25 Aralık 2001
Avrupa'nın En İyi Oteli seçilen Four Seasons İstanbul'un Genel Müdürü Marcos Bekhit, arkadaşımız Yener Süsoy'a Türkiye'deki turizm ‘‘zihniyetini’’ anlattı. Turizm fuarlarına yanlış temsilci
- Ülkenin tanıtımı için her yıl dünyadaki turizm fuarlarına insanlar yollanıyor. Genelde Türkiye'yi doğru şekilde temsil edemeyecek kişiler yollandığı için fuarlardan yarar sağlanamıyor. Çay, kahve muhabbetine giden insanlarla bu işler olamaz. Ülkesini iyi tanıyan, ülkesiyle gurur duyan, devletinin belirlediği vizyonu çok iyi bilen insanlar gönderilecek. Geri döndüklerinde soracağız onlara; ‘‘Ver bakalım raporunu nereleri sattın? Kaç kişi getiriyorsun?’’ diye. Bir şey yapamamışsa gelecek sefere tüm kadro değişecek. Son krizde İstanbul'daki oteller ve tur operatörleri ‘‘İstanbul Forum’’ adı altında toplandı ve değişik komiteler kuruldu. Bizim de dahil olduğumuz bir komite ocak sonuna kadar Avrupa'nın 10 önemli kentini ziyaret edip İstanbul'u anlatacak, Türklerin sıcak ