4 Aralık 2001
Alzheimer Vakfı ve Derneği Başkanı Prof. Dr. Murat Emre, arkadaşımız Yener Süsoy'a Türkiye'de 200 bin Alzheimer hastası bulunduğunu belirtti. Prof. Emre, hastanın ve hasta yakınlarının ‘‘Alzheimer'la barışması’’ gerektiğini vurguladı. Hasta olsa basınla konuşamaz
Prof. Dr. Murat Emre, Başbakanımız Bülent Ecevit hakkındaki söylentiler konusunda ne düşünüyor acaba?..
- Bülent Ecevit'te Alzheimer olduğunu hiç zannetmiyorum, dışardan gördüğüm kadarıyla belli ölçüde Parkinson belirtileri var. Bir tarafı biraz katı, mimikleri azalmış gibi. Alzheimer hastası olsa Bakanlar Kurulu'ndan sonra dışarı çıkıp basının önünde konuşamaz, soruları yanıtlayamaz. Çünkü Alzheimerli hastanın en büyük özelliği yakın geçmişi unutmasıdır. Amerikan Nöroloji Akademisi, son zamanlarda bütün başkanların zihinsel işlevlerinin halka açık şekilde dokümante edilmesi için bastırıyor. Bunun nedeni yaptıkları araştırmada son yüz yılda görev alan birkaç başkanın ofislerinde görev yaparken mental olarak çok sağlıklı olmadığının ortaya çıkması. Churchill de ünlü Alzheimer hastalarından biriydi. Nöroloji tarihçileri Yalta Konferansı'nda buluşan Churchill, Roosevelt ve Stalin üçlüsünün o sırada belli ölçüde bunamış olduklarını söylüyor. Ünlü film yıldızı Rita Hayworth Alzheimer hastasıydı, kızı Yasemin Ağa Han halen Dünya Alzheimer Federasyonu Başkanı.
Kalıtımsal ve bulaşıcı değil
Alzheimer genellikle kalıtımsal değildir, ailesinde bu hastalığa yakalanmış olanlarla olmayanların riski aynıdır. Bulaşıcı da değildir.
Bazı çalışmalar hangi yaşta olursa olsun bu hastalığın erkeklere oranla kadınlarda daha fazla görüldüğünü gösteriyor. Kadınların erkeklerden daha uzun yaşadığı düşünülürse Alzheimer'a yakalanan erkek sayısı kadınlara eşit demektir.
Başlangıçta bir hastamız vardır zamanla iki hastamız olur, çünkü hasta yakınları depresyona girer. Bir yandan tanıdığınız insanın değişmesi var, bir yandan da onun getirdiği büyük bir fizik yük var. Onun için hasta yakınını hasta hakkında sorgularken kendi hakkında da sorgularız.
Alzheimer hastasına buna yakalandığını dolaylı olarak söylüyorum, bir isim koymuyorum. Eğer içgörüsü korunduysa hasta çok büyük bir stres altına girebilir.
Kesin teşhis ancak biyopsiyle olur
Genlerin sırrını çözen insanoğlu, bu Alzheimer denen hırsızı gözünden tanımalı.
- Alzheimer'ın yaşayan bir hastada yüzde yüz teşhisi mümkün değildir. Mutlak teşhis ancak beyni mikroskop altında incelemekle konur; bu da yaşayan hastaya biyopsi yapmak anlamına gelir. Genç hastalarda nadiren biyopsiye başvurup beynin sessiz bölgelerinden ufak bir parça alırız. Bunun dışındakilere ilk yaptığımız bunamayı tespit etmektir. Çünkü Alzheimer hastalığı için tipik gidiş, yavaş başlayıp yavaş artan unutkanlığın ön planda olduğu zihinsel şikayetlerdir. Bunun için önce hasta yakınıyla konuşuruz, nasıl oldu, şikayetleri neler diye. Sonra testlere başvururuz. Her yaş ve eğitim grubundaki hastalardan beklediğimiz performanslar var. Belleği, dikkati, dil işlevleri beklenenden kötüyse o kişide bir bunama durumu olduğunu söyleriz. Bunu tespit ettikten sonra onun altında yatan sebebe yöneliriz. Alzheimer'ın halen koruyucu ya da iyişleştirici bir tedavisi yok. Sadece akıl karmaşıklığının neden olduğu ‘‘ajitasyon’’ dediğimiz tutarsız, gergin davranışlar ile endişe, depresyon, halüsinasyon ve uykusuzluk gibi belirtileri ortadan kaldıran ilaçlar vardır.
Aşısı 3 yıl içinde piyasaya çıkacak
- Her şey yolunda giderse aşı üç sene içinde piyasaya çıkacak ve tıpta büyük bir devrim olacak. Bu aşı risk altında olan insanlara yapıldığında Alzheimer hiç ortaya çıkmayacak. ABD'de yürütülen büyük bir çalışmaya göre menopoz sonrası östrojen alan kadınlarda bu hastalık daha az görülüyor. Bunun için şimdi erkekler için seks hormonu etkisi olmayan, sadece beyini etkileyen östrojen hormonu yapılmaya çalışılıyor. Bu nedenle kadınlarımıza bir jinekoloğun kontrolü altında östrojen almalarını tavsiye ediyorum. Bir başka araştırmaya göre günlük 2000 IU dozdaki E vitamini hastalığı yüzde 25 civarında yavaşlatıyor. Bazı gözlemlere göre antiromatizmal ilaç alan romatizma hastalarında Alzheimer daha az görülüyor.
YARIN: HASTALIKLA BAŞ ETMENİN YOLLARI
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2001
Prof. Dr. Murat Emre, Konya Ereğli'sinin büyük toprak sahiplerinden Şekure-İsmet Emre çiftinin biri mühendis, üçü tıp doktoru dört oğlunun en küçüğü. Konya Koleji'nden sonra gittiği Ankara Fen Lisesi'ndeki ilk yılında aylarca fareleri labirentlerde kovalayıp ‘‘Beyin Hücrelerinin Bölünmemesiyle Hafızanın İlgisi’’ adlı ilk projesine imzasını atmış. İstanbul Tıp Fakültesi'ni birincilikle bitmiş; ardından İsviçre'de deneysel nöroloji ve uzmanlık, sonra da Harvard'da davranış nörolojisi ve demans, Londra Queen Square'de hareket bozuklukları nörolojisi. İsviçre'de 14 yıl klinik ve araştırma şeflikleri derken 1996'da yurda dönmüş. Halen İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Davranış Nörolojisi ve Hareket Bozuklukları Birimi Başkanı olarak beynin sırlarını çözmeye uğraşıyor. Onun içindir ki, kendisini Alzheimer ve Parkinson hastalıklarına adamış. Alman nöro-patalog Alois Alzheimer'ın 1907'de bulduğu hastalığa yakalananlara kadercilik yerine nasıl mutlu olacaklarını, yaşam kalitelerini nasıl artıracaklarını bıkmadan usanmadan anlatıyor. Çünkü o hem Alzheimer Derneği ve Vakfı'nın, hem de Beyin Araştırmaları Derneği'nin başkanı. 1957 doğumlu Murat Emre'nin Alkent 2000'deki yemyeşil bahçeli, yemyeşil havuzlu dubleks villasında Hollandalı eşi Karen, oğulları Deniz ve Baran ile sessiz ve mutlu bir yaşam sürdüğü besbelli. Modern mobilyalarla dekore edilmiş evin salonunda saatler boyu Alzheimer'ın kulağını çınlattık. Beynin içine öylesine daldık ki, Karen'in elleriyle hazırladığı kahvelerin, portakal sularının farkına varmadık. Çünkü ‘‘kalplerden beyne’’ yürüyorduk, çünkü ‘‘ona bugünü armağan etmeyi’’ öğreniyorduk, çünkü ‘‘anıları çalan hırsız’’ın peşindeydik. Sizi de bu sürek avına davet ediyoruz, hemen katılın aramıza.
