü renkli izleyelim diye alındı. Sonra “Yalan Rüzgarı” yılları, pardon yüzyılları başladı. “Hayat Ağacı” da girdi hayatımıza. Biri biter, öbürü başlardı.
Bazen harbi umursamıyorum. Umursamamayı da öğrenmişim, ne üzücü.
Eleştirinin dile getiriliş şekli ve diliyle ilgili bu sanki. Kesin öyle.
Bağzı okurlar “Kimin altına girdin de o köşeyi kaptın” gibi şeyler yazdığında “Hay senin gibi okur olmaz olsun” diyorum.
Ama konum bu değil.
Bir yazıya “süper” dendiğinde de çok içerlediğim oluyor.
Konum bu.
Konum; Cem Yılmaz esprisindeki acı gerçek. Magazin değil, sürekli belgesel izlediğini beyan etme durumu.Eleştiri hakkımı kullanıyorum.
Bu tabii turlara kayıtlı olanlar. Bir de kendi başına gelenleri ekle. Amaaan çılgınlık yani. “Ya siz deli misiniz!” desem de boş değil mi?
Kafaya koydunuz, geliyorsunuz.
Hava nispeten normalleşmeye başladı ama, yine de bana çok acayip geliyor Dubai’ye duyulan bu aşk. Burası nasıl böyle bir trend haline geldi, ağzım açık izledim yıllar boyu.
Belki de 13 yıldır Dubai’de yaşadığım ve nereden nereye geldiğini gördüğüm için böyle hissediyorumdur. Eskiden ucuzdu, alışveriş cazibesi vardı; ama Dubai artık hiç de ucuz bir yer değil. Ne alışveriş ucuz, ne oteller, ne yeme, ne içme, ne de eğlenme... Alınacak her şey de zaten her yerde var.
Bütün dünya zincirleme AVM virüsüne yakalandı. Her yerde her şey aynı.
Karar sizin tabii.
Madem geliyorsunuz; birkaç tavsiye...
Kayıplardan.
Gözlerimiz dolu doluydu.
Fonda inanılmaz güzel Türk Sanat Müziği vardı. Elimizde de rakı.
Martılar geçiyordu bi yerlerden, sesleri müziğe karışıyordu.
Kavun kokusu sarmıştı her yeri.
Mevsim...
Mevsimi tabi ki çok iyi hatırlıyorum; ama söylemek gelmedi içimden.
Başrolde Javier Bardem’in oynadığı Alejandro Amenabar’ın 2004 yapımı ödüllü filmi. İzlemediyseniz, izleyin.
Filmin çıktığı sene, resim öğretmeni Tuğrul Cankurt da geçirdiği trafik kazası sonucu hastanedeydi.
Omurilik felçlisi olmuştu. Sadece sağ kolunda yüzde 3’lük hareket etme yetisi vardı, o kadar.
Tuğrul Cankurt filmi izlediğinde, uzunca süre sırtüstü yattığı yerden, insanların benzer olaylar karşısında ne kadar ortak şeyler hissedebildiğini düşünüyor.
Bir gün koluna bir fırça bağlayıp önüne bir tuval koyuyorlar Tuğrul Bey’in.
Yerçekiminin de yardımıyla başlıyor çizgiler çizmeye, yukarıdan aşağıya. Bazen vazgeçiyor. Sonra yeniden deniyor. Resimleriyle hayata tutunuyor.Daha önce de yazdım. Hep yazarım onu.
Hikayesi, sanatı, resimleri; emeği ve vazgeçmeyişi, hayata tutunuş şeklinin tınısıdır, rengidir beni benden alan.