Yener Süsoy

2012 Olimpiyatı İzmir'in hakkı

20 Ağustos 2001
İzmir'in çok renkli Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina, 2012 Olimpiyatları'nın İzmir'in hakkı olduğunu söyledi. Arkadaşımız Yener Süsoy'a konuşan Piriştina, ‘‘İzmir'in bunu yapacak gücü var. Yeter ki İstanbul için çıkarılan yasalar İzmir için de çıkarılsın’’ dedi.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'ya bizim Nedim Demirağ, ‘‘Kral Zogo'nun prensidir’’ diye seslenir hep. Başkan'ın Çeşme'deki yazlık villasının verandasındaki kahvaltı Nedim'in bu sözleriyle başladı.

- Arnavut Kralı Zogo'yla öyle akrabalığımız filan yok, sadece baba tarafımdan çok sıcak dostluk bağımız var. Amcam vefat edinceye kadar Zogo'nun oğluyla olan irtibatını hiç kesmedi. Kökenimiz soyadımızdan belli olduğu gibi Kosova'nın başkenti Priştina'dan. Anne tarafım 1920'lerde İzmir'e göç etmiş, birkaç yıl sonra da burada büyük bir un fabrikası kurmuşlar. Babamların gelmesi ise 1940'larda. Babamın teyze tarafı hálá orada yaşıyor, milletvekiliyken bir kere ziyaretlerine gittim. Soyadımız alınırken nüfus memuru imla hatası yapmış, onun için P ile R arasına İ harfi girmiş.

BİRAZ TERSİM GALİBA

Başkan'ın 27 yıllık eşi Mine de kendisi gibi Arnavut kökenli. Çocukluğumuzdan beri hep duyarız, ‘‘Arnavuttan kız alınır ama, kız verilmez’’ derler.

- Arnavut erkeğinin kılıbık olmadığı sözü benim için de doğrudur, kadına değer vermediği ise yalandır. Ayrıca ‘‘Arnavuta kız verilmez’’ demezler, ‘‘Verilmesi tavsiye edilmez’’ derler. Bizim için de kadın çok değerlidir, başımızın tacıdır. Ayrıca bence her kadın çok güzeldir, hiçbir kadın çirkin değildir. Biraz ters olduğum doğru galiba, çünkü başta eşim, yakınlarım kolay insan olmadığımı söylüyor. Halbuki ben kendimi çok hoşgörülü, toleranslı insan olarak görüyorum. Belki zaman içinde çocuklarıma da örnek olayım diye fazla ilkeli göründüm. Başarılı olmak konusunda hırslıyımdır, üstlendiğim görevi kesinlikle sonuna kadar götürürüm. Koyduğum hedefe ulaşmak için en yüksek gayreti gösteririm, geriye dönmem, sözümün arkasında dururum.

KAVGACI DEĞİLİM

Rivayet olunur ki ‘‘Arnavut kuşağını yere sürerek gezermiş, biri üstüne bassın diye.’’

- Yok canım, durduk yerde neden olay çıkaralım ki. Kaldı ki, ben hayatımda fiziki anlamda hiç kavga etmedim, etmesini de bilmem. Bir olayım oldu, onda da kendime zarar verdim. 1980'de rahmetli annemi üçüncü kez acil ameliyat için Londra'ya götürmemiz gerekiyordu. Geçen her dakika kadını ölümü götürüyordu ama, o tarihte pasaport çıkarmak, döviz almak bir büyük problem. O gecikmeler içinde cama bir yumruk attım, her tarafım revan içinde kaldı, o kesiğin izleri hálá durur.

HİÇ NİKAH KIYMADIM

Belediye Başkanı dediğin ünlülerin çocuklarının nikahını kıyar, o balo senin, bu kokteyl benim dolaşır.

- Yener hocam, belki beni sıkıcı bulacaksın ama, salon adamı da değilim. Mesela belediye başkanı olarak bugüne kadar tek bir nikah kıymadım, kıymam. Hemşerilerimin hepsi benim için aynı, hepsine aynı mesafede bulunmam gerek, yakınlarıma bile ayrıcalık yapmam. Açılışlara eğer üst düzey katılım zorunluluğu yoksa gitmem. İcra görevimden temsil görevime zaman aktarmak istemiyorum.

TABLO KOLEKSİYONU

‘‘Kendin için yaptığın hiçbir şey yok mudur more Ahmet ?’’ diyesi geliyor insanın.

- Kitap okumak, sanat etkinliklerini izlemek, huzurlu aile ortamım bana yetiyor. Bir de son 20 yıldır gelişen küçük çaplı bir resim koleksiyonum var. İlk aldığım tablo Nedim Günsur'un eseriydi. Sonra onlara ‘‘Değirmen’’ ve ‘‘İstasyon’’ tablolara eklendi, sanıyorum sayıları 30'a yaklaştı. Bunların içinde Orhan Peker var, Burhan Uygur var, Nuri İyem'den 5 tane var, Orhan Taylan var, birkaç tane Aydın Ayan var. Şimdilerde en büyük arzum Neşet Günal'ın birkaç tablosuna sahip olmak. Bunların dışında kendimle ilgili büyük hayallerim yok. Benim bütün hayallerim İzmir'imle ilgili.

Bugünkü fuar anlayışı değişmeli

Bodrum, Selçuk, Dalaman gibi havaalanları, turizm açısından İzmir'i olumsuz etkiledi. O turistik yörelere eskiden İzmir merkezli olarak gidilir, kent içinde kalınırdı. Onun için İzmir'i yeniden bir cazibe merkezi haline getirmemiz şart. Bunun için raylı sistem projemiz var. Bunun birinci ayağı Menderes'ten Aliağa'ya kadar uzanan 80 km'lik mevcut demiryolu hattını metro standartına çıkaracağız. Ondan sonra bu hat Selçuk'a kadar uzanacak. Bir de bugünkü fuar anlayışını kesinlikle değiştirmemiz gerek.

İzmir'in gücü var

2005 Dünya Üniversite Oyunları İzmir'e büyük canlılık getirecek. Bu, olimpiyatlardan sonra dünyanın en geniş katılımlı spor organizasyonu. 9 bine yakın sporcu katılıyor, ayrıca bunun idarecisi, teknik ekibi, taraftarı var. İzmir bu sayede 15 gün uluslararası tanıtım yaşayacak, kentte büyük bir canlılık olacak.

Belki de 2012 Olimpiyatlarının İstanbul yerine İzmir'de yapılması gündeme gelecek. İzmir böyle bir organizasyonu gerçekleştirecek güçte, yeter ki İstanbul için çıkarılan özel yasalar bizim için de çıksın.

Pırıl pırıl bir İzmir Körfezi'ne az kaldı

İzmir'in eski halini seviyorum, böyle kalabalık değildi, göç yaşamıyordu. Buca'ya ulaşım 4 otobüsle yapılırdı. Bugün ise İzmir içinde 1500 otobüs geziyor. Kordon keşke doldurulmasaydı, ama yapılmış. Biz de hiç olmazsa buradan otoyolu geçirmeyelim, eskisi gibi insanlar gezinti yapabilsinler dedik. Yargı durdurmamış olsaydı o viyadükler Kordon'a inerek Cumhuriyet Meydanı'na kadar gelecekti. Kimileri belki ‘‘Günah değil mi?’’ diyordur ama, yol huni yapacağı için yeni yeni 100 milyon dolarlık yatırımlar gerekecekti. Neyin uğruna? Bırakın görsel kirliliğini, denizle bağlantıyı koparmasını, ekonomik boyutuna yargı izin vermedi. Bayındırlık Bakanlığı ve Karayolları'yla bir uzlaşmaya varıp yapılan bu viyadüklerle limana giriş çıkışı sağlayabiliriz. Kordon'un geçmişteki hali çok güzeldi ama, bugünkünün fonksiyonunu da yabana atmamak lazım. Körfez'de değişim başladı, martılar çoğaldı, balıklar çeşitlendi. Bunları duyduğum laflardan değil bilimsel parametrelerle yakından izliyorum. Pırıl pırıl bir İzmir Körfezi'nin gerçekleşmesine çok az kaldı. İzmir bir şantiye görünümü içinde, birkaç iş birden birleştiği için. İzmir'in en büyük rüyası olan Büyük Kanal Projesi gerçekleşti, burun kıran kokular kalmadı. Şu anda Karşıyaka, Alsancak, Güzelyalı sahilleri yapılıyor, yıl sonuna kadar kirliliğin yüzde 90'nı tutmuş olacağız.

