Mis gibiydi.
Zaten insanın anneannesinin mis gibi olduğunu söylemesine gerek yoktur.
Anneanne her daim mis gibidir. Mis kokar, mis bakar.
Allah rahmet eylesin, anneannem süper bir kadındı.Azimli, çalışkan, güçlü, inançlı.
70 küsur yaşında okuma yazmayı kendi kendine gazete okuyarak sökmüş azimli bir insandı.
Yazarken kokusu burnumda tüttü resmen.
Denize gittiğimizde entarisini dizlerinin üstüne kadar sıvar, önce ayaklarını dizlerine kadar kuma gömerdi.Sıcak pek iyi geliyormuş, öyle derdi.
Çocuklarla eve dönüyoruz.
Bizim evin oraya gelirken hani meşhur bir otel var ya Yalıkavak’ta, hah işte oradaki o keskin virajı dönmemle kocaman siyah bir karaltı çarptı gözümüze.
Anlık bir şok ve hep bir ağızdan: “Aaaaaa domuuuuuuz!”
Nasıl fren yaptım, nasıl geri döndüm, nasıl kendimi attım o dikenli araziye domuzu bir daha göreceğim diye heyecanla anlatamam size!
Ama yok.
Kaçtı gitti.
Sonra sitedekilere anlatırken öğrendim ki meğer bu siyah domuz her gece çocuklarını beslemek için iniyormuş bizim buralara. Herkes görürmüş, bir ben görmemişim bunca zaman.
İki adım atacak yerleri yok.
Adım atacak yer olduğunda da anneler endişe küpü olduğundan adım atamıyorlar.
Çocuk 3 adım atıyor hoppa alındığı gibi pusete bağlanıyor, eline abuk subuk bir abur cubur veriliyor.
Çocuk elini neye atsa dokunma ciyak.
Yavrum grip olsa ölüyo muamelesi yapılıyo.
Hareket etme, bi şeye dokunma, hapşırma da ne yaparsan yap yani.
Dur.
De işte her şey o kadar da kolay değildir.
Val’in kız arkadaşının babası muhafazakâr bir senatör,
Kendi babası Armand ise travesti, gay ve “drag”lerin şov yaptığı bir kulübün sahibi, dahası şovun “kadın” assolisti olan Albert’in de sevgilisidir.
Armand, bu “karmaşık” durumu kız arkadaşının muhafazakâr senatör babasına anlatamayacağı için kendisinden “normal” rolü yapmasını isteyen oğlu Val’e, şu cevabı verir:
“Evet, fondöten sürüyorum. Evet, bir erkekle yaşıyorum. Evet, orta yaşlı bir ibneyim. Kim olduğumu çok iyi biliyorum. Buraya gelmek, bunları kabullenmek 20 yılımı aldı. Saçma salak bir senatörün bunu mahvetmesine izin veremem. Canı cehenneme. Ne düşündüğü zerre umurumda değil!”Bu anlattıklarım, adı “Birdcage” yani “Kuşkafesi” olan, 1978 Fransız-İtalyan yapımı “La Cage aux Folles”’den uyarlanan o muhteşem filmden bir alıntı.
Başrolde Robin Williams vardı. Kulüp sahibiydi, Albert’ın sevgilisi ve Val’in de babası Armand rolündeydi. Bu cümleyi söyleyendi.
Benim Robin Williams’a, hayata, başkaldırıya, kendini kabullenme ve kabul ettirmeye dair izlediğim en muhteşem filmlerden biriydi.
Bin kere yıkılır bir kadın, bin kere de ayağa kalkar.
Bin kere ölür kadın, bin kere de dirilir.
Kadın can verendir, anadır.
Kolay kolay yılmaz, pes etmez, çalışmaktan kaçmaz, yorulmaz.
Ekmeğini taştan çıkarır. Basmayın damarına, öleceğini bilse dönüp arkasına bakmaz.
Aklına koyduğunu yapar.
Canı kaldıramadığı kadar yandı mı, kendi kıyar canına.
“Zeytin ağacıyla kendime yeni kökler saldım Ege’de.
Denize doğru kökler saldım, kalın kalın.
Sımsıkı.
Dallarımdan sürekli meyve verdiğimi, birilerine hayat verdiğimi düşünür oldum.
Hayatımı her zor koşulda;
denizin dalgasına, fırtınanın rüzgarına karşı yüzlerce yıl devam ettirebildiğime inandım.
Ben artık bir zeytinim.
İsterdim ki, adaylardan hiçbirine etki/tepki duygularıyla bakmadan oy verebileyim.
İsterdim ki, istemediğim biri kazanmasın diye değil de, gerçekten istediğim kazansın diye oy verebileyim.
İsterdim ki, ülkemde seçimlere giden adaylar eşit haklarla kampanyalar yapabilsin, herkes eşit olabilsin.
İsterdim ki, meydanlarda kadınlığım, analığım, kahkaham, iffetim, namusum, doğurganlığım üzerinden politikalar yapılmasın, bunlar malzeme edilmeden de konuşmalar yapılıp oylar hak edilebilsin.
İsterdim ki, ülkemin en büyük zenginliği ve özgürlüğünün temeli olan her türlü etnik ve dini farklılıklar bir kölelik ve fakirlikmiş gibi sunulmadan da politika yapılabilsin.
İsterdim ki, bağırıp çağırmadan, aşağılanmalar, hakaretler olmadan her aday ortak bir şeyler için, mesela çevre, mesela doğa, mesela zeytinlikler, mesela çocuk gelinler, mesela kadına şiddet, çocuğa şiddet, mesela can güvenliği, mesela Soma faciası, mesela gençler, mesela suyun geleceği, engelliler; iklim değişimleri, arıların sağlığı, mesela eğitim, mesela spor gibi konularda güç birliği yapıp; kim seçilirse seçilsin ortak çalışmaya söz vererek seçime gitsin ve seçilsin.
İsterdim ki, bunlar di-li geçmişin temennisi zamanında yazılmış hasret dolu cümleler olmasın.
Başrolde Brad Bitt ve Cate Blanchett vardı hani.
Hayata dair en sevdiğim, en etkileyici anlatımı olan hikâyelerden biridir.
Hayatın ta kendisidir Benjamin Button’un hikâyesi.
Çirkin ve hastalıklı bebek sevmeyip onu sokağa atabilenlerle, çirkin ve hasta bir bebeği bile bağrına basabilenlerin aynı anda, aynı dünyada yaşayabildiklerini anlatır.
Yüzümüze çirkinliklerimizi de güzelliklerimizi de çok güzel vuran bir hikâyedir.
Hikâye boyunca tokat yedikçe gül biter yüzümüzde...
Doğumdan ürker, ölümü kucaklarken buluruz kendimizi. Ters köşelerden ters köşelere savruluruz.