Abooo o ne kalabalık, cümbüş, gürültü, bağırtı çağırtı, stres, korna sesi, trafik...
İnsanlar sanki sinirle besleniyor, huzura savaş açmış gibi.
Oysa tam da şu dönemde daha özenli olmamız gerekmiyor mu?
E peki bunu sen ben yapmazsak, kim yapacak?
Ona buna kızanların hepsi kızdıkları insan profiline benzer davranışlar sergilemekle meşgul, kalanlar da bu ülkeye inanmamakla.
E bu durumda bence kapatalım dükkanları gidelim arkadaşlar var mı öyle!
Ben hırsa maruz kaldığımda veya hırsı gözlemledikçe hırpalandığımı fark ediyorum.
Açtım baktım.
TDK şöyle tanımlamış bu ikisini;
Hırs
1- Sonu gelmeyen istek, aşırı tutku
2- Öfke, kızgınlık
Azim
Bir işteki engelleri yenme kararlılığı
Kişi elbet kendinden bilir işi ya; ortamda bitmek bilmeyen fitlik, diyet miyet konusu döndükçe iyice beter etkileniyorum.
Yeter diye bağırasım geliyor. Sürekli kaç aldın, kaç verdin muhabbeti. Hele de bu konuda hassasiyetin varsa, algıda seçicilik yüzünden zıp diye yakalıyorsun bu cins haberleri her yerden.
Ve eğer bu ortamdan ben bu kadar etkilenip bunalıyorsam bilmiyorum sesini duyuramayan, imkanlar içinde yüzmeyen insanlar ne halde. Öyle ki, o kiloyu vermek için zıkkımın kökünü içeceksin deseler, yapacak halde insanlar var...
Sanırım 1-2 sene önceydi, bu konuda yazdığımda beni en çok etkileyen özellikle 13-17 yaş arasında gençlerden gelen yorumlar olmuştu.
Ben üniversitede nasıl blumik olduğumu, kendimi nasıl hırpaladığımı, nasıl şansla kurtardığımı yazmıştım. Bunun üzerine daha ortaokul-lise çağında bir dolu gençten içimi parçalayan mail’ler yağmıştı.
Ailesinin erkek olduğu için kilo problemi olduğuna inanmadığını veya evdeki ortamdan dolayı nasıl da yiyip yiyip kustuğunu, erkek arkadaşına güzel görünmek için başka şansı olmadığını, annesinin takıntısından kendinin de etkilendiğini yazan onlarca genç...
Ya evdeki ortamdan, ya içinde bulundukları çaresizlikten ya da ortamın üzerlerinde yarattığı zorbalıktan bahsediyordu hepsi de.
Arkadaşlar bizim ki de can!
“Hey maşallah!” dedim ben de onca kendine baktıran adamı bir arada yan yana dizilmiş görünce.
Hayır doğal bir tepki bizimkisi. Seç beğen al diyeceğim de, öyle olmuyor ki!
E yani eğri oturalım doğru konuşalım, arkadaşlar.
Pek sık görülen bir sahne değildir bizde hani. Bir dizi çok hoş adam aynı anda yan yana...
Böyle durumlarda da hep kuzenimin yorumları gelir aklıma.
“Güzel bir adam görüp de etkilenmeyen veya etkilenmediğini söyleyen bir kadın olamaz” der.
16 yaşındayken eve giren hırsızla karşı karşıya kalıyor ve hırsızın silahından çıkan kurşunla omurilik felçlisi oluyor.
Hırsız, Kinem’den hareket özgürlüğünü çalıp kayıplara karışıyor. Hâlâ da yakalanmış değil. Ortalıklarda dolaşıyor...
Kinem o günden sonra hayatını tekerlekli sandalyeye bağımlı olarak yaşamaya başlıyor.
2012 yılında Bucalı Engelliler Spor Kulübü’nde Tekerlekli Sandalye Basketbol takımı ile tanışıp, 2 yıl boyunca formalarını giydikten sonra Karşıyaka Engelliler Spor Kulübü’ne transfer oluyor.
Kinem, halen Karşıyaka Engelliler Spor Kulübü Basketbol Takımı’nda forma giymeye devam ediyor.
2015/2016 Tekerlekli Sandalye Basketbol Bölgesel Ligi’nde mücadele eden takım ile ligi namağlup olarak tamamladılar ve 1. lige yükselme (play off) müsabakalarına katılmaya hak kazandılar.
Kinem bununla da kalmamış.
Aklımızı güzellikle, fitlikle (kelimesinden gülme tutuyor ya neyse), bozduğumuzdan beri içim şişti.
Nereye baksam birileri sürekli çok işe yarayan binlerce şey paylaşıyor.
Neyi deneyeceğini şaşırtan, denemezsen ayıp olur gibi bir baskı olan bir ortam var.
Dahası beni çok affedin, ben bu binlerce şeyi yapan kimi insanların kendi hallerinden daha iyiye gittiğini çok da göremiyorum.
Ben mi körüm? Açıkçası pek anladığım şeyler de değil. Belki ondan.
Yoksa onca şeye para pul dökünce artık bunun iyi bir şey olduğuna inanmak, öyle bakıp öyle görmek istediğimizden dolayı mı “ay nefis olmuş” filan deniyor hiç anlamadım.
Ya da bu konuda konuşmak koca bir sektörü rahatsız edebileceğinden dolayı mı cıs.
Değişik dikilmiş kıyafetler filan, bakayım dedim.
Dükkan sahibi kadın benle sohbete başladı.
Ufak tefek, zarif, aksanından İtalyan galiba diye düşündüğüm bir kadın. 40’larında var ya da yok.
Derken mağazada bir koltuğun üzerinde avuç içi kadar bir kedicik. Siyah beyaz. Gözleri boncuk gibi. Ama nasıl tatlı bi şey. Bana bakıyor öylece.
Şok oldum. Çünkü Dubai’de bir mağazada, öyle bir ortamda herhangi bir evcil hayvan bulunduramazsınız.
Suç ve yasak. Sonuçları çok ağır. Dükkanı kapatırlar.
Seni ülkeden atmaya kadar gidebilir. Hayvanı da alırlar, ne yaparlar bilemem.
Ben her iki hamileliğimde de bebeklerimin cinsiyetini öğrenmek istememiştim. Doğunca, kucağımıza alınca bilelim demiştim.
Etraf buna şaşırmıştı. Benim içinse doğal olanı buydu.
Herkes “e nasıl isim seçeceksin, odasının rengine nasıl karar vereceksin” deyip duruyordu.
Hiç aklıma gelmemişti bunlar.
Aklımda hiç renk ayrımı yoktu; kızlara pembe, erkeklere mavi gibi.
Ben bebek deyince hep başka şeyler düşlüyordum.
Mesela ilk hamileliğim, yani Destina’ya olan, hep bir yunus hayal ederek geçti. Gülümseyen yüzü ve akla gelince gülümseten fikri; insana güven veren, eğlendiren, hareketli bir canlı. Cıvıl cıvıl. Yardımsever. Zarif. Güçlü. Atak. Duygusal anlamda da zeki.