ALZHEİMER'İN BELİRTİLERİ
Bunama ile karıştırmayın
Bunama, unutkanlık, depresyonun bu kadar iç içe olduğunu bilmezdim genç Murat hocayı tanımadan önce.
- Alzheimer'ın başlangıçta en göze çarpan belirtisi unutkanlık olduğu için bunama ile eşanlamda kullanılabiliyor. Depresyon da bunamaya çok benzer bir tablo yaratabilir. Tıpta ‘‘Demans’’ denilen bunama kesinlikle yaşlılığın doğal bir sonucu değildir, her yaşlanan bunamaz. Her unutkanım diyen de bunama hastası değildir. Unutkanlık bir şikayet, bunama bir şikayetler topluluğu, Alzheimer ise bunamanın sık sebebi olan bir hastalıktır. Hatırlama güçlüğü ve entelektüel yeteneklerin kaybı başlangıçta çok hafif olursa hastalığı kendisi ve yakınları fark etmeyebilir. Aynı soruyu 10 dakika içinde beş-altı kere sormak, aynı şeyi 20 dakika içinde üç-beş kez tekrar etmek bazı belirtilerdir. Alzheimer beyin hücrelerini yavaş ve ilerleyici bir şekilde harap eden bir hastalıktır. Bulaşıcı değildir; genel sağlığın bütünüyle bozulmasına yol açan geri dönüşü olmayan, genellikle 8-10 yıl süren bir hastalıktır. Hastada bu süre içinde ajitasyon, agresyon, huzursuzluklar olabilir. Olmayan şeyleri görebilir, gündüz gece ritmi tam tersine dönebilir. Günlük yaşamda önce basit şeyleri unuturken sonraları temel ihtiyaçlarını göremeyebilir. Mesela para hesaplarını yapamaz, giysilerini kendi seçemez. Hastalığın sonuna doğru idrarını, dışkısını tutamama başlar, hiçbir ihtiyacını karşılayamadığı için tam bakıma ihtiyacı olur. Hastalığın sürdüğü 8-10 yıl süresince kişinin bağışıklık sistemi bozulur, boğaz ve akciğer enfeksiyonu riski artar, kilo kaybı olur. Hastanın hafıza, düşünme, konuşma gibi zihinsel işlevlerini etkiler, dalgınlık, ruh hali değişiklikleriyle zaman-mekan algılamasında bozukluklar yaratır. Alzheimer doğrudan öldürücü bir hastalık değil, zihinsel işlevleri yıkarak insanı savunmasız bırakıyor. Giderek hastanın kendine bakımını güçleştirdiği için enfeksiyonlar başlıyor. Alzheimer hastasının kaybı çok kere zatürree gibi akciğer enfeksiyonlarından oluyor.
Alzheimer utanılacak bir şey değil
Kim böylesi bir durumla karşı karşıya hazır olabilir ki? Ateş düştüğü yeri yakar.
- İnsanın zihinsel yetilerini kaybetmesi elbette hoş değil ama, Alzheimerli olmak hayatın sonu değil, utanılacak bir şey hiç değil. O kişi Alzheimer olmuştur, ailesindekiler de öyle olacak diye bir şey yok. Kalp yetmezliği olan, bu hastalığını saklıyor mu; bu da beyin yetmezliği. Hasta zihinsel işlevlerinin tümünü bir anda yitirmez, mutlu insandır. Bu beyin hastalığını durduramıyoruz, geri döndüremiyoruz, ama onlara yardım etmemiz lazım. Hem hasta, hem hasta yakını, kalan zamanı mümkün olduğu kadar en iyi şekilde değerlendirmeli. Bu hastalıkla uzun yıllar ve hálá bir şeyler alınarak yaşanabilir. Asla ümitsizliğe kapılıp gözününüzün önüne en kötü tabloları getirmeyin.
ALZHEİMERLİ ÜNLÜLER
Rita Hayworth
Milyonlar hayranıydı
Hollywood'un en ünlü ve güzel yıldızlarından ‘‘kızıl afet’’ Rita Hayworth, Alzheimer'e yakalandı ve 1987'de 68 yaşında öldü. Hayworth'un kızı, hastalıkla mücadele için birçok kampanya ve gala düzenledi. Rita Hayworth, Çıplak Ayaklı Melekler Kanatlı Olur, Gilda, Şanghaylı Kadın, Dişi Şeytan, Ayrı Masalar, Kordura Kahramanları, Sirk dün-yası ve Maceralar Beldesi filmlerindeki rolleriyle yedinci sanatın ölümsüzleri arasına girdi.
Ronald Reagan
ABD'yi 2 dönem yönetti
İki dönem art arda başkan seçilen Reagan, bugün ABD'nin eski başkanlarından biri olduğunu hatırlamıyor. Eşi Nancy Reagan'ın yardımıyla yaşamını sürdürüyor. Nancy Reagan, kamuoyunun dikkatini Alzheimer hastalığına çekmek için ilerlemiş yaşına rağmen mücadele ediyor.
Iris Murdoch
Edebiyatın anıt ismi
İrlanda asıllı ünlü düşünür ve yazar, İngiliz edebiyatının 20'nci yüzyıldaki en önemli isimlerinden biri kabul ediliyor. Şubat 1999'da 79 yaşında yaşama veda eden Murdoch'un beyni, tıbbi araştırmalarda kullanılması için bağışlandı. Arkasında 26 roman, birçok öykü ve felsefe kitabı bırakan yazar, Alzheimer'in ilk devrelerinde hastalığı ‘‘Çok, çok kötü ve sessiz bir yer’’ diye tanımlamıştı.
Aaron Copland
Apallaşlar'ın bestecisi
Amerikan folk cazının Brooklyn doğumlu kompozitörü, Alzheimer'e yakalandıktan sonra 90 yaşında öldü.
Copland, çağdaş müziğin Amerika'da yaygınlaşmasında en önemli ve öncü isimlerden biri kabul ediliyor. Bestecilik, orkestra yönetmenliğinin yanı sıra müzik yazılarıyla da öncü olan yazarın Billy The Kid (1938), Rodeo (1942), Appalachian Spring (1944) en önemli eserlerinden.
Sugar Ray Robinson
Unutulmaz boksör
Dünyanın en büyük boksörlerinden biri. Sporun efsane isimlerinden kabul ediliyordu. Orta sıklette beş kez dünya şampiyonu oldu. Alzheimer'e yakalandıktan sonra kalp ve şeker hastalığından öldü.
YARIN: ECEVİT ALZHEİMER DEĞİL
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2001
<B>FERRUH</B> Bozbeyli yakın tarihimizin yarım yüzyıllık siyaset ünlülerinden biri. Ferruh Bey öylesine ciddiydi ki, onun sadece gömlek yakasının değil, bütün vücudunun kolaya batırıldığını düşünürdük. Aldığı her kitabın sayfalarını tek tek sayıp, eksiksiz olduğunu gördükten sonra kütüphanesine yerleştirmesi de titizliğinin bir küçük göstergesi. 1961'de Adalet Partisi milletvekili olarak girdiği parlamentoda 1965-70 arasında peşpeşe 3 dönem TBMM Başkanlığı yaptı. 1970'de Süleyman Demirel'le yolları ayrıldı ve AP'den kopan 41'ler'in kurduğu Demokratik Parti'nin başına geçti. 1973 cumhurbaşkanlığı seçiminde DP'nin adayı olarak Tekin Arıburun ve Faruk Gürler'e karşı yarıştı. 1978'de politikayı noktaladıktan sonra İş Bankası Yönetim Kurulu üyesi oldu, kitaplar yazdı, yazmayı da sürdürüyor. Bozbeyli'yle İstanbul Ataköy'deki mütevazı apartman dairesinde buluştuk. İşte size 20'nci yüzyıldaki yarım yüzyıllık siyasi yaşamın 21'inci yüzyıla yansımaları... Ve geçmişten bugüne alaca siyaset örnekleri.
İsmet Paşa başbaşa kaldığımız bir gün bana, ‘‘Genç başkan beni iyice bir eleştir, bakayım dışardan nasıl görünüyorum’’ dedi. Bu izni üzerine, ‘‘Paşam 1944'de Sabahattin Ali-Nihal Adsız kavgasında siz Sabahattin Ali tarafını tuttunuz, milliyetçiliği küçültücü nutuk söylediniz. Bu sözleriniz bizi çok üzmüştü, o günden beri ben sizin aleyhinizdeyim’’ dedim. Sonra devam ettim, ‘‘Siz bugüne kadar hiçbir zaman Türkiye'deki sol tehlikeden bahsetmediniz, bütün ömrünüz sağ tehlikeyle geçti. Sol hiç mi tehlike olmadı Paşam?’’ İnönü gözlerimin içine bakarak bana şöyle dedi: ‘‘Bu teşhisiniz doğru, aynen öyle yaptım. Çünkü solun en ilerisi komünistliktir, onun bile kafasında bir devlet fikri vardır. Sağcıların kafasında ise bir devlet fikri yok, kaygım o yüzden.’’ Çok anlamlı, doğru bir cevaptır, Paşa'ya hak verdim. Nitekim bugün bile sağcı olduğunu söyleyenler arasından çok hukuklu sistemi savunanlar çıkıyor. İsmet İnönü'nün birinci önceliği devleti korumaktı, kendisinden aldığım en önemli ders bu olmuştur.
PAŞA ÇOK SAĞLAMCIYDI
İsmet İnönü CHP'den istifa ettiği gün damadı Metin Toker beni aradı, ‘‘Paşa sizinle görüşmek istiyor’’ dedi. Gittiğimde Paşa bana, ‘‘Milletvekilliğinden istifa edersem tabii üye olarak Cumhuriyet Senatosu'nda kalabilir miyim?’’ diye sordu. Ben de Anayasa'nın açık hükmüne göre mümkün olduğunu söyledim. Bir gün sonra Senato Başkanı Sırrı Atalay telefon etti, ‘‘Bir müşkülüm var, gel konuşalım’’ dedi. İsmet Paşa, Atalay'a hitaben yazdığı bir dilekçeyle milletvekkiliğinden istifa ettiğinde Senato'nun tabii üyesi olup olamayacağı konusunda görüşünü istemiş. Ben Atalay'a, ‘‘Paşa bunu bana sordu demedim.’’ İnönü böyle sağlamcıydı.
Haydi okula, okula...
27 Mayıs bütün tecrübeli devlet adamlarını Yassıda'ya gönderince bizim gibi acemilere sıra geldi. İlk başlarda gençtik, acemiydik ve heyecanlıydık. Adalet Partili olarak ben dahil çoğumuz kürsüye çıkana bağırıp çağırıyor, laf atıyorduk, milletvekilliğinin bu olduğunu zannediyorduk. Bir gün Maliye Bakanı CHP Çanakkale Milletvekili Şefik İnan kürsüde konuşuyordu, biz yine yerimizden ona bağırıp çağırıyoruz. Şefik durdu, bize baktı ve çok etkili bir ses tonuyla, ‘‘Haydi okula okula’’ dedi. Bu sözleri bana çok ağır geldi ve siyasetteki hayatımı değiştirdi. O günden sonra aylarca kütüphaneye kapanıp Anayasayı, içtüzüğü, eski zabıtları hatmettim ve sonunda Meclis Başkanlığı'na kadar geldim.
Demirel'den santrforluk teklifi
Meclis Başkanı'yken Demirel bir gün, ‘‘Bizim grup seni takımın santrforu gibi görmek istiyor’’ dedi. Ben de, ‘‘Bizim Anayasamız Meclis başkanlarının parti gruplarına girmelerine müsaade etmiyor, ben hakemim. Eğer başkanlığım sizi rahatsız ediyorsa hemen istifa edeyim’’ dedim. Süleyman Bey bu sözlerime cevabını daha sonraki bir görüşmemizde verdi: ‘‘Birader senin de alternatifin yok, istifa etme. Ben hep senin iyi bir Adalet Bakanı olacağını düşünmüşümdür, fakat politikan zayıf.’’
41 yıllık evlilik
EŞİM Güngör'le 41 yıllık evliyiz. Devletimin bana verdiği maaşları mühendis oğullarım Mehmet ile Emre'nin ABD'de master yapmalarına harcadım. 2 oğlum, 2 torunum, 2 gelinim var. Sokağımızın numarası 2, evimizin numarası 2, caddemizin numarası 2.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2001
Ünlü İspanyol düşünürü Jose Ortega, ‘‘Eğer doğaya dönme mutluluğunu tüm yoğunluğu ve saflığıyla tatmak istiyorsak, orada barınan vahşi yaratığın yoldaşı olmalı, ona benzemeye çalışmalı ve onun peşinden gitmeliyiz. Avcılık işte bu gizemli törenin adıdır.’’ diyor. Daphne de Maurier'in, ‘‘Dağ Keçisi’’ndeki sözleri ise şöyle: ‘‘Sanılır ki avcının tüm düşüncesi avlayacağı trofenin duvardaki hayalindedir. Aslında avcı kendinin de anlayamadığı bir içgüdüyle avının peşinde koşar durur.’’ Avcılık yüz yıl önce tanımlandığı gibi ‘‘Sporların kralı-kralların sporu’’ mu, tutku mu, yiğitlik mi, yoksa ne? Bunları kar, yağmur, dağ, bayır demeden dolanan bir avcı bilebilir. Bir çift ördek uğruna buz tutmuş göllerde saatlerce bekleyen, bir yaban keçisine tüfek doğrultabilmek için uçurumlar aşan bir avcı. Avcılığın kitabını yazan, dilimize çeviren bir avcı. Yani Derin Türkömer.
Her şeyden önce avcının, avcılığın bir tanımını yapmak gerek.
- Avcı öldürmüş olmak için değil, avlanmış olmak için öldürür. Tüfeği alıp dağda katliam yapana avcı denmez. Avcılık bir spor değil, bir merak, bir yaşam tarzı bence. Dağ başında teksiniz, sizi seyreden kimse yok, yaptıklarınız yapamadıklarınız sizinle av arasında. Avın değeri meşakkati oranında artar. Avdaki arkadaşlık, dostluk, beraberlik, dayanışma, doğayla amansız mücadele muhteşemdir. Ben şu kadar vurdum, sen şu kadar vurdum derseniz katliam çizgisine yaklaşırsınız. Mesele çok vurmak değil, avlanmak. Avda rekabet iki avcı arasında değil, avcı ile hedefi arasında olmalı. İki tür büyük av meraklısı vardır; Birisi canı çekince hiç oyalanmadan silahı eline alıp dağa gider. Öteki ise eli boş dönmemek için sağlam plan yapıp en iyi zamanı ve şartları biraraya getirir. Ben ikinci tür avcılardanım.
Avcı avıyla gözgöze geldiğinde neler hisseder acaba?
- Avla göz göze geldiğimde ikimizin de doğanın bir parçası olduğunu hissederim. Burun deliklerinin açılıp kapandığını görecek kadar yakınken vurmaktan vazgeçtiğim, yol verdiğim geyik çok oldu. Ormanla o kadar güzel bütünleşmişti ki, o tabloyu devam ettirmesini istedim, onu vurmuş farzettim. İster büyük av olsun, ister küçük, her avcının içinde belki farkında bile olmadığı bilinçaltı bir sızlama vardır. Ama av olayının tamamlanması için avın vurulması lazım. Aslında balığın can çekişmesiyle domuzun can çekişmesi arasında hiç fark yok, tüfekle olta arasında da. Balık herkesin ortak ağız tadı olduğu için bu gerçek gözardı ediliyor.
Aslan avı 2500 dolar
Uçar avında 12, 16, 20'lik çifteler, kaçar avında ise pompalı dahil değişik çapta yivli silahlar kullanılır.
Afrika'daki manda, aslan, leopar, su aygırı ve fil avları 5 büyük olarak tanımlanır. Bunları avlamada daha çok büyük çaplı yivli çifte kullanılır. Yani iki ayrı tetik, iki ayrı meme, iki ayrı namlu, iki ayrı fişek.
Dört ayaklı hayvan avında Anglo-Saksonların ‘‘gearbox’’ denilen ve bizde ‘‘Kızılca koltuk’’ adı verilen ciğer ve kalbin olduğu bölgeye ateş edilir.
Büyük avlarda hedefe sabit nişan alır ve tetiği öyle çekersiniz. Kuş avlarında ise tüfeğinizin o harekete doğru yöneltmeniz gerekir.
Aslan avı 2500 dolar. Önceden lisanslarını çıkarıp, ödemeleri sonra yaparsınız. Vuramadığınız zaman bir şey ödemenize gerek yok.
Avda emniyet en gerekli şeydir. Avı görmeden ava silah çevrilmez, hatta tüfek omuzlanmaz, bulunulan yer terkedilmez. Mola için biraraya gelindiğinde veya av bittiğinde tüfekler kırılıp içindeki fişekler çıkartılır. Eğer ağızdan dolma tüfekse, kesinlikle boşaltılır.
Avcı avda sigara içmez, eğer içerse kesinlikle ona av gelmez. Çünkü av hayvanı içgüdüleriyle hareket eder, koku alma duygusu çok kuvvetlidir ve gözleri çok iyi görür.
İster kuş, ister büyük avda avcı kendisinin başka avcılar tarafından görülebilmesi için doğa renklerinden farklı renklerde fosforlu ceket veya şapkalar giyer.
Avlaklar artık özel sektöre kiralanmalı
Türkiye'de 1937'lerden kalma bir kanunla geyik, karaca vurmak yasak. Bu çok büyük yanlıştır. Orman Bakanlığı bugün Anadolu'nun öyle yerlerinde geyik üretti ki, hayvanlar kendi kendine ölüyor, ne nesline, ne memlekete bir değer sağlıyor. Bahçenizdeki ağacı arada bir budarsınız, korumak için kendi haline bırakıp çürümesini beklemezsiniz. Bulgarlar, Macarlar, Romenler, Çekler yıllardır avcılıktan çok büyük paralar kazanıyorlar. Hepsi devletin avlaklarını turizm şirketleri pazarlıyor, bizler de gidip avlanıyoruz. Tavuk gibi makinalarda ürettikleri sülünlerin tanesine 15 mark ödüyoruz. Türkiye'de av hayvanlarının sahibi yok, kim vurduysa onun oluyor. Kanunlar var ama, uygulayan yok. Güzel tüfek atabilmek için Türk avcıları yurt dışını tercih ediyor artık. Mesela Bulgaristan'a gidiyorsunuz, yanınıza verdikleri rehber avda sizi her an kontrol ediyor. Hayvana bam diye ateş edemezsiniz, yatarak destekli atmak zorundasınız. Yaralamak, arkasından beş tane daha atmak yok. Bugün Macaristan'da bir trofeyi vurmak için 10-15 bin dolar ödersiniz. Avı korumak oralara ekonomik değer kazandırmakla mümkündür. Bu konu kişilerin ahlák anlayışına bırakılamaz, devlet kontrolü şart. Devlet kanunlarını koyup av haklarını satacak. Avcılığımız ancak avlaklarımız özel sektöre kiralandığında düzelir, gelişir. Kiracı orada yaşayan hayvanların açlığıyla, hastalığıyla ilgilenir, böylece hayvanların nesilleri sağlıklı artar. Türkiye dünya avcıları için geyik, karaca, yaban koyunu, kurt, kuş cenneti. Bizdeki ‘‘Yağmurca Geyiği’’ ve ‘‘Kızıl Geyik’’ dünyaca ünlü özel hayvanlar. İngiltere'de bugün yaklaşık 200 bin geyik yaşıyor. Sahipli arazilerde yaşayan bu geyiklerin avlanma hakları, İngiliz kanunlarına göre arazi sahibinin. Arazi sahibi de geyiklerin belirli sayıdaki vurulma haklarını satıyor. Bizim gibi avcılar da, bu işi organize eden kuruluşlara başvurup gereken lisansları alıyor ve bu geyikleri avlayıp para ödüyor. Bunlar yabana atılan rakamlar değil, av turizmiyle muazzam paralar kazanılıyor bugün dünyada. Mesele ağacı kökten kesmek değil, onun meyvasını yemek, bu arada ağaca da gerekli bakımı yapmaktır.
Avcılık deyimleri
Curnatanız rastgele!
Curnata: Avın bolluğu.
Manke: Atıp vuramamak.
Kanat kırığı: Kuşun yaralı olarak düşmesi.
Beki: Beklenerek yapılan av.
Manduka: Çalıya vurarak kuş ürkütmek.
Trofe: Vurulan büyük avın eti dışında ödül olarak alınan kısmı. Geyiğin boynuzu, erkek domuzun azıları gibi.
Ferma: Köpeğin avı bulunca hareketsiz duruşu.
Aport: Köpeğin avı ağzında taşıyarak getirmesi.
Kopoy: Domuz ve büyük avda kullanılan köpek.
Derin Türkömer, Robert Kolej’ den sonra Boston’da inşaat mühendisliği mastırı yaptı. Türkömer, oğlunu da kendisi gibi yetiştiriyor ve ona avın bütün inceliklerini öğretiyor.