Sabah kahvaltısında ayran içerim

İçkiyi hem güzel hazırlarım, hem güzel içerim. Bu konudaki pirimiz Nedim Demirağ'dır. Gençliğimizde bizlere keyifle içmenin yollarını denize masalar kurarak öğretti. Uzun masa sohbetleri gerektiren içkilerden çok aperatifleri tercih ediyorum.

Ekmeğin her çeşitini çok severim, ekmek yemezsem kendimi aç hissederim. Sabah kahvaltısında ayran içmeye bayılırım.

Şimdilerde cebimde tesbih taşır oldum. Hoş bir görüntü vermediği için uluorta elime almamaya çalışıyorum.

8 nisan 1952 doğumluyum, evlilik tarihimiz 28 haziran 1976. Çocuklarımızın doğum günleri 20 haziran. 1978 doğumlu olan Levent bu yıl Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler'i bitirdi. Ondan üç yaş küçük olan Zeynep ise Yeditepe Üniversitesi'nde reklamcılık okuyor.
Yazının Devamını Oku

İnsan haklarını ilk uygulayanlar Hititler

14 Ağustos 2001
Arkeolojinin dünyadaki en büyük isimlerinden Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal, arkadaşımız Yener Süsoy'a Anadolu'daki tarihsel zenginliğin ölçüye gelmeyecek boyutta olduğunu söyledi. İnsan haklarını tarihte ilk kez bir Anadolu uygarlığının, Hititler'in yaşama geçirdiğini belirten Prof. Akurgal, Türk arkeologlarının uluslararası düzeyde olduğunu bildirdi.

Ecevit’i beğenirim

Bülent Ecevit'i yıllardır tanırım, beğenirim. Bence demokratlığı yarım ama üç beş sene daha böyle devam etmeli. Türkiye yavaş yavaş hakiki demokrasiye kavuşacak.

Üç güzel adam

Çelik Gülersoy başarılı bir adamdır, İstanbul'a çok güzel şeyler yaptı. Hayrettin Karaca da başarılı adam. Bir de İbrahim Betil eğitim için çok iyi çalışıyor.

Eşi Prof. Dr. Meral Akurgal anlatıyor:

Türklüğüyle övünür

Profesör, benim DTCF'den hocam. 1976'da onun yanında master yaptım, sonra da doktoramı verdim. Profesör'le 13 Nisan 1991'de Ankara'da evlendik. Her şeyden önce Türklüğü ile iftihar eden bir insandır. Çok doğrudur, insanlara her zaman değer verir. Bütün güzel erdemlerin hepsi onda toplanmış. O kadar farklı bir insandır ki, kelimeler anlatmaya yetmez. Her zaman haklının yanında yer alır, kimsenin aleyhinde bulunmaz. Hayatta en zevk aldığı şey kitap yazmak, bunun dışında dünya umurunda değil. Türkiye ve dünya siyasetini, hatta ekenomisini çok yakından izler. Önceleri hep sizli bizli konuşuyorduk, kendisi çok ısrar ettiği için son yıllarda ona adıyla hitap ediyorum ama, zor oluyor. O beni zaman zaman ‘‘Sultanım‘‘ diye çağırır, bu beni çok duygulandırır. Ben 53 yaşındayım ama, aramızdaki yaş farkının farkında değilim.

Akurgal soyadının Sümer çivi yazısıyla yazılışı

Onur kırıcı ceza Anadolu'da yoktu

- Hitit Uygarlığı'nı komşularından ayıran en önemli özelliği, insan haklarına duydukları saygıdır. Albrecht Goetze'nin saptadığı gibi Hititler insan haklarına büyük önem veriyordu. Onur kırıcı cezalar, Asur kanunlarında görülen acımasız yargılar Hitit hukukuna yabancıydı. Asurların uyguladığı düşman vücutlarının parçalanması, ateşle yakılması, esirlerin kazıklara oturtulması ya da derilerinin yüzülmesi, kesilmiş insan kafalarından piramitlerin oluşturulması çeşidinden davranışlar, Hititler'de söz konusu değildi. Kölelerin hakları bile güvence altındaydı. Mesela kölelerle evlenen kadınlar özgürlüklerini kaybetmiyorlardı. Böyle bir evlilik bozulduğunda varlıklar ve çocuklar, özgür vatandaşlar için öngörülen ilkelere göre paylaşılıyordu. Bu özellikleriyle Hititler, eski çağ tarihinde seçkin bir yer alırlar.

Hitit protokolü bugün yaşıyor

Kazılardan ortaya çıkardığımız belgelerde görülür ki, Hitit protokolünde erkek gelinin duvağını açar ve ona yiyecek ya da içki sunar. Kadın yüzünü açıkta bırakan, başını, ensesini, vücudunu örten ve ayak bileklerine kadar inen bir giysi taşır. Anadolu geleneği olan bu örtünme bugün bazı yerlerde görülen çarşaftan tamamen ayrıdır. Bu ‘‘Hitit Protokolü’’ Anadolu'da, Roma Dönemi'nde kadar devam etmiş, ondan sonra Jupiter Dolichenus inancıyla Avrupa'ya geçerek günümüze kadar gelmiştir. Gerçekten de, son İran Şahı Rıza Pehlevi ve son İngiliz Kralı Edward gibi krallar da törenlerde eşlerini eski Hitit protokolündeki gibi sol yanlarına almışlardır.

DÜZELTME

Röportajımın dünkü bölümünde 1932 yılında Alman Markı’nın değeri markının değeri yanlış çıkmıştır. Doğrusu 1TL=2.5 Alman Markı olacaktır. Düzeltir özür dilerim. Yener Süsoy
Yazının Devamını Oku

90 yaşındaki antik uygarlıklar dedektifi

13 Ağustos 2001
Cumhuriyetimizin yetiştirdiği Akurgal'lar olmasaydı, Anadolu'da doğup büyüyen, birbirleriyle harman olan uygarlıkları nereden öğrenecektik? Akurgal'lar olmasaydı toprak altında kalan tarihi zenginlikler nasıl gün ışığına çıkacaktı? Akurgal'lar olmasaydı bunca arkeolog nasıl yetişecek, bunca eğitim kurumu nasıl kurulacaktı? Akurgal'lar olmasaydı bunca tarihi şehir nasıl ortaya çıkacaktı?.. Arkeoloji dünyasının uluslarası simgesi Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal, bugün 91 yaşında ve hálá görevinin başında. İzmir Bayraklı'daki Kültür Bakanlığı'nın iki katlı mütevazı kazıevine gidip ak saçlı Ekrem hocayı görün, yıllardır Anadolu'nun zenginliklerini gün ışığına çıkaran ellerinden öpün.

Biz öyle yaptık. İşte Anadolu arkeolojisinden aldığı ışıkla dünya uygarlığını aydınlatan Ord. Prof. Dr. Mehmet Ekrem Salih Akurgal.


Ekrem Akurgal 1911 yılında bugün İsrail sınırları içindeki Hayfa'nın Tulkarem kasabasında dünyaya gelir. Çoğunluğu Araplardan oluşan yerli halk ailenin bu ilk erkek çocuğunun doğuşunu silah sesleriyle süslenen bir şölenle kutlar.

