Neden?
Talan ederiz acilen diye...
Ondan bir anlaşma yapalım, hep beraber saldırmayalım olur mu?
Anlaştıksa başlıyorum.
Yonca
“ürke ürke”
Yalıkavak Marina
Yalıkavak’ta herkes
Ormanın içine.
Orman görmeden büyüyecekler diye ödüm patlıyor.
Dubai’de park bahçe vesaire görüyorlar ama ormanın yerini ne tutabilir ki!
Orman çocuğu Mowgli’nin hikâyesini hatmetmiş, Tarzan’la büyümüş bir çocuk olarak çocuklarımın ormansız kalabilecekleri duygusu içime düştü mü, panik atak oluyorum sanki.
Fırsat oldu, aldığım gibi çocukları Gökova Akbük tarafına götürdüm. Arkadaşım Gülüm’ün yanına.
Daha önce mavi yolculuk yaparken görmüşlerdi oraları ama bu sefer karadan gittik.
Akbük bir cennet.
Benden önceki kiracı çıktıktan sonra bahçe kısa süre de olsa bir aksilik yüzünden sulanamamış. Hava da fırından beter sıcak olduğundan sitenin zaten her evin bahçesine diktiği o ağaçlardan biri hemen kurumuş.
Takdir edersiniz ki Dubai gibi doğası çöl sıcağı, fırın ötesi olan bir ortamda herhangi bir bitki yetiştirmek, ağaç büyütmek hiç kolay değil.
İmkansızı başarmaktan bahsediyorum size ve inanın Dubai imkansızı başarıyor söz konusu ağaç dikmek ve yeşilleşmekse...Su denizden reosmoz yöntemiyle elde ediliyor, toprak da olmadığından ithal ediliyor vesaire vesaire.
Döneyim bahçemdeki ölü ağaca.
O dalları kurumuş, hayattan elini çekmiş ağacı sökmek ve yerine hemen başka ağaç dikmek istediğimde durduruldum.
Bahçıvanların ödü patladı, hemen site yönetimini çağırdılar.
Bana, ölü bile olsa hiçbir ağacın belediyeden izinsiz sökülemeyeceğini, sökülürse de çok ciddi cezalar kesileceğini söylediler.
Yüreklendirici bir şey söylemek ise aklımıza bile gelmiyor gibi.
Minicik bir girişim yapacaksın, hemen üstüne atlıyor herkes; şöyle olmaz böyle felaket olur, riskler riskler, riskler... Kardeşim sen yapma o zaman. İşin bir de olası avantajları da var, azıcık ondan da konuşsak ya!
Yok!
Oysa başarı haberi almak-vermek, mutlu olmak, takdir etmek insanın ömrünü uzatan, oturduğu yerden zıplatan bir şey.
Ve alın size başarı, mutluluk ve takdir dolu bir haber!
19 yıldır Türkiye’de ilköğretim çağı çocuklarına eğitim desteği vererek, onların yeteneklerini keşfetmelerine ve yaşam becerileri kazanmalarına yardımcı olan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, özgün ve başarılı olmuş eğitim modeliyle Harvard Kennedy School’da okutulmak üzere müfredata alındı.
Üstelik Harvard, TEGV’in 2001 yılından bu yana canla başla sürdürdüğü ölçme-değerlendirme çalışmalarını, sivil toplum kuruluşlarının etki-performans ölçümleme çalışmalarına yönelik “dünya çapında bir başarı örneği” kabul ederek bu kararı aldı.
“Dijital Dönüşüm” sayesinde nasıl sosyal iş modelleri yaratırsak geleceğimiz için uzun vadeli fayda sağlarız diye kafa yorduk.
İş dünyasından STK’lara, akademisyenlerden basına kadar her kilit noktadan katılım vardı.
Çalıştaylar sayesinde aslında bir masanın etrafında ilk önce temsil edilen görüş ve/veya kuruma dair önyargılarımızı da kırıyoruz.