Derin Türkömer'in avdaki en büyük yardımcısı Şeniz hanım, eşini avlarda yalnız bırakmıyor. Siz Şeniz hanımın elinindeki silaha aldanmayın kendisi silah kullanmıyor.
Şeniz Türkömer, eşinin avlarda çevresinde müthiş bir disiplin kurduğunu söylüyor.
Av eti sevmeyen avcı Derin Türkömer klasik, ortaçağ sufi ve etnik müzik tutkunu. Kendi yazdığı ‘‘Av Tutkusu’’ kitabının yanısıra yabancı dildeki birçok av kitabını dilimize çevirmiş.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2001
Emekli büyükelçi Yalım Eralp'in dün büyük yankılar uyandıran ‘‘Rüşvet belgelerini kuryeyle yolladık’’ sözlerine dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren açıklama yaptı. Kenan Evren, arkadaşımız Yener Süsoy'a ‘‘Mektubu gayet iyi hatırlıyorum. İçinde hiçbir delil yoktu’’ dedi.Evren paşa, dün sabah Marmaris'teki evine gitmek için Ankara'dan Dalaman'a uçarken Hürriyet'teki haberi satır satır okudu. Armutalan'daki evinin kapısından içeri girer girmez ‘‘Bana gelen o mektubu gayet iyi hatırlıyorum’’ dedi. Salonda bir küçük tur attıktan sonra soluksuz devam etti:‘‘New York Büyükelçisi Şükrü Elekdağ'ın imzasını taşıyan mektup, bana Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ'dan geldi. Mektubu saklamadağım için sana gösteremiyorum, ama mektupta hiçbir delil gösterilmiyordu, sadece dedikodular vardı. Ayrıca yine o mektupta Tahsin Şahinkaya'nın ismi de geçmiyordu. Yani kendisini doğrudan suçlayan, onu hedef alan bir şey yoktu. Böyle bir şeyden dolayı ben kimi, nasıl mahkemeye verebilirdim? Onun için üzerine bir işlem yapmadım, yapılacak bir şey yoktu.UÇAĞI KURUL SEÇTİPeki, kim, kimler ve ne amaçla çıkarıyor bu iddiaları? Hani ateş olmayan yerden duman çıkmazdı?- Biz uçak yapımı için ihaleye çıktık. Fransa'nın Mirage'ı, İngiltere'nin Tornado'su, Amerika'nın F-16 ve F-18'leri bu ihaleye girdi. Bizim şartımız şuydu: Bu uçaklar Türkiye'de imal edilecek ve teknolojisi de bize verilecekti. Bu şartlarımıza Fransa ve İngiltere razı olmayınca elendiler. Geriye F-16 ve F-18'ler kaldı. Acaba bunlardan hangisi olsun diye çok düşünüldü. Çift pilotlu, uzun menzilli F-18'ler mi, yoksa tek pilotlu F-16'lar mı? Bunu değerlendirmek için rakamı hatırımda değil ama, 15-16 kişilik bir kurul teşekkül edildi. Milli Savunma'dan, Hava Kuvvetleri'nden, Genelkurmay'dan, üniversitelerden uçakla ilgili teknik adamlardan bir kurul. Bu kurulun içinde Hava Kuvvetleri Komutanı yok. Bunlar kendi aralarında toplandı ve sonunda seçimlerini yaptı. Aldıkları kararlar en son olarak bizim Milli Güvenlik Konseyi'ne getirildi. O gün Şura Salonu'nda sadece beş Konsey üyesi olarak yalnız başına bizler değil, Başbakan, ilgili bakanlar ve personelle beraber toplandık. Bu toplantıda o heyetin değerlendirmeleri bize takdim edildi. O takdimde görüldü ki, F-16'lar daha üstün çıkmış.ŞAHİNKAYA F-18 İSTİYORDUHava Kuvvetleri Komutanı onlarla aynı fikirde değil oysa ki...- Tahsin Şahinkaya Hava Kuvvetleri Komutanı olarak F-18'lerin alınmasını istiyordu. Kendisine nedeni sorduğumuzda ‘‘Efendim F-18'in menzili fazla, Kıbrıs'a rahatlıkla gidip gelebilir’’ dedi. O tarihte bizim uçaklarımız 5 dakika kalabiliyordu Kıbrıs'ta. Teknik heyetin hazırladığı rapor F-16'nın daha elverişli olduğu yönünde olduğu için, o günkü toplantıda onların alınmasına karar verdik. Bunun üzerine Tahsin paşa da kendi görüşünü bırakıp bu karara katıldı. Bence F-18'ciler ihaleyi alamadıkları için bir şeyler karıştırıp çamur attılar. Bizim Türkiye'de de böyle şeyler olmuyor mu? Herhangi bir ihale açılsın, 5-6 tane firma girsin, biri kazandıktan sonra hemen ötekiler şikayet etmeye başlar. Rüşvet verdikleri için ihale kendilerine verildi diye.BANA KIRGIN- Kenan Evren Türkiye'nin kaderini değiştirdiği ‘‘Beşibiryerde’’ arkadaşlarından sadece Şahinkaya paşayla sıkı fıkı değildir. Belki de o mahut mektup yüzündendir...- Nurettin paşayla konuşurum. Nejat paşayla konuşurum, Bülent paşayla konuşurum, ama Tahsin Şahinkaya'yla maalesef uzun süredir görüştüğümüz yok. Anılarımda bazı şeyler yazdığım için bana kırgın. Kendisine Amerika'dan bana böyle bir mektup geldiğini ne söyledim, ne gösterdim. Benim konuşmama da lüzum yoktu zaten. Kendisi de bu söylentilerden haberdardı, bütün basında çıkıyordu. Şahinkaya hakkındaki dedikoduların çoğaldığı bir dönemde bana ‘‘Efendim beni iyi savunmuyorsunuz’’ dedi. Ben de kendisine ‘‘Tahsin paşa senin aleyhinde yazılıyor, benim aleyhimde değil ki konuşayım. Çık basına açıklama yap, kendini savun’’ dedim. Onu da yaptı, geniş bir açıklama yaptı.Eski WashIngton Büyükelçisi Şükrü ElekdağŞahinkaya kesinlikle tarif edilmedi- Bir gün Amerikan Senato Dışilişkiler Komitesi Başkanı Senatör Percy telefon etti. Bana dedi ki ‘‘Sizin F-16 ve F-18'lerle ilgili tercihleriniz konusunda F-16 firması bize bazı iddialar ileri sürdü. Bu telefonda konuşulabilecek bir konu değil. Ben size yardımcımı göndereyim, iddiaları size anlatsın.’’Yardımcısı geldi ve ‘‘F-16 firmasının bazı iddiaları var, bu iddialar Ankara'daki makamlar üzerinde baskı yapıldığı, rüşvet istendiği şeklinde’’ dedi. Ben senatörün yardımcısına ‘‘Elinizde belge ve isim var mı? Eğer iddialar sağlam kaynağa dayanmıyorsa, Ankara'ya bildiremem’’ dedim. Onun üzerine adam ‘‘Hayır, elimizde herhangi bir belge veya isim yok’’ diye yanıt verdi. Bu görüşmeler yapılırken Müsteşarım Yalım Eralp'i de çağırdım ve kendisinden not tutmasını istedim. Sonra Yalım Eralp bu notları yazıya döküp bana getirdi.Bir süre sonra Senatör Percy beni yeniden aradı ve ‘‘Bu iddialar, Senato'ya intikal ettiği için ben bunların Senato'da görüşülmesini engelleyemem. Eğer bunlar görüşülürse, bu Türkiye'nin aleyhine olabilir. Biliyorsunuz, burada Rum lodbisi de var. Onun için ben konuştum, F-16 firmasının başkanı, özel uçağıyla gelip sizinle görüşmek ve iddialarını anlatmak istiyor’’ dedi.ERALP NOT TUTTUKabul ettim. Firmanın başkanı geldi. Yalım Eralp'i çağırdım, görüşmenin notlarını tuttu. Firmanın başkanı, ‘‘Biz F-18'lerin tercih edileceği konusunda kuşkular taşıyoruz. Çünkü bir Türk işadamı bize, 8-9 milyon dolar bir rüşvet verilmezse, iş Ankara'da saptırılabilir dedi’’ diye konuştu.Ben tekrar isim ve belge istedim. Herhangi bir isim veya belge veremeyeceklerini söyledi. Kesinlikle Tahsin Şahinkaya'yı veya bir başka üst rütbeli subayı tarif eden bir açıklamada bulunmadı. ANKARA'DA KOMİSYONBunun üzerine ben Necdet Üruğ Paşa'yı (Dönemin Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri) aradım. Ve üstü örtülü olarak çok ciddi bir iddia olduğunu, bunun için bir bilgi notunu özel kurye ile göndermek istediğimi söyledim. Kendisi bana ‘‘Özel kuryeye gerek yok, bir kaç güne kadar normal kurye gelecek, onunla gönderirsiniz’’ dedi.Ben iki mektup yazdım, biri Evren Paşa'ya, diğeri Üruğ Paşa'ya hitaben ve özel kurye ile gönderdim. Sonra Ankara'da bu mektuplar nedeniyle Ankara'da bir heyet kuruldu ve uçak alımları konusu bu heyetin yetkisine verildi.Yalım Eralp’in anılarına yarın devam edeceğiz.