- O günden sonra benim adıma bağlı olarak babama Ebu Ekrem, anneme de Ummu Ekrem diye hitap etmeye başlamışlar. Büyükannem, sol omuzuma altın yerine Fatih döneminden kalma bir Osmanlı sikkesi takmış. Doğduğum çiftlik, sonraları arkeoloji dünyasında büyük önem kazanan Caesaria kentinin yanıbaşında. Böyle şeylere inanmam ama, sikke ve çiftlik ileride arkeolog olacağımın işareti miydi dersin?..

Ekrem üç yaşına bastığı gün ailece önce İstanbul'a, oradan da halasının Akyazı'daki çiftliğine giderler. Hersek Müftüsü Cabizade Ali Fehmi Efendi'nin eşi olan halasıyla yaşayacaktır küçük Ekrem.

- Konakta haremliğiyle, selamlığıyla 11 koca oda vardı. Sarnıçtan tülbentle süzerek içtiğimiz böcekli suyu hiç unutamam. O zamanlar Türkiye'nin en fakir, en acıklı, en zor yılları. Fatih'teki evimizin elli metre ötesindeki bir konakta Rufai tekkesi vardı. Doktorumuz, dişçimiz ya Ermeni ya Rum ya da Yahudiydi. Alışveriş yaptığımız insanların hepsi de Rum ve İranlıydı. Türkler ise fakir köylü, biçare memur ve zavallı askerdi. Düşünün, o kadar dindar olan mahallede Rufai tekkesinin yanında veya müderrisin evinin yanındaki bakkal, adı Mihal olan bir Rumdu.

PADİŞAHIM ÇOK YAŞA

Akurgal 1917'de başladığı ilk öğrenimine Mercan Sultanisi'nde başlar.

- Pazartesi, perşembe yarım azat, yani yarım gün ders yapıyorduk. Eve giderken Sancak-ı Şerif önünde ‘‘Padişahım çok yaşa’’ diye bağırırdık. Doğrusu tembel bir öğrenciydim ve 5. sınıfta kaldım. Ertesi sene Vefa İdadi'sine geçtim ve şahane bir talebe oldum. İki sene sonra 7. sınıfta yine kaldım. Tembellikten değil, Şehzadebaşı'ndaki kahvelerde bilardo ve poker oynamaya daldığım için. Yine de orta mektebi birincilikle bitirdim ve 9. sınıfta İstanbul Lisesi'ne geçtim ve işi büsbütün azıttım.

Ekrem hoca diyet kolasından bir koca yudum aldıktan sonra bastı kahkahayı.

POKER VE ZAMPARALIK

- Dinle dinle yahu!.. Yaptım ben bunları. Bir ara Sultanahmet'teki YMCA adlı kulüpte azınlık çocuklarıyla boks yaptım, burnum kırılınca vazgeçtim. Çok iyi poker oynardım, hem de nasıl öf öf!.. Hep kazanırdım, çünkü oyunda azami zararımın ne olacağını peşinen kabul ederdim. Elime iyi kağıt gelmişse hiç belli etmezdim. Babıali'deki İkbal Kıraathanesi'nde meşhur sporcularla, yazarlarla poker oynuyordum. Daha sonra Beyoğlu'nda poker oynamaya başladım. Bir yandan da azınlık kızlarıyla zamparalık yapıyorduk. Bir gece oturup babama mektup yazdım; ‘‘Muhterem pederim ben sapıttım, beni okula leyli (yatılı) ver’’ diye. Babam hemen geldi ve beni okula leyli yazdırdı, bir senede düzeldim. Yener bey, ben en kötü hallere düştüm ama kurtuldum.

YAZAR OLMAK İSTEDİM

Ekrem hoca, Meral'inden bir bardak su istedikten sonra devam etti.

- En büyük arzum edebiyatçı, şair, yazar olmak, durmadan şiirler, hikayeler yazıyorum. Bir gün Ahmet Haşim'i yakalayıp şiirlerimi gösterdim, bekliyorum ki beni tebrik edecek. ‘‘Oğlum sen derslerine çalış’’ deyip beni başından savdı. Hikayelerimi Peyami Sefa'ya götürdüm; ‘‘Güzel ama sen çok oku’’ dedi. Hayatım boyunca hep esef etmişimdir, niye yazar olamadım diye. Liseyi birincilikle bitirmeme rağmen hiçbir üniversitenin imtihanına girmedim. Laf olsun diye hukuka yazıldım ama, sonra sonra beni sardı. Bu arada Atatürk'ün tarih teziyle de ilgileniyordum. Bir gün Cumhuriyet Gazetesi'nde fotoğrafımı gördüm, gözlerime inanamadım. Meğer İstanbul Erkek Lisesi 1930 ve 1931 mezunlarından üç kişiyi Avrupa sınavlarına aday göstermiş. Sevinçten uçtum, belirtilen günde söylenen yere gittim. Fransızcam güzel, edebiyatım kuvvetli, genel bilgim iyi. Tarih okumaya gidecekler için 6, arkeoloji için 1 kontenjan vardı. Ben arkeolojiyi işaretledim ve kazandım.

Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Ekrem'in ayak sesleri.

- Yener bey, 1932 sonbaharında gönderildiğim Almanya'da Almanca, İngilizce, Latince ve Yunanca öğrendim. Devletin parasıyla mükemmel bir öğrenim yaptım. O tarihte 1 Alman markı 2.5 liraydı, ben 96 lira aylık alıyordum, yani yaklaşık 250 mark. Alman öğrenciler 80 markla geçiniyorlardı, düşün. üstelik Hitler iktidara geldiğinde yabancı para getirdiğini ispat edene 1 TL karşılığında 6.5 mark ödüyordu. 1935'ten 1941'e kadar 600 mark gelirim vardı. Birinci sınıf pansiyonlarda kalırdım, özel terzilerden giyinirdim, güzel kızları yemeğe davet ederdim.

SÜMER KRALININ ADI

Akurgal Berlin Üniversitesi'nde 1940 sonuna kadar 8 yıl ünlü arkeolog Gerhart Rodenwaldt'ın yanında klasik öğrenimini yapar. Bir yandan da Helen ve Roma arkeolojisi, eskiçağ tarihi, klasik filoloji, eski Yunanca, Bizans sanatı, İslam ve Türk sanatı ve felsefe tarihi darslerine devam eder. Dahası da var.

- Bir yandan da Hans Ehelhoff'un yanında gönüllü olarak üç sömestr Hititçe çivi yazısı öğrenmeye çalıştım. Tam Lykia kabartmaları üzerine doktora tezimi veriyordum ki, Hitler'in Polonya'yı işgal edeceği haberi yayıldı. Uluslararası Arkeoloji Kongresi'nin dördüncü gününde müfettişlik Türkiye'ye dönmemiz talimatını verdi. Macit Gökberk ve Reşat İzbırak'la birlikte elimizde radyo, üç günde Alman sınırını aştık. Türkiye'nin savaşa girmeyeceği öğrenilince yeniden Almanya'ya döndüm ve doktoramı tamamladım. Bu arada soyadı kanunu çıktığında babama Akurgal'ı önerdim, beğenip kabul etti. Akurgal aslında bir Sümer kralının adı. Sümercede A: su, KUR: ülke, GAL: büyük demek. Akurgal Büyük Su Ülkesi demek oluyor senin anlayacağın.

KAZILAR BAŞLIYOR

Akurgal, 1940 Kasımında vatanına döner. 1 Ocak 1941 günü ise Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin genç ve yakışıklı bir asistanıdır.

