Bu hafta imkanım ve 3G oldukça hurriyet.com.tr’ye yazacağım.
İlk defa 2012’de katılıp hayatımda her açıdan dönüm noktası olan, Likya Yolu Ultra Maratonu’ndayım.
7 gün boyunca hayatım doğadan ve huzurdan başka bir şeyle dolu olmayacak.
Taş, toprak üzerinde uyku tulumumda, yörük çadırında yatıp kalkıp koşacağım. Yıldızların altında uyuyup uyanıp, güneşin altında, denizin dibinde, dağların içinde ve tepesinde, ulu ormanların sonsuzluk hissinde 7 gün yaşayacağım.
Binlerce yıllık tarihi Likya kalıntılarının içinde kendimden geçmiş bir şekilde koşabildiğim yerleri koşup, koşamadığım yerleri dura dinlene, yürüyerek hatta gerekirse emekleyerek yani devam etmek için ne gerekirse onu yaparak azimle ilerleyeceğim.
En önemlisi ne biliyor musunuz?
Bu yol benim için bir çeşit hac yolu gibi. Ya da özgürlük yolu.
Bütün Bodrum ahalisine büyük, çok büyük geçmiş olsun.
Ömrühayatımda böyle bir yağmur, böyle bir gök delinmesi, toprak kayması görmedim.
Yalıkavak’tayım.
Yalıkavak yokuşları, kayalıkların arasından fışkıran şelalelere dönüşmüştü.
Çarşı içinden dere akıyordu. Sel aldı her yeri. Sonradan Bodrum’un durumunu öğrendik... Bin beter.
Yollarda, asfaltta resmen kraterler açılmış gibiydi. Öylesine deldi geçti gök yeri.
İçim acıdı hâlâ alamadığımız derslerin kurbanı olmamıza.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiiridir; Kağıt Gemi.
Şükretmeyi seven bu Yonca’nın, en sevdiği şiirlerden biridir.
3 sene önce Yalıkavak’ta Candaş Arın’ın fotoğraf galerisinin vitrininde çıktı karşıma.
Candaş’ın Bedri Rahmi Koyu’nda (Taşyaka’da) çektiği fotoğraf beyaz bir kağıt gemiydi. Ben aldım o fotoğrafı.
2012’de ayrı, bu sene mart ayında da Bedri Rahmi Koyu’nun tam o balık resminin oraların talan edilme riski üzerine yüreğim hoplayarak yazmıştım.
Bugün de yazmamın bir başka önemi var; ama önce şiiri hatırlatayım size...
Sanırım en son ortaokuldaydım bir müzikle böylesine derinden etkilendiğimde, müzisyene bu kadar delice hayran olduğumda.
Bugüne kadar kaç tane Cem Adrian bileti aldım ve bin türlü “bana özel” nedenden gidemediğim için sakladım bilmem.
Hep de iki bilet alıyorum.
Biri benim, öbürü de benim!
10. yıl konserine gittim sonunda. Kalbim hani avuçlarına alsan sağa sola saçılacak kadar çarpıyordu.
Bu yazıyı da, resmen, sırf delice canın çeksin, o kadar çok canın çeksin ki, Cem’i mutlaka canlı izleyelim dedirtmek, kıskandırmak için yazıyorum aslında.
Bu sayılmasın.
Çocuk onları durdurmaya çalışırken, arkadaşları haliyle dalga geçerek iyice azmışlar.
Her şey bittiğinde, bizimki hâlâ, belki aralarında yaşama şansı olanlar vardır diye ölü kurbağaları kurtarmaya çalışırken fenalaşmış. Öğretmenler o zaman durumun farkına varmış ama olan çoktan olmuş.
Bu olay hepimizi çok derinden etkiledi. Şu an yazarken bile hâlâ ellerim titriyor.
Bu çocukların yaşı 10 bakın.
Hepimiz bizimkinin haline ayrı, bu vahşiliği sergileyebilen çocukların haline ayrı üzüldük.
Arkadaşım; hem okulun çocuklara yaptıklarının ciddi bir suç, bir katliam olduğunu anlatması; hem de ailelerin çocuklarının bu kadar masum canlıları sırf akran zorbalığı adına katledebilmelerinin yarın öbür gün nasıl bir şiddete dönüşebileceğini görmesi için yırtındı.
Bütün bunları atlattığımızda geriye hepimizde hem bir yara hem de bir şükran duygusu kaldı.
Birden bu güzel kadın çıktı karşıma. Ona bu gözle bakınca umutlandım.
Siz nereden çıktı şimdi bu “kadın”, bu neyin kafası filan demeden, bir anlatayım size kimdir bu kadın.
Öyle bir kadın ki bu; gözü kapalı olsa bile uyanık.
Her daim güzel ve her şeye rağmen bakımlı. Ne olursa olsun, her yeni güne gülümseyerek, umutla başlamayı istiyor.
Ah bir de rahatlasa, azıcık huzur bulsa...
Saçları çok dalgalı Ege kıyılarında. Kolay sızamazsın arasına, sızdın mı çıkamazsın yüzüne gözüne bulaştırmadan havasını suyunu.
Yanakları güneyde sıcaktan al al olur.
Bu müthiş sonuçları bizlere yaşatan takımlarımızı görünce bu yazının bir yerinde veya cümle içinde “engel veya engelli” kelimelerini kullanmak filan, bana süper boş ve anlamsız geliyor.
Öyle şahane bir şekilde “engel” kelimesini yerle bir edip hayatta hiçbir şeyin sana engel olamayacağını anlatıyorlar ki hepimize, kelimenin kendisini tüm sözlüklerden silmek geliyor içimden.
Çünkü engel diye bir şey yok!
İşte bu bizim 12 Cesur Yürek. bu sonuçla 2016’da Rio’da düzenlenecek Paralimpik Oyunları’na da katılmaya hak kazandı!
Ben bu yazıyı yazarken henüz final maçı oynanmamıştı. Dün akşam oynanan final sonucu ne olmuş olacak bilmiyorum; ama bildiğim 12 Cesur Yürek 2016’da Rio’da!
Garanti Bankası’na kalbimi gümbürteden tüm sponsorlukları için ayrı; Kurumsal Pazarlama ekibinin destekledikleri projelere canla başla ve gönülden bağlanarak verdikleri değere ayrı teşekkür ederim.
Ve Sevgili 12 Cesur Yürek,
Bunları alıp sana iyi gelirse çevrene de iyi gelecek bir şeylere çevirmek mümkün. Bir tercih aslında.
Ben tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrası içinde kin, nefret ve özgüvensizlik biriktiren gençliği ancak atletizme özendirerek kurtarabileceği umuduyla yola çıkıp, spor ayakkabısı markası yaratan Kihachiro Onitsuka gibi düşünüyorum.
Kim mi bu adam?
Bu adam, dünyaya nefret ve intikam duyguları ekmeye devam etmek yerine, sporun barışçıl ruhunu miras bırakmayı hayal ettiği için “Sağlam kafa sağlam vücutta” cümlesinin Latince baş harflerini alıp “Anima Sana In Corpore Sano” ASICS markasının kuran adam.
Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur, evet. Atatürk de boşuna dememiştir. Stratejidir, bireysel görünen en büyük birliktir atletizm.
Spor insana sabır, sevgi, dayanışma, dayanıklılık kazandırır.
İşte bu yüzden sizlere rahatlayıp deşarj olabileceğiniz sportif etkinlikleri haber veriyorum.