button
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2001
Yalım Eralp'e kimileri ‘‘Altın Kafa’’ der, kimileri de ‘‘Şeytan-ı Ekber.’’ 1962'de SBF'yi bitirir bitirmez katıldığı Dışişleri'ne 38 yıl aralıksız hizmet ettikten sonra, kendi isteğiyle emekliye ayrılarak veda etti.CNN Türk'te onu izlerken ülkesini temsil için koşuşturduğu New York'u, Gümülcine'yi, Roma'yı, Brüksel'i, Yeni Delhi'yi, Viyana'yı hissedebilirsiniz. Ya da Dışişleri Sözcülüğü'nü, Mesut Yılmaz'a, Tansu Çiller'e yaptığı danışmanlıkları... Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Millet Meclisi'nin Konya Milletvekili Tevfik Aladağlı'nın torunudur Yalım Eralp. Ve de Ankara Ziraat Fakültesi'nin ilk kadın dekanı Muazzez Eralp'in oğlu. Yalım Eralp, eşi Aydan Eralp'in Gümüşsuyu'ndaki evi 17 Eylül depreminde hasar gördüğü için Suadiye'de kirada oturur. İtalya'da ekonomi master'ı yapan biricik oğlu Aydın'ı çok özler. Fenerbahçelidir, piposunu elinden eksik etmez ama, sigara içer, sıkı briç oynar, her sabah aletli jimnastik yapar, çok okur, dedikodudan nefret eder, Orhan Eralp'le akrabalığı yoktur. Sevgili Yalım Eralp'le CNN'deki odasından Suadiye'deki evine kadar bir konuştuk, pir konuştuk. Yaşadığı, duyduğu nice gizli anılarını ilk kez anlattı, tarihe ışık tutmak ve kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla. Tıpkı öteki onurlu ve yürekli meslektaşları gibi.Rüşvet belgelerini kuryeyle yolladıkYalım Eralp, Washington Büyükelçiliğimizin genç bir müsteşarıdır, yani Kançılarya Şefi. Yani Elekdağ teknik direktördür, Eralp ise takım kaptanı.- 1981 sonbaharında bir gün Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Percy'nin yardımcısı Hans Binnedijk beni arayıp ‘‘Şu anda Percy, Büyükelçiniz Elekdağ'la görüşüyor, biraz sonra seni Kongre'ye çağıracağız’’ dedi. Biraz sonra Şükrü bey beni çağırdı, belli ki Percy'le yaptığı konuşmadan bir büyükelçi olarak rahatsız olmuş. Percy ona demiş ki ‘‘Bir olay var, ayrıntısını Yalım'a vereceğiz, yarın da birisi sizi görmeye gelecek. Bu konunun üzerine gidin, yoksa Kongre'de komisyon olarak bir oturum yapıp bu konuyu tartışacağız.’’ Yener'ciğim görüyorsun ki çok vahim bir durum var. Kongre'de bana ayrıntılı bilgiler verip ‘‘Türkiye bir uçak seçimi yapacak, teklif verenlerden General Dynamics firması kendi uçağının performans kriterlerinin kasten düşük gösterildiği kanaatinde varmış’’ dediler. Yani ‘‘Sizinkiler olayı kasten manüpüle edip rüşvet karşılığında öbür uçak F-18'i almaya gayret ediyorlar’’ demeye getiriyorlar. Bilgilerde falanca askeri kişilerin, filanca otelde buluşmaları, rüşvet aldıkları gibi ayrıntılar da var. Zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın adı yok ama, öyle bir tarif yapılmış ki, ister istemez öyle bir sonuca varıyorsunuz. ÇİFTE MÜHÜRLÜ MEKTUPErtesi gün konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi şirketin genel müdürü gelip Şükrü beye verdi. Adam gitti, Şükrü beyle baş başa kaldık. Bunu Ankara'ya bildirmek lazım ama, nasıl bildireceğiz? Şükrü bey klasik metot şifre dediğimiz kapalı mesaj göndermeyi düşünüyordu. Kendisine ‘‘Böyle bir şey yazarsanız en aşağı 9 tane basılır, birçok kimse okur. Böyle bir hassas dönemde böyle bir hassas konuyu kimsenin bilmemesi lazım’’ dedim. Çözüm için fikrimi sorunca ‘‘Siz Devlet Başkanının büyükelçisiniz, kendisine özel mektup yazarsanız, bir kuryeyle gider’’ dedim. Şükrü bey fikrimi beğendi, bir cumartesi günü zamanın Devlet Başkanı Kenan Evren'e ayrıntılı bir şekilde benim kaleme aldığım bir mektup yazıldı. Çift kırmızı mühürlü zarftaki mektup üç gün sonra Ankara'dan gelen kuryeye teslim edildi. EVREN'DEN CEVAP YOKDaha sonraları Evren'den bu mektuba karşılık herhangi bir cevap gelmedi. Aslında bu mektubun üzerinde bir muamele yapılması da çok zordu, çünkü ortada bir kanıt yoktu, sadece iddia vardı. Savcılık iddiası da değil, bir firma tarafından kuvvetli şüpheler izhar ediliyor. Çok ilginçtir; Türkiye başından beri şikayetçi firmanın F-16'larına sıcak bakıyordu. F-18'lerin kanatlarının katlanır ve bizim hangarlara giremeyecek büyüklükte olması zaten engel olarak görülüyordu. Percy, ne Kongre'de bir oturum yaptı, ne de bu olaydan bir daha söz etti. Daha sonra Evren'in ‘‘Biz beraber geldik, beraber gideriz’’ dediği söylendi. Şahinkaya'yı son olarak 10 Eylül 1980'de Washington'a geldiğinde sefarette gördüm. Kendisine ‘‘Paşam sizce cumhurbaşkanı ne zaman seçilecek?’’ diye sorduğumda bana ‘‘Göreceksiniz, çok yakında’’ demişti.Çiller, Yılmaz'ın ajanı diye suçladıMesut Yılmaz ve Tansu Çiller. Kaderin cilvesine bakın ki, Yalım Eralp ikisinin de danışmanlığını yaptı.- Mesut beye ilk danışmanlığım 1991'de seçimlere kadar üç ay sürdü. Seçimlerden sonra ‘‘Mesut beyin adamı’’ diye beş ay işsiz kaldım, bakanlığa müşavir kadrosuyla döndüm. Evde oturdum, kitap okudum, melekelerimi yitirmemek için satranç oynadım. Sonra devrin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin çağırıp NATO Genel Müdürlüğü'nü önerdi, hemen kabul ettim. O sıralarda şurayı süpüreceksin bile deseler belki kabul ederdim. Tansu hanım başbakan olunca danışmanlık önerdi, NATO'daki görevim sırasında kendisiyle de çalışarak iki şapkalı oldum. Mesut beyle benim ilişkilerim hep devam etti ama, Tansu hanım bana küstü. Mesut beye gizli bilgi verdiğim ithamıyla karşılaştım. Tansu hanıma en son ithamında kendisine ‘‘Efendim ben Mesut beye gizli bilgi versem, Mesut bey bulunduğu yerde olmazdı’’ dedim. YARIN: EVREN PAŞA’NIN KIRDIĞI POT
button
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2001
Durul Gence bunca yıl bekledi, bekledi ve sonunda kendi torununu kendi yaptı. Nasıl mı? Durul 14 Mart 1940, eşi Melda ise 11 Mayıs 1961 doğumlu. Dünya şirini Elvin 5 Kasım 1998'de dünyaya geldiğine göre Durul'a hem evlat, hem torun sevgisini bir arada tattırmış oldu. Gazi Osman Paşa'daki Gence Çocuk Yuvası miniklerin manevi babalığı da cabası. Melda ve Durul'la önce bahçeli bir tripleks villaya kurulu çocuk yuvalarında buluştuk. Ayağa galoşları takmadan içeriye adım atılmıyor. Her yer pırıl pırıl, mis gibi kokular taşıyor İlk Adım Sokağı'na. Miniklerin kimisi mışıl mışıl uyuyor, kimisi oyun odalarında cıvıldıyor. Durul'un amansız titizliği Melda'nınkiyle de birleşince ortaya işte böyle bir tablo çıkmış.
Gence'lerin Oran'daki dubleks evleri de ayrı bir titizlik cenneti. Son derece modern çizgilerle bezedikleri beyaz egemen evlerinde tek bir toz zerreciği bile yok. Üst kat bütünüyle Durul'un stüdyosu. Hayatını adadığı davul takımlarından en son model elektronik ses alma aygıtlarına kadar her şey yerli yerinde ve simetrik. Sevgili Durul'la, Elvin'inden Melda'sına, ODTÜ'deki hocalığından M-60 tanklarına, Tarkan'dan Ajda'ya kadar neler neler konuştuk. Durul hep o eski bollukları içinde. Yine bol konuşkan, bol heyecanlı, bol detaycı, bol titiz, bol güleryüzlü, bol sevecen. Tek değişiklik sadece ağaran saçları ve...
Yeni Delhi'de evlendik
Durul 3 yıl süren ilk evliliğini gizlice annesi Türk, babası Amerikalı olan Deniz'le yapmıştı. İkincisini de yine gizledi.
- Melda'yla evlenmek için yıllarca bekledim, birbirimize aşık olduk. Çok dürüst, güvenilir ve güleryüzlü bir insan. Çok büyük toleransları var, sorumluluklarının bilincinde. Onunla 27 Ekim 1997'de Türkiye'nin Yeni Delhi Büyükelçiliği'nde evlendik. Ankara'da düğün yapsaydık mutlaka birinin hatırı kalacaktı, dostlarımızı kırmamak için yurtdışında yapalım dedik. Melda'yla benim büyük bir Hindistan hayranlığımız var. Balayımızı Katmandu'da Himalayalar'ın eteklerinde göl kenarına kurulmuş Pokara'da yaptık. 5 Kasım 1998'da Elvin dünyaya geldi. Hollanda'da çok sevdiğim bir arkadaşımın kızının adıydı Elvin, ondan esinlendim. Elvin dağlarda açan kardelen benzeri bir çiçek. Bu arada ünlü davulcu Elvin Jones'la aynı adı taşıması da başka şans.
Kızım Elvin benim için milat oldu
Durul'un ağzından bir Elvin çıkıyor, bin Elvin daha başlıyor. Bu arada minik Elvin çığlık çığlığa bağırıyor ‘‘Babacığım bana bir müzik çalsana’’ diye.
- Yener'ciğim, sen genç yaşta baba oldun, bense galiba biraz buldumcuk oldum. Elvin, Melda'yla evlililiğim dahil yaşadığım bütün mutlulukların üstünde bir mutluluk. Elvin benim için ‘‘milat’’ oldu. Elvin'den sonra beni bir de ölüm korkusu sardı. Erken ölürsem bu kız ortada kalır mı filan diye düşünüyorum. Bir de kapalı yerlerde kalamama hastalığı başladı, hep geniş yerler arıyorum. Seyahat etmekten bile korkuyorum kardeşim. Parkinson başlangıcı gibi bir laf ettiler, çok huzursuzum. Sol elimden çok rahatsızım, otururken, gece yatarken, davul çalarken falan. Davul çalmadan ben nasıl yaşarım kardeşim? İlaçla iyileşebileceğini söylüyorlar ama, ben ilaçları kullanmayı kabul etmiyorum. Hayatı boyunca aspirin bile içmekte zorlanan bir adamım, onları nasıl içerim?
Durul'cuğum içeceksin, içmek zorundasın. Çünkü bunu senden biricik sevgili kızın Elvin adına istiyoruz.