- Berlin'de hazırladığım Harpy Anıtı üzerine olan çalışmamı doçentlik tezi olarak verdim. Türkiye'de yazılı tezle doçent olan ilk kişi benim. Ordinaryüslüğü de seçimle alan ilk kişi benim, 1957'den önceki ordinaryüslüklerin hepsi atamayladır. Arkeoloji bölümündeki kitap sayısını ona katlayarak 6 bin cilde çıkardım, ama aslında bu rakamın 30 bin olması lazım. 1948 yılında kazılara başladım. Öğrenciler arasından yetenekli olanları seçerek güçlü bir kadro kurdum. Rasgele değil, belli bir plan ve program içinde eski İon kentlerinin araştırılmasına başladım. Böylece 50 yılı aşan süre içinde Eski İzmir, Foça, Sinop, Daskyleion, Pitane ve Erythrai kazılarını gerçekleştirdim. Bugün üniversitelerde hocalık yapan birçok değerli kişi işte bu kazılardan yetişti. 1956 yılında Türk Sanat Tarihi Kürsüsü'nü kurduk, ‘‘Anatolia’’ adlı dergiyi çıkardık. Bu dergi yüzünden adımı solcuya çıkarttılar. Ne yazık ki bu dergi sonraları pek feci şekil aldı.

TÜRKİYE'YE BORÇLUYUM

Dünyada onbinlerce kitabı satılan Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal'a Almanya Büyük Liyakat Nişanı Yıldızlı Rütbesi ile‘‘Goethe’’ madalyasını, İtalya ‘‘I Cavalli d'Oro di San Marco’’ ve Fransa ‘‘Legion d'Honneur’’ nişanlarını verdi. Türkiye ise Kültür Bakanlığı ödülünü yeterli bulmuş. 90 yaşında hálá dünya uygarlığını aydınlatmak için kazılarda didinen, kitap yazan bu bilim adamının göğsüne ‘‘ Devlet Üstün Hizmet Madalyası’’ takmayı sanki çok görmüş.

- Varsın takmasınlar. Türkiye bana her değerli şeyi verdi. Bayar'dan İnönü'ye, Sunay'a kadar bütün cumhurbaşkanları beni kabul ettiler, Evren hariç. Ben yaptıklarımla çok mutluyum, huzur içindeyim. Bunu da beni okutan, beni yetiştiren Türk toplumuna borçluyum. Son nefesime kadar hiçbir karşılık beklemeden yine ülkemin hizmetinde olacağım.

Türk arkeologlar çok başarılı

İyi bir arkeolog, her şeyden önce kongrelerde tartışmalara katılacak, serbestçe konuşacak derecede bir yabancı dil, özellikle İngilizce bilmelidir. Ayrıca yapacağı araştırmalar için Almanca, Fransızca ve İtalyanca da anlaması gerekir. Bugün birçok arkeoloğumuz dünyanın çeşitli yerlerinde rahatlıkla profesör oluyor, bu büyük bir başarıdır. Türk arkeologlar Türkiye'de kazı yapan yabancı meslektaşlarıyla yarışacak düzeydedir. Türk profesörlerin dünyada başarı kazanmaları için dışarda da görev almaları şart. Yetiştirdiğim gençlerle uzun yıllar beraber çalıştım, başarılı oluşumda onların katkısı büyüktür. Ben değerli bilim adamları yetiştirdiğim için, değerli bilim adamıyım. Yeni Türk gençliği çok şahane.

İlime siyaset karıştı

Türkiye'de sosyal bilimler, 1983'ten sonra hızla tükenmeye başladı, birçokları bunun farkında değil. 1943'ten 1983'e kadar üyesi olduğum, Genel Sekreterliğini yaptığım Türk Tarih Kurumu'nun devletleştirilmesiyle birlikte tarih ve arkeoloji çalışmaları niteliğini kaybetti. Ayrıca son yıllarda ilime siyaset de karışır oldu. Bunca yıldır büyük emeklerle yetiştirdiğimiz gençler, ancak Avrupa'da yapabildikleriyle Türk ismini ve Türk ilmini sürdürüyorlar. Eğer başarım varsa bunun nedeni bilimin geniş alanlarında çalışmış olmamdandır. Meslek hayatında başarılı olmak istiyorsanız, işinize aşkla bağlı olacaksınız.

Bayar, Sunay ve Korutürk siyasete girmemi istedi

Celal Bayar benim siyasete girmemi çok istiyordu. Çok yakın arkadaşım Ethem Menderes vasıtasıyla Demokrat Parti'ye katılmam konusunda bana ısrarlarda bulundu. Daha sonraları Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de bu konuda bana imalarda bulundular. Cevdet Sunay bir keresinde beni Çankaya Köşkü'ne çağırarak Dışişleri veya Kültür Bakanı olmamı çok arzu ettiğini ifade etti. Herhangi bir partiye üye olmadan Meclis dışından tayin edilecektim. Sunay'la iki saate yakın konuştuk, sonunda dedim ki ‘‘Lütfettiniz ama, o makamlarda beni rahat bırakmazlar, istediğimi yaptırmazlar. O zaman böyle göreve gelmenin ne anlamı var?’’ dedim.

Filozof olmak isterdim

İlk eşimden Ali ve Murat adlı iki oğlum var. Ali 53 yaşında, ODTÜ mezunu süper zekalı bir elektrik mühendisi, NETAŞ'ta çalışıyor. Murat ise 48 yaşında, benim gibi arkeolog ama, biraz mirasyedi.

Mesleğime aşığım, ama yeniden dünyaya gelecek olsam filozof olmayı tercih ederim.

1992'de Fransız Akademisi Eskiçağ Bölümü asil üyeliğine seçildim, oradaki koltuğum ölünceye kadar Akurgal adını taşıyacak.

Türkiye'de şeriat tehlikesi değil, şeriat sıkıntısı var. Bununla uğraşanlar artık bir sonuca varamazlar, Türkiye geriye gitmez.



Yazının Devamını Oku

Laila'ya türbanlı müşteri de girer

7 Ağustos 2001
Türkiye'nin en ünlü eğlence mekanının işletmecisi Şefik Öztek, Laila'ya ‘‘düzgün ve estetik’’ şartıyla her insanın girebileceğini, söylentilerin maksatlı olduğunu söylüyor. Mini etklinin de, türbanlının da Laila'ya gelip eğlenebileceğini söyleyen Şefik Öztek, ‘‘Ama adam çok ünlü biri. Belinde sihahı, girmek istiyor. Saatlerce dil
döküyor ve engelliyoruz’’ diyor.

Laila’nın kuruluş hikayesi

- Yaklaşık 15 sene Ahmet ağabeyimin kurduğu tekstil şirketimizde çalıştım. ‘‘Shopping Club’’ adlı mağazalar zinciri kurdum ama, sonunda farkına vardım ki, sevmediğim bir iş yapıyorum. Benim içimde öyle sanayici ruhu yok, o işleri bıraktım. Dekoratör bir arkadaşımla şu anda kışlık Laila'nın olduğu yerde Turqoise adlı bir lokanta açtık. İçindeki 15 kamyon çöpü attıktan sonra muhteşem Horasan tuğlalar ortaya çıktı, 700 yıllık Bizans binası. Lokantada ayrıca sanat galerisi, antikalar, hatlar, fermanlar falan da vardı. Bende eski eserlere, binalara karşı büyük bir tutku var. 200 bin dolarla bu işi kıvırırız dedik, 1 milyon dolara çıkınca ciddi bir yatırım oldu. İlk üç ay işler çok iyi gitti, ikinci sene kötü oldu. Çünkü işin içinde eğlence yoktu. Türkiye'de yemeğin en iyisini sat, servisin en iyisini ver, içinde eğlence yoksa tutmuyor. Üçüncü sene iş yatınca Paris'te Türklerin uğrak yeri olan Buddha Bar'ın İstanbul şubesini açtım. Sonradan açılanlar gibi taklit değildi, 100 bin dolara isim hakkını aldım. Dükkan büyük ilgi topladı, insanlar kapılarda kuyruk oldu. 99 yazında Buddha'nın yazlığını açmak için Pasha'a gittiğimde, baktım ki Alarko işi devretmeyi düşünüyor. İki gün düşündükten sonra Pasha'nın tamamını almaya karar verdim. 28 gün içinde mekanı toparladık, dekorunu değiştirdik. İlk üç hafta yemek ağırlıklı gitti, baktım kulüp olamıyoruz. Bir gecede bir restoranı yok edip orasını da bar yaptım. Gerçekten de ertesi gün hem gece kulübü, hem restoran olarak çok popüler oldu.