Çok bildiğimizi sandığımız konularda hiç bilgimiz olmadığını fark edip, olan bilgilerimizle de neler yapabileceğimizi keşfediyoruz.
Çözüme, harekete geçişe yönelik; sonuç odaklı tartışmalara bayılıyorum.
Çok kısa sürede onlarca yaratıcı fikir atılıyor ortaya.
Bilgi fazlalığından ve iletişim hızından dolayı kimi zaman ne çok şeyi kaçırdığımı ve yetişemediğimi de anladım.
Lise son muydu neydi, evde yarım şişe kırmızı oje buldum. Can sıkıntısından o yenik tırnaklarıma o ojeyi sürdüm. Berbat bir görüntü oldu. Silmeye karar verdiğimde aseton olmadığını fark ettim ve öleceğim sandım.
O zamanlar Güzelçamlı’daki yazlığımızın olduğu yerde bugünkü gibi köşe başı bakkal market filan yoktu. Yürüyerek köye gitmen lazım, dua edeceksin ki eczane açık olsun, aseton satıyor olsun, yoksa ta Davutlara’a gitmen lazım falan filan.
Ölme eşeğim ölme yani. O yaşta, o berbat tırnaklarla kırmızı ojeli kalmak başına gelecek en kötü şey.
Ellerime sinirden bakamıyordum. Hepsini yesem bitse, ama olmuyor işte. Zaten yenecek tırnağım yok ki, canım acıyor. 1-2 gün öyle kaldım.
Elime bakamadığım gibi, ağzıma da götüremiyordum.
Tırnaklarım azıcık uzar gibi oldu. Hoşuma gitti. Ben de madem bu işe yarıyor, gözüme sokmak için devam edeyim bu kırmızı oje işine dedim.
Ama “Patates kaç kilo, domates niye bu kadar kazık, zeytin de maşallah sanırsın altın yani, bu ne biçim fiyat böyle!” gibi azarcı cümlelerin ötesinde bir sohbetten bahsediyorum?
Ya ben ne diyorum yaaaa, pazara en son ne zaman gittiniz?Yazlık zamanı dışında yani?
Yalıkavak, Gündoğan, Alaçatı pazarına filan gitmenin moda olmasının dışındaki zamanlarda da pazara gitmekten bahsediyorum yani.
Peki pazarı unut, gittiğin süpermarket tezgahında duran “insan”la hiç sohbet ettin mi?Sokağını temizleyen işçiye “Nasılsın?” veya “Bugün tersimden kalktım çok canım sıkkın, sana da oluyor mu?” gibi insanca bir cümle kurdunuz mu?
Sinirinizi karşınızdakinden çıkarmak yerine ona sırf içinizden o an öyle geldiği için ne hissettiğinizi; ne kadar berbat veya ne kadar mutlu olduğunuzu söyleyebildiniz mi?
Kuaförde, kaşlarını aldığı sırada kendisine “Çok yavaşsın, içimi sıktın!” diyen kadına “Abla özenerek yapmaya çalışıyorum ondan” diyen sabırlı kıza, kadın gidince “Üzülme, onun derdi seninle değil, kendiyle...” diyerek moral verip kalbini kurtardınız mı?
Soruları sordum, cevapları sizde.
Daha önce yoklardı ya da ben oraya gitmemek için direndiğimden görme şansım olmamıştı.
“Çok şükür şu doğallıktan uzak mı uzak taş yığını marinaya sanat gelmiş” diyerek gezmeye başladım. Meğer galeri de daha o akşam açılıyormuş.
Heykellere tek tek bakarken, birinde kalakaldım.
Mıhlandım mı demeliyim acaba?
Evet evet, mıhlandım.
Bir sanat eserine değer biçmek imkansız bence.
İsterdim ki, vurulduğum her sanat eserini hemencecik alabileyim. Ama beni çok aşan bir fiyatı vardı, alamadım.