Yolda yanımızda atıştırmalık olsun diye fındık, fıstık almıştım.
Bir şişe de su!
Hülya kızını uzaklara uğurlamış, benim Dubai’ye dönmeme az kalmış. Duygusaldık.
Hülya’nın tutkusu sanat tarihi.
Şişli Meslek Yüksekokulu Mimari Restorasyon Bölümü’ne girdi.
Hayalinin peşinde koşanlara saygım sonsuz.
Hülya sayesinde Türkiye’nin tarihi eserlerini tanıyoruz biz de.
Herkesten “imdaat” sesi gelmesi, umut verici.
“Gelip buraya da el at” dediğiniz her yer için sizden aynı bireysel çılgınlığı bekliyorum. Bırakın kimse destek vermiyor diye moral bozmayı.
Alın elinize torba, toplayın. Ben öyle yaptım. Yapıyorum.
Çocukları eğitelim demekten de vazgeçin. Çocuklar siz ne yapıyorsanız onu yapıyor. Ben babasına “Baba oraya atma” dediği için azar işiten, annesinden “Sus bakim rezil etme beni” diye çimdik yiyen çok çocuk gördüm. Büyükleri bilinçlendirmek gerek.
Plastik kapakları TOFD için ayırıyorum. Bu konuda basında eksik bilgili sansasyon bir haber olmuş ve sırf bu yüzden kapak toplanmasından vazgeçilmiş.
Bakın mavi kapaktan vazgeçtiğimiz günden beri yüzlerce insan tekerlekli sandalye sahibi olamadığı gibi o kapaklar da doğada kaldı. Devam etsek, plastik kapaklar konusu büyür ciddileşir, kamuoyu oluşur.
Sen hem kapaktan vazgeçip hem engelli vatandaşı mağdur edince; olay kazan-kazan olmaktan çıkıp kayıp-kayıp oluyor.
Bafa Gölü’nün dibinde, zeytin ve incirlerin içinde doğal yıldızlı bir otel. Doğal yıldızlı ne demek biliyor musunuz? İstersen don paça takılabildiğin, süslenmek zorunda hissetmediğin, sıcaklarsan hamağın solundaki hortumu eline alıp içinde güneşten kaynamış suyun akmasını beklerken toprağı suladığın, su buz gibi akmaya başlayınca üstünde başında ne varsa umursamadan başından aşağı kendini soğuttuğun bir cennet otel demek.
Bahçesinde karşılaştığım Şadi Amca bana, incir ağacından bir incir koparıp “al ye kızım” dedi. Bir de bir kadeh şarap içtim yemekte, ödemek istediğimde, o güzel derin mavi gözlü Bey, “Siz buraya böylesi farkındalık dolu işler için gelmişsiniz, afiyet olsun, şarap bizden” dedi.
Afiyet bal, sağlık, mutluluk oldu bu otelin kalbimdeki yeri.
Tıpkı Şirince Matematik Köyü gibi.
Kim bunlar?
32 genç.
Aslında aklımı değerlerimize taktım.
Bu yazıyı okuyan herkesin şu hayatta en çok önemsediği değer nedir bilmek isterim mesela.
Çoğu zaman bunu eş dost sohbetinde sorunca bile kesin bir cevap alamıyorum.
Ben buralarda bir soruya cevap almakta hep zorlanıyorum.
Her cevap alamadığım ve lafın dağlara taşlara kadar uzandığı ortamda Soma faciası sonrası yapılan o basın toplantısı aklıma geliyor.
Sorulara cevap yok. Bahane çok.
Değerler de yok.
Hepsi kızımın okuldan sınıf arkadaşları.
Önce bizimle 3 buçuk gün, sonra da Melislerde 3 buçuk gün geçirdiler. Her şey o kadar eşit ayarlandı ki -zaman bile- aralarındaki adalet duygusu bizi kahkahalara boğdu.
Biz alışmamız bu kadar eşit paylaşıma.
İdare ettiriveririz illa.
Ne düşündürücü bir şey değil mi? (Bir ben düşündürücü buluyor olamam değil mi?)
Bir ara birbirlerinde kaldıkları zamanı saat bazında eşitlemeye çalışırken, “kızlar kasmayın dünyanın bin türlü hali var, gelin 3.67’şer günde anlaşalım” filan derken buldum kendimi.
14 yaşlarından beri tek başlarına uluslararası seyahat eder hale geldiler de nihayet ilk defa yazın da buluşabildiler.
Sallayamıyorum ben o poşetleri, hiç kusuruma bakmayın. Milyar adet şey güncellensin, modernleşsin; ama bazı şeylerimize kimse dokunmasın.
Paşabahçe, insanın aklını başından alan bardaklar tasarlıyor mesela. Onlarca tasarım içinde ben yine de gidip ince belli tombul totolu çay bardaklarımızdan alıyorum.
Tam bizden onlar.
Türk kadını gibi, üstü de altı da azcık dolgun ve beli ince.
Tiryakilik böyle bir şey.
En son aşkım da semaver. Yok modern elektrikli olanlardan değil. Bildiğin odun ateşinde çay yapmak için teneke semaver.
Geçtiğimiz kış Ankara’dan Bayram buldu aldı, onu taşıdım Dubai’ye. Yalıkavak’a gelir gelmez yine başladım semaver aramaya ve buldum. 35 lira tek musluklu olan, 40 lira çift musluklu olan...
Ben değiştim.
O yüzden bağımlısı oldum.
Kılık kıyafetlerin üzerimize bindirdiği yüzlerce fuzuli “olmasa da olur” etiketten, kimlikten uzaklaşınca, küçük kız Yonca’yı hatırladım.
Bin çeşit alengirli, afili, reklamı yapılmış, rüştünü ispatlamış, tescilli garantili, seni neredeyse uçuracak ürün ve malzeme olmasa da hayatın gayet güzel devam ettiğini, hatta çok da nefis devam ettiğini hatırladım.
“Ne çok yükümüz var” yüzleşmesiydi benim için.
Oysa her şey çok basitti, her şeyi zorlaştıran bizdik.
“Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diyor ya Yeni Türkü o şarkıda, işte o cümleyi çok feci anladım mesela.
Argos in Cappadocia Oteli’nin balkonundan sonsuz manzaraya bakarak yazımı bitirip yarış kamp alanına giriş yapacağım.
Startı dün aldık. 3G çalıştığı ve gücüm yettiği zaman Instagram’dan canlı yayındayım. Amacım buraları ve “bunlar neden koşuyo” kafalarını anlatıp özendirmek.
Instagram: @4yaprakliyonca
Kaç çılgınız?
97 kişiyiz. 46 kişi Ultramaraton kategorisinde 260 km koşacak. Kalanlar 6G, 4G ve uzun gün kategorilerinde.
Kurumsal hayattan gelen biri olarak takım ruhu denen şey için onlarca etkinlikte bulundum, hiçbiri bana buralardaki kadar TAKIM ruhu nedir anlatmadı. İsterdim ki takımsal gruplar da olsun. Umarım Likya Yolu Ultramaratonu için kurumsallar uyanır.