Adam çok ünlü biri, ama silahla girmek istiyor

Şefik sigaranın birini söndürüyor, ötekini yakıyor. Laf aramızda yüzü biraz sarı, gözlerinin altı çökmüş. Sabah golf oynadığı için mi acaba?

- Yener ağabey, yürüyen bir ceset gibiyim, çok ciddi şekilde yoruldum. Hizmet satmanın dünyanın en zor işlerinden biri olduğunu geçen dört yılda çok iyi anladım. İnsanları dinlemekten de yorgun düştüm. Psikolog olsam günde 10 insan dinlerim, bense her gece en az 50 kişi dinliyorum. Mesela biz içeriye güvenlik güçleri dışında silahlı insan almıyoruz. Çok ünlü birisi silahla girecek ya da koruması silahlı olacak. İzah ediyorum ‘‘Ünlüsünüz, kırmızı ruhsatınız da var ama, belki sizin hasmınız da kırmızı ruhsatlıdır. Gelip sizi beyninizden vurursa ne olacak? Halbuki ikinizin de silahı yoksa kimseye bir şey olmaz’’ diye. Kimisi restorandaki hesabı yüksek bulur, kimisi içkisinin 15 dakika geciktiğini söyler. Kapıda kocaman yazılıdır ama, hálá 15 yaşındaki çocuğunu içeri sokmak için bin tane şey anlatanlar olur. Bu yıl bir günlüğüne Bodrum Türkbükü'ne gidip denize girdim. Bunun dışında 1,5 yıldır hiç tatil yapmadım, İstanbul dışına çıkmadım. Sabah uyandığımda sesim travestiler gibi çatlak çatlak çıkıyor.

Şebnem Dönmez'in görünümü çok hoştu

Şefikçiğim herkesin kıyafetine dikkat ediyorsun, ama sutyen üstüne pareroyla giren sunucumuzu görmedin herhalde.

- Ben o gece bir toplantıdan dolayı kulübe geç saatte gittim. Güvenlik şefimiz uygun görmüş ki içeri buyur etmişler. Şebnem Dönmez'in o geceki halini gazetede gördüm. Doğrusu çok seksi ve hoş bir görünümü vardı. Ayrıca ben üstünde kıyfet falan da görmedim, neyini kontrol etsinler!..

Diyelim ki başörtülü, türbanlı bir konuğun geldi kapıya.

- Beni hiç alakadar etmez kimsenin dini inancı. Elbette alırım, yeter ki onlar buyursunlar gelsinler.

En az rakı içiliyor

Müşterilerimiz saat 19.00'dan itibaren yemeğe gelmeye başlar, kulübe gelişler ise 02.30'a kadar sürer.

Bizde en fazla tüketilen içki votka-tonik, onu viski ve bira izliyor. Yemeklerde ise şarap tüketimi daha ağırlıklı. En az içilen ise rakı. Fiyatlarımızda rakı 7,5 milyon, viski 11 milyon, şarap 7,5 milyon, bira 6,5 milyon.

Sarhoş olan kişiye içki vermeyiz ve kendisini kibar bir dille dışarı çıkarırız.

Türkçe çalınca müşterinin şekli değişiyor

Laila'da yerli olarak sadece iki sanatçımızı çalıyoruz, Tarkan'dan ‘‘Ay’’ ve Mirkelam'dan ‘‘Unutulmaz’’. Daha fazla Türkçe çalarsak müşterinin şekli değişiyor, onu da biz istemiyoruz.

Tekne servisimiz arzu eden müşterilerimizi yalılarından ya da istedikleri iskelelerden getirir ve götürür. Bu servisimiz ücretsizdir, isteyenler bahşiş verirler.

Ses kirliliğini engellemek, yasal ölçü 90 desibelde kalmak için kolonlarımızı küçültüp, çeşitli alanlara daha sık yerleştirdik.

Gece kulübümüz 1500 kişi alıyor, restoranları da eklerseniz toplam rakam 4 bine ulaşır.

Laila'da şişesi 20 milyon olan şarap da var, 150 milyon olan da. Şampanyanın şişesi 250 milyon ama, bize girişi 210 milyon.

Yanımızdaki otoparkta akşamdan sabaha kadar her gün tam donanımlı bir ambulans içinde doktor ve hemşire ücretsiz hizmet veriyor. Alkol komasına girenle de karşılaştık, tansiyonu düşenle de, düşüp ayağını sakatlayanla da.
Yazının Devamını Oku

Laila, eğlencenin Ferrari’si

6 Ağustos 2001
Kasımpaşa'nın sevilen manavı Erzincanlı Hayrettin Öztek sağ olsaydı da altı çocuğunun son numarası olan Şefik'in ‘‘Laila’’sını görseydi. O ‘‘Laila’’ ki Türkiye'nin dağları, taşları, illeri, köyleri yetmezmiş gibi ta New York'lara kadar ulaştı. O ‘‘Laila’’ ki, fakirliğin, zenginliğin, sosyetenin, hatta IMF'nin bile mihenk taşı oldu. ‘‘Laila’’ bildiğimiz Leyla'nın Arapçası ve de gece demek. İbranicede ise uzun gece anlamına geliyor. Bu ‘‘Laila’’nın Mecnun'u ise 27 Mayıs 1963 Feriköy doğumlu Şefik Öztek. Ağabeyi Ahmet Öztek ihraç ağırlıklı bayan hazır giyim firmasının ve de Pamukkale'de beş yıldızlı bir termal otelin sahibi. Şefik Öztek'le tarihi Ali Vafi Korusu içindeki taş binanın ikinci katındaki bilmem kaç bin dolara kiraladığı 90 metrekarelik dairesinde buluştuk. Bu ev, Taşkışla'yı yapan mimarın yüz küsür yıllık eseri. Sahilden evin giriş kapısına kadar Türkiye'nin su birimiyle yapılan ilk asansörüyle çıkılıyor. Evin balkonuna kadar yükselen yüksek kestane ağaçlarından Boğaz daha bir başka görünüyor. Paris'teki bitpazarlarından, Çukurcuma'dan aldığı büfeler, masalar ve koltuklar, resimler ve avizelerle bezeli salonda ‘‘Laila’’yı masaya yatıracağız Şefik'le.

20 milyonu olan herkes Laila'ya girebilir


Gelin hep beraber soralım bu genç adama ‘başımıza ne işler açtın’ diyerek.

- Yener ağabey, Laila sosyete kulübü değil, biz insanları çok fazla kategorize etmiyoruz. Bize her sektörden insan geliyor, öğrencisinden bankacısına, işadamına kadar. Cebinde 15-20 milyon lira olan herkes girebilir, bir bira içer oturur. Bunlara rağmen televizyonlarda Laila haberleri verilirken, bakıyorum Bodrum'da bir gece kulübü gösteriliyor. Çamurlar içinde boğuşan kadınlarla Laila'nın ne alakası var? Çılgının biri şampanyayla bir kadını yıkıyor, havaya paralar saçılıyor. Laila'da bunlar olmaz. Kameralarla denizden otoparka kadar olup biten her şeyi izliyoruz. Geçenlerde birisi barda havaya birkaç peçete attı, güvenliği çağırıp ‘‘Hemen bu adamı dışarı çıkartın’’ dedim. Çıkmama ihtimali yok. Biz eğlence dünyasının çıtasını yükselttik. İstanbul'da 10 tane yer popüler olamaz. Biri çok çok popüler olur, ötekiler iş yapabilir. Laila, şu anda eğlence hayatının Ferrari'sidir, şampiyon biziz, 2'nci kim onu bilemem.

ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ GÜVENLİK ELEMANLARI


İnter’li Hakan’ı içeri almamak nasıl bir şey? Anlat bakalım.