Ajda'yı Zeki Müren getirdi
Durul Gence Beşlisi'ni kurduğumuz 1966 yazında Boğaz'daki ünlü Kulüp Batı'da çalışmaya başladık. Akşamüstleri biz prova yaparken küçük motoruyla Zeki Müren gelir, kamelyada sanatçı dostlarıyla çay içip sohbet ederdi. Bir gün baktık ki yanında Ajda Pekkan var. O sıralarda onun hakkında ‘‘Adana'da şarkı söylerken yuhalanmış, domates atmışlar’’ gibi laflar dolaşıyor ortalarda. Rahmetli Adem Çavdar her zamanki efendi haliyle geldi yanımıza ‘‘Durul beyciğim, Zeki bey rica ediyor, bir mahzuru yoksa Ajda hanım sizin eşliğinizde bir parça söylebilir mi?’’ dedi. Biz kabul edince geldi Ajda, tonunu tespit ettik ve ‘‘All Of Me’’yi söyledi. Bayağı da güzel söyledi doğrusu. Hatta içimden ‘‘Yumurta atanların elleri kırılsın’’ dedim. Film filan çeviriyor ama, şarkıcılığı meslek olarak seçmeyen birisinin böyle güzel söylemesine şaşırdım. Bunu kendisine de söyleyerek kanına ilk giren sanırım ben oldum. Zeki Müren de sesini beğenmiş olacak ki, hemen Fahrettin Aslan'ı arayıp programına aldırmış. Ondan sonra benden referans isteyen plak şirketlerine de hep aynı şeyi söyledim: ‘‘Bu kadından çok iyi şarkıcı olur.’’ Ajda bir gün bana gelip Fahrettin Aslan'ın teklifi için ne düşündüğümü sordu. Kendisine ‘‘Hiç sahne tecrüben olmadan Maksim'e çıkarsan, onbeş sene film yıldızı Ajda'nın mücadelesini verirsin. Çünkü insanlar seni şarkıcı olarak kabul etmemekte direneceklerdir. Çık bir orkestrayla yurtdışında birkaç sene şarkı söyle, mikrofon tecrübesi kazan. Döndüğün zaman sahneye çırılçıplak çıksan bile altyapın oluştuğu için herkes seni huşu içinde dinleyecektir’’ dedim. Ajda dinlemedi ve makus talihini yenmek için gerçekten tam 15 sene çok büyük mücadele verdikten sonra kendini kabul ettirebildi.
Tarkan çok abartılı, Sezen tarzını bozdu
Yeni çıkan sesleri mecbur kaldıkça dinliyorum, kimse gocunmasın. Kimseyi sevmiyorum diye bir önyargım yok, benim bu yaşta ulaştığım kalitelere uygun ürünleri beğenmeye hazırım. Açıkça söyleyeyim Tarkan, ses ve hareket olarak çok abartılı. Önce çok güzel şarkı söylemeye çalışmalı. Kimseyi kıskanacak halim yok, biz abartılı hiçbir şey yapmadık, halim selim, çok mütevaziydik. Yenilerden Sertab Erener'i, Fahir Atakol'u beğeniyorum. Mesela ‘‘Lal’’de ben uçuyorum, bu kadar güzel bir şey olamaz. Şebnem Ferah ODTÜ'de öğrencimdi, o da çok iyi. Sezen Aksu'yu çok beğenirdim ama, giderek tarzını çok bozdu. Eski dinlediğim Sezen beni ağlatacak derecede duygulandırırdı.
Oramiral Alpkaya sınıf arkadaşı
Deniz Harp Okulu'nun 700'lü Sınıf'ındanım, Erkut Taçkın'la beraber. Bugünün Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Alpkaya sınıf arkadaşımdır. Bülent amiral, o zaman da çok prensip sahibi bir arkadaşımızdı. 720 kişilik sınıfta kimin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağını kestirmek loto tutturmaktan bile zordur. Sevgili Bülent'in gelecek vaat ettiği o günlerden belliydi. Çok istikrarlı şekilde yükseldi ve sonunda hak ettiği yere geldi. Ne güzel günler yaşadık Heybeliada'da. Davul çaldığım için benim okuldaki takma adım ‘‘Çingene’’ydi. 14-19 yaşları arasında o camiada kalmam, bende bozulmayacak sağlam temel taşlar oluşturdu. Bendeki bahriyelilik ruhu hiç ölmedi, ölmeyecek. İnsan bir iş yaparken şarkı söyler, ben marş söylerim Yener'ciğim. Hálá parmağımda Deniz Harp Okulu'nun yüzüğünü taşırım.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2001
Roma'da tam tamına 9 ay 10 gün görev yaptım. 1 Nisan 1998 günü Roma'ya ayak bastığım gün, Diyarbakır'da tutuklu olan ajan provakatör gazeteci yüzünden bütün İtalya ayaktaydı. İlk aylar bu herifle uğraştım, güven mektubumu vermeyi iki ay geciktirdiler. Aradan onbeş gün geçti. Roma'da sözde Kürt parlamentosu toplandı. Haydi efendim İtalyanlara tepki olarak beni merkeze çağırdılar. O bitti Ermeni tasarısı geldi gündeme. Bu arada çürük-çarık teknelerle yüzlerce insan iltica etmeye çalışıyor, Türkiye'ye lanetler yağıyor. Bu kargaşa içinde bir de Apo geldi. Roma PKK'nın işgali altındaydı. Başbakan Dalema, eylemci sokak çocuğu gibi yaramaz bir adamdı. Onunla bağıra çağıra çok kavgalarımız oldu. Solcu bir diplomat olduğum halde, İtalyan faşistleriyle onun hükümetine karşı tertiplere girdim. Berlusconi'yle, Ulusal İttifak'la her gün buluşup İtalyan Meclisi'nden Apo'ya karşı bir karar çıkartmak için uğraşıyorduk. Benim kişisel formülüm Apo'nun Pakistan'a gönderilmesiydi. Pakistan 27 Mayıs'tan sonra askeri yönetime, ‘‘Menderes'i asmayın, bize gönderin enterne ederiz’’ diyor, biz reddediyoruz. Sonra roller değişiyor, Butto'nun idamı sırasında Başbakan Ecevit, Mümtaz Soysal'ı Ziya Ül Hak'a gönderip aynı öneriyi sunuyor. Pakistan da bunu reddediyor. Bunları bildiğim için İtalyanlarla gizli görüşmelerimizde önce Pakistan'ı söyledim, Apo reddetmiş. Sonra Sudan ile Kaddafi heveslendi ama, Amerika önledi. Güney Afrika üzerinde ciddi olarak duruldu. Sonunda Kenya'ya gitti. Roma'da berbere bile mafya babası gibi zırhlı araba içinde onlarca silahlı korumalarla gittim. Yine ağır polis korumasıyla Torino'ya Galatasaray'ın maçına gittim ama, Fenerbahçe'nin Parma maçına gidemedim.Çekoslovakya'daki devrim solculuğumu değiştirdi1956'da Ankara Atatürk Lisesi'ni bitirdikten sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdim. Mülkiye'de Marksist sayılacak bir öğrenci olarak çok aktiftim. Prag'da Stalinci bir rejimin kağıttan kaplan kısa bir süre içinde çöktüğüne tanık oldum, yazarların, yönetmenlerin, ressamların ihtilal yaptıklarını gördüm. Eski sol düşüncelerimin değişmesinde bu gördüklerim de büyük etkisi oldu. O güne kadar turist olarak bile bir komünist ülkeye gitmemiştim. Elçiliğe araba ısmarlamak için Almanya'ya giderken mahalli personelin asprin, elma, portakal, sebze ısmarlaması beni çok sarstı. Gençliğinde Marksist düşünceyi benimsemiş biri olarak, o andan itibaren bu rejimi sorgulamaya başladım. Ve kısa bir süre sonra da gözlerimin önünde bir fiskeyle yıkıldı. Çekoslovakya'daki kadife devrim beni gerçekten çok etkiledi, hayran oldum. Komünist yönetim afaroz ettiği için aç kalmamak için elçiliğimizde kalorifercilik yapan bir yazar bu devrimden sonra büyükelçi oldu.
button
Yazının Devamını Oku