- Laila'daki insanların huzurunu bozan insanları statüsü ne olursa olsun hiçbir şekilde içeriye almayız. Bu tip insanları anlamak çok zor değil. Bakıyorsunuz 6-7 erkek gelmiş, yanlarında bir tane bile bayan yok ve omuzlar düşük. Kılık kıyafete de biraz dikkat ediyoruz elbette. Kimsenin kravat takmasını istemiyoruz, blucinle de gelebilir ama, biraz özenli olsun. Bir de yaşı küçük olanların girmesine asla izin vermiyoruz. Mesela Hakan Şükür elinde iki yaşındaki bebeği ile geldi, şaka gibi. Kendim kapıya çıkıp bu şekilde içeri alamayacağımızı anlattım. Orası bir gece kulübü, 18 yaşından küçükler yasal olarak giremez, bunu kendisinin akıl etmesi lazım aslında. Cem Özer ise açılışımızda birine sarkıntılık edip olay çıkardığı için kara listemizde. Bir de Türkan Şoray'ın kızı Yağmur'u almadık, çünkü 18 yaşından küçük. Güvenlik elemanlarımız silah taşımaz, kimseye ‘‘Sen’’ diye hitap etmez, ‘‘Siz’’ der. ‘‘Arabanı çek’’ demez, ‘‘Lütfen çeker misiniz?’’ der. Her gün yaptığımız toplantılarda bunları en ince ayrıntılarına kadar konuşuruz. 25 kişilik güvenliğin başındaki Çetin, üniversitede tarih öğrencisi, Orhan felsefe okuyor.

Laila ekimde kapanacak ekonomik kriz de bitecek


- Bu işi iyi yaptığıma, seviye getirdiğime inandığım için devam etmeye kararlıyım. Laila benim değildir, İstanbul'a, Türkiye'ye kazandırılmış iyi bir mekandır. Keşke Türkiye'de birkaç tane daha böyle seviyeli eğlence merkezi olsa. Merak etmeyin, en geç iki ay sonra Türkiye'deki gelir dağılımı sorununu çözeceğim. Çünkü mevsim sona erecek ve Laila kapanacak. Böylece hem ekonomik kriz sona erecek, hem de gelir dağılımı düzelmiş olacak. Yaza veda ederken bir kamyon kına alıp ‘‘Laila kapansın’’ diyenlere de dağıtacağım.

1 TRİLYONLUK İŞ HACMİ YARATIYOR


- Kazık atma devri gerilerde kaldı, artık insanları kazıklayamazsınız, herkes çok akıllandı. Ben de dahil, herkes ödediği hesaba çok dikkat ediyor. Polisin sokağa çıkması, cezaevi olayları, dışarı çıkan insanların mercek altına alınmaları, bankaların Fon'a devredilmeleri hepimizi çok sarstı. Dışarı çıkan insanları suçlu gibi gösterilince, onlar da verdikleri davetlerle evlerinde eğlendiler. Kim kárlı çıktı bundan? Barmen çıkmadı, aşçı çıkmadı, manav çıkmadı ve devlet de çıkmadı. Sadece geçen ay 102 milyar lira KDV ödedim. Bir o kadar da içerdeki firmalar verdi, etti 204 milyar. Bunun SSK'sı var, muhtasarı var, çocukların maaşları var. Yaklaşık 1 trilyona yakın bir alışveriş hacmi yaratıyor Laila. Buna ekleyin 400 personeli, KDV'leri, vergileri, kapıda bekleyen taksiciyi, kasabı, manavı. Ayrıca insanların kafasını beş saat boşaltabilmek de hizmetimizin sosyal boyutu.
Yazının Devamını Oku

Sümerbank, dünya çapında müzayede

31 Temmuz 2001
Batık Sümerbank'ın mallarını satarak bir ‘‘ilk’’e imza atan Dikran Masis, yakında dünyanın en büyük müzayede evini açacak. Dikran Masis, Sümerbank'ın satışının ‘‘dünya çapında’’ bir müzayede olduğunu, başka bankalardan da bu konuda teklif aldığını söyledi. Dünyanın en büyük tasfiye hareketi

Sümerbank dünyanın en büyük tasfiyelerinden biridir. Bankadan tek kuruş komisyon almıyorum, alıcıdan alıyorum, her şey dürüst ve net. Arabalardan yüzde 3, gayrımenkulden yüzde 2, elektronikten yüzde 15. Günde üç müzayede için 63 kişilik ekibim ortalama 13 saat aralıksız çalıştı. 30 bin kişi geldi, 200 bin parça mal satıldı. Şu anda ulaştığımız rakam 16 trilyon, bir rekor. 40 milyar biçilen makineleri 356 milyara sattım. Taşıt araçlarının tamamına 400 milyar teklif almışlar, ben 680 milyara sattım. Halk böyle şeffaflık istiyor. Kapalı zarf diye bir şey dünya literatüründe yok, biz icat etmişiz. Kapalı kapılar ardında yapılan her iş, alıcı için de, satıcı için de başarısızdır. Böyle müzayedelerden belediye rüsum alıyor. Sanki masaların altında, kapıların arkasında satın deniyor. Sümerbank üst yönetiminin ileri görüşlülüğü sayesinde bugün herkes bu yöntemle tasfiyeyi konuşur oldu. Başka bankalardan gelen çok sayıda teklif var, onlar da aynı yöntemi uygulayacağız.

Dünyanın en büyük müzayedeevi

Babamdan geçen antika merakı yüzünden 30 sene bütün dünya müzayedelerini etüt ettim ve sonunda Alman sistemini aldım. 1997'de Eskidji'yi Dolapdere'de 120 kırık dökük cam bardakla açtık, bugün dünyanan sayılı müzeyede evlerinden biri oldu. Yeni Bosna'da iki ay sonra dünyanın en büyük müzayede evini açacağım, yaklaşık 3 milyon dolara mal olacak. En alt katta mallar konveyör bant üzerinde gezecek. En üst katta gayrımenkul, orta katta tekstil, bir katta da restoran olacak. Müzayede bütün dünyada son derece şeffaf bir perakende satış sistemidir. Burada sarece antika değil, her şey satılır. Arsa, ev, otomobil hatta çiçek bile satacağız. Yakında Selanik'te de binasıyla, teşkilatımızla Eskidji'yi açıyoruz.

Kemal Derviş 1,5 adamdır

Kemal Derviş'le Londra'da öğrenim yaparken iki yıl aynı evi paylaştık. West Kensington'daki apartmanda Eşref Cerrahoğlu, Nadir Yelkenci de vardı. Benim tanıdığım Kemal 1 değil, l.5 adamdır. Biz karı kız peşinde koşup akşamları poker oynarken o kitap okurdu. O zamanlar Nesli'yle evliydi. Kemal Türkiye'ye 1.5 numara büyük gelebilir. Türkiye gerçeklerini bizler gibi burada yaşamadığı için bilmiyor olabilir. Bence ya Türkiye Kemal'in ekolüne girecek ya da Kemal bu çark içinde ezilecek. Kemal'in söylediği bir şeye saygı duymamak bana göre hafifliktir.

Kadına para yedirmem

Hiçbir kadını ben seçmedim ki, hep onlar beni seçti. Ben hálá kadınları çözemedim, artık çözmeye de uğraşmuyorum.

Kadın ilk başlarda aksesuvar, bir zaman sonra lüks, yaş ilerledikçe de ihtiyaç oluyor.

Kadınlar 4 hayvanı sever: Kapıda Jaguar, gardıropta vizon, yatakta boğa ve bunları gerçekleştirecek bir eşek.

Eskiden her kadına aşık olurdum. Hayatıma giren bütün kadınlara saygım var, yaşadığım hiçbir ilişkiden pişman değilim.

Bir kadının benimle ilişkiye girip girmeyeceğini 30 saniyede anlarım.

Monogamlık bence bir hastalıktır, tedavi edilmesi lazım. Poligamlık da öyle. Ben üçüncü evliliğimde dengeyi buldum, Gülçin'le çok iyi arkadaşız. Onun bir önemli özelliği çok uslu karakterli olması, sakinliğiyle beni yatıştırıyor.

Beraber olduğum kadınlara tek kuruş para yedirmedim, bu konuda onları büyük hayal kırıklığına uğrattım. Benim için kadının zekası fiziğinden daha önemli.

Bana çapkın değil, dişiye kuyruk sallayan erkek denir. Arkamdan gelen olursa hoş geldin.

Ben sosyetik filan değilim, daha Laila'ya bile gitmedim. Ben şövalye, kalender ruhlu bir adamım. Akşamları ayağımı suya sokup balık yemeye bayılırım.

Para sayan ilk makineye Akıllı Ayşe adını verdim

Sene 1979, bir gün Ziraat Bankası'na para götürdüm, veznedar sayıyor sayıyor bitmiyor. İçimden ‘‘Para saymanın makinesi olmaz mı?’’ dedim. Amerika'da yaşayan kızkardeşim Nadya'ya telefon açıp böyle makine olup olmadığını araştırmasını istedim. Birkaç gün sonra böyle bir fabrika bulduğunu söyleyince hemen Detroit'e uçtum. Fabrikadakilere bizim fersude paraları verdim makine sayamadı. ‘‘Bu tür paralar için yeni bir makine geliştiriyoruz ama, 300 bin dolar lazım. 100 bin dolar verirseniz yaparız’’ dediler. O tarihte bankada 170 bin dolar param var, bütün servetim bu para. 100 bin doları hemen verdim. Dört ay sonra bu makine geldi, adını ‘‘Akıllı Ayşe’’ koyduk. Hürriyet'te haberi çıkınca ertesi gün Ziraat Bankası'ndan ‘‘Getir şu makineyi görelim’’ dediler. Akıllı Ayşe'yi alıp Ankara'ya gittim, beni merkezin bodrum katına indirdiler. Dere tepe, her yer silme para dolu. Karşımda yedi kişi oturmuş benim Akıllı Ayşe'nin paraları saymasını izliyor. Yırtıkları ayırıyor, eksik desteyi yakalıyor. Sordular fiyatını, ben de 1350 dolar dedim. Uçakla İstanbul'a dönerken yanımda bankanın genel müdür yardımcısı ve ekibi vardı. 100 derlerken Yeşilköy'e indiğimizde rakam 1000 oldu. Bir hafta içinde 35 bin ‘‘Akıllı Ayşe’’ sattım ve ilk milyon dolarımı kazandım.
Yazının Devamını Oku

Picasso'ların hepsi sahte

30 Temmuz 2001
Dikran Masis özel yaşamında gırgır şamata bir adamdır ama, iş hayatında onun kadar ciddisi, asık suratlısını zor bulursunuz. Müzayede kürsüsünde kelebek gözlüklerini takıp elindeki çekici bir vuruşu vardır ki, ‘‘Bu adam dost sofralarının kahkaha makinesi, kadınların gözdesi Dikran olamaz’’dersiniz. Ünlü sanayicilerimizden olan babasının adını kendine soyadı yapan Dikran Masis, şimdi de Sümerbank'ın tasfiyesi ile ülke gündeminde. Türkiye'de ilk kez devlet mallarının satışı, kapalı kapılar ardında değil, herkesin gözü önünde, hem de özel sektör tarafından yapılıyor. Binasından otomobiline, arsasından paspasına kadar. Bu ‘‘ilk’’i gerçekleştiren de bizim ‘‘Eskidji’’ Dikran Masis. Oysa onun daha nice ilkleri var bu ülkede. ‘‘İş bilenin, kılıç kuşananın’’ sözü sanki Dikran için söylenmiş. İşte Kandilli'deki muhteşem yalı dairesi. İşte Dikran ve güzel eşi Gülçin. İsteyene çay, isteyene kahve var, hatta küçük pasta, çörek bile. Dikran'a iyi kulak verin, çünkü onun öyküsünden çıkarılacak çok dersler var.

İlk zırhlı banka arabasını yaptım

Dikran demişler ona, limon satar yine de yolunu bulur. Hem de ne yol...

Birinci milyon dolarımı yapana kadar çok yoruldum. Babamdan ayrıldıktan sonra iki süpermarket açtım, kamyon üzerinde konserve sattım. Derken bir gün İş Bankası organizyon müdürü rahmetli Erdoğan bey beni çağırıp ‘‘Zırhlı araba yapar mısın?’’ diye sordu. Ben anında ‘‘Yaparım’’ dedim ama, hayatımda görmemişim, duymamışım. Hemen İngiltere'ye gittim, o günlerde İngiliz sevgilimle evlenmek üzereyim. Babam düğün hediyesi olarak 3 bin sterlin verdi. Londra'dan bir zırhlı araç satın aldım, zırhlarını söküp arabanın içine saklayıp permiyle İstanbul'a getirdim. Hayatımda yaptığım ilk ve son gayrıresmi ithalat budur. O zamanlar döviz yok, ithalat yok, arabanın zırhını kime anlatacaksın. Arabayı Erdoğan beye götürdüm, beğendi, aynısından yapmamı istedi ama param yok. Rahmi beye gidip bir Ford Transit vermesini istedim. Verdikten sonra babama telefon açıp ‘‘Oğlana iyi bakmıyorsun galiba, benden minibüs alıp karaborsada satacak galiba’’ demiş. İş Bankası Taksim Şubesi'nden aldığım krediyle ilk zırhlı para nakil arabasını yaptım ve 1 milyon 250 bin liraya İş Bankası'na sattım. 500 bin lira kar ettim, iyi para. Aradan birkaç ay geçti, bir sabah yine aynı bankadan telefon; ‘‘10 arabayı kaça yaparsın?’’ diye sordular. İki dakika sonra Akbank, beş dakika sonra Vakıflar. Saat 9'a 10 kala 36 tane araba siparişi almıştım. Meğer o gün Çapa'da para nakil arabası soygunu olmuş. Böylece ben Türkiye'de 750 tane zırhlı araba yapıp sattım ve ciddi parayı böyle kazandım.

Babam beni işten kovdu

Siz olsanız bir çift küpe uğruna babanızın imparatorluğunu bırakır mısınız?

- Londra'da işletme tahsili yaptıktan sonra babamın İstanbul'daki fabrikasına genel müdür oldum. Ben yenilikçi, o tutucu, kısa süre sonra çatışma çıktı aramızda. O günlerdeki ünlü sevgilim, bir gün ‘‘Eve gelirken Hilton'daki kuyumcudan bana bir çift küpe al’’ dedi. Ben de muhasebe müdüründen 30 lira göndermesini istedim. Bekliyorum para gelmiyor, sorunca babamla görüşmemi söyledi. Babam ‘‘Şimdiye kadar 120 lira çekmişsin, çok avansın var, artık verilmeyecek’’ dedi. Küpeleri almazsam kadına rezil olacağım. Babama ‘‘İstifa ediyorum, bari sen kovmuş ol da tazminat alayım dedim’’ dedim. Kabul etti, paramı alıp o kuyumcudan küpeleri aldım. Onları sevgilimin kulaklarını takarken ayrılmak zorunda olduğumuzu söyleyip evden çıktım. Bebek yokuşundan ağlayarak indim, çıkış o çıkış. Bana göre işadamı baba bir yaştan sonra oğlu için çalışmalı. Kendisi hayattayken oğlunun işinde yaptığı hataları görmeli, düzeltmeli. Mesela ben Osman Boyner'e çok saygı duyarım. Ben çalışırken Cem, Afrika'da ava giderdi. O Cem bugün başarılı bir işadamı oldu, hayal gücü çok fazla, önü çok açık. Bence bunu babasına borçlu.

Türk resmi çok değer kazandı

Türkiye'de bulunan Picasso'ların hepsi sahte. Herhalde Rusya'da biri oturmuş Picasso yapıyor, arkasına da bir kırmızı damga vurup bizimle dalga geçiyor.

Türk resmi çok değer kazandı, bence doyum noktasında. Belli bir rakama gelen eser uluslararası piyasada da aynı fiyatı bulmalı. Türk 40 bin dolar veriyorsa, Japon, Fransız da vermeli ama, henüz vermiyor.

Osman Hamdi'nin ‘‘Kaplumbağa Terbiyecisi’’ tablosuna vurgunum. Bankada 650 bin dolarım varken bir müzayede 600 bin dolara kadar vurdum. O tabloyu Erol Aksoy almıştı, şimdi ise devlette.
Yazının Devamını Oku

Turgay Şeren'e gol attım

24 Temmuz 2001
Alpay'ın gençliğinde futbolcu olduğunu çok az kişi bilir. Müzik için futbolu bırakan Alpay, Galatasaray'la oynadıkları bir maçta Türk futbolunun efsane kalecisi Turgay Şeren'e attığı golü unutamıyor. Kavgacılığıyla da tanınan Alpay Nazikioğlu, bugün farklı düşüncede; ‘‘Güçlü olduğunu biliyorsan, kanıtlamak zorunda değilsin’’ diyor.

Lefter'den iyi futbolcu gelmedi

- Babam demiryolcu olduğu için 16 yaşında profesyonel futbol hayatıma Ankara Demirspor'da başladım, sonra Gençlerbirliği'ne transfer oldum. Benim için en büyük adam Lefter'di, bugüne kadar da öyle bir futbolcu Türkiye'ye gelmedi. Ben sağaçık ve solaçık oynardım. İki ayağıyla da topa vuran, çok teknik, çok hızlı bir oyuncuydum.

Demirspor'dayken Galatasaray'la oynadığımız bir maçta Turgay ağabeye voleyle bir gol atmıştım. Çamurlu sahada oynadığımız için Turgay ağabey yetişemedi, bu da benim şansımdı. Turgay Şeren bana göre sadece Türkiye'nin değil, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük kalecilerinden biri. Her şey iyiydi, ama ben antenmanlardan nefret ediyordum. Bunun üzerine babam bana ‘‘Ya hayatını yaşa, ya da dünya çapında bir sporcu ol’’ dedi. Ben hayatı yaşamayı seçip 19 yaşında futbolu bıraktım. Fenerbahçe taraftarıyım ama fanatik değilim.

Özallar'ın özel şampanyası

Anadolu Ajansı Genel Müdürü Behiç Ekşi, bir gün telefon edip Semra hanımın 12 arkadaşıyla Karpiç'e geleceğini söyledi. Semra hanım ayrılırken ‘‘Burası harika bir yer, en kısa zamanda Turgut'u da getireceğim’’ dedi. Bir hafta sonra Behiç ağabey yine arayıp bu sefer Turgut beyin geleceğini haber verdi. Bu arada ‘‘Haberin olsun, onlar dondurmalı şampanya içerler’’ diye ekledi. Hayatımda ilk defa böyle bir içki duyuyordum, üzerime bir kábus çöktü. Behiç ağabey ‘‘Nurettin Koçak da gelecek ona sor’’ deyince rahatladım. Hemen Nurettin ağabeyi arayıp ‘‘Sayın başbakan dondurmalı şampanya içermiş, benu bunu hayatımda ilk kez duyuyorum, geldiğinde sen hazırlarsın’’ dedim. ‘‘Tamam, sen merak etme’’ dedi. O gece Nurettin ağabeyden öğrendim, meğer o kadar da matah bir şey değilmiş. İki top meyvalı dondurmanın üstüne şampayı koyuyorsun. Turgut bey o gece üç saate yakın oturdu, müzik bitene kadar yerinden kalkmadı, sonunda gitarist iki üniversite öğrencisini sahnede tebrik etti. Özal'ın siyasi ve ekonomik görüşlerine tersim, ama onları aile büyüğü olarak benimsemişimdir. Turgut bey kendisine de söylediğim gibi, gerçekten ‘‘Tonton’’ lakabını bileğinin hakkıyla elde etmiş insanlardan biridir. Her gelişlerinde paralarını kendi ceplerinden ödemişlerdir. Bir de 10 Kasım'ın matem olmaktan çıkarıldığı gün geldiler, o gece ben ona Kalinka'yı söyledim, hiç unutmam. Turgut beyle bu kadar yakın dostluğumuz vardı ama en küçük bir çıkar ilişkim olmadı. O karakterde bir adam olsaydım, bugüne kadar bin kere köşeyi dönmüş olurdum.

Zeynep babasını anlatıyor:

Çok sık ağlar

Babam vazgeçilmez bir insandır, o bir tanedir. Hem duygusal, hem mantık olarak benim için çok önemlidir. Her zaman çok içtenlikli ve doğru davranan bir insandır. Çok şıktır, kılık kıyafet konusunda hep ondan fikir alırım. Bana hiç baskı yapmadı, çok özgür yetiştirdi ama, yine de bazen çaktırmadan empoze eder. Her konuda onu acayip eleştiririm, sesini çıkarmadan dinler. Yüz ifadesi sert gibi görünür, aslında çok yumuşak, çok yufka yüreklidir, çok sık ağlar. Şarkıları içinde en çok ‘Ayrılık Rüzgarı’nı seviyorum.

Elektrik gibi adamdım

Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken ve mezuniyetten iki sene sonrasına kadar haftanın dört günü karakolda, iki günü mahkemede geçerdi. Yanımda hep en yakın arkadaşım Ayı Cemil olurdu. Hayatımda hiç dayak yemedim, elektrik gibi adamdım. Hayatımda hiçbir zaman haksız yere dövüşmedim, silahımı kılıfından çıkarmadım. Bir gün Hukuk'taki sınavıma gidiyorum, güzel bir kızı, arkasında çarpık çurpuk bir adam rahatsız ediyor. Sabrım tükendi, adamı yanıma çağırıp ‘‘Kız seni istemiyor, seni hiç aynaya bakmadın mı, mümkün mü böyle bir şey?’’ dedim. Adam bana yumruk atmaya kalktı, kavga çıktı, karakola gittik. Ve o gün ben sınava giremedim, bu yüzden eylüle kaldım. Uzakdoğu'nun bilinen bilinmeyen tüm sporlarını yaparak sonunda dövüşmemiyi öğrendim. Şimdi dövüşmenin bir kompleks olduğunu, daha güçlü olduğunuz iddiasından kaynaklandığını biliyorum. Güçlü bir adamsan, o zaman bunu kanıtlamak zorunda değilsin.

Nazar boncuğu taşırım

Nazara inanırım, yanımda boncuk taşırım, herkesi Allah nazardan saklasın.

MHP'li Şevket Bülent Yahnici şirin bir adamdır, çok severim.

Tembellik olsun diye ilk zamanlar komple sakal bıraktım ama, bazı yerlerde çıkmadı için kel gibi kaldı. Sonunda bu hale getirdim, hanımlar çok beğendiği için de kesmiyorum.

Aynaya baktığımda hoş bir insan görüyorum.

Ev işlerinden hiç anlamam ama, dünyada benden daha iyi sandviç yapan kimse olamaz.

Bazı konularda çok beceriksizimdir. Sigorta, musluk tamiri yapamam, otomobilimin lastiğini değiştiremem. Liseye gidinceye kadar ayakkabımı bağlamasını bilmezdim.

Ecevit'in beyni delikanlı gibi

Alpay, büyük bir Ecevit hayranı. ‘‘Ecevit'i çok seviyorum, ona çok inanıyorum. Ecevit'in vücudu halsiz düşmüş olabilir, ama beyni bir delikanlı beyni gibi çalışmakta. Bana göre Ecevit'in alternatifi yoktur’’ diyen Alpay, süleyman Demirel'i düşünmek bile istemiyor.
Yazının Devamını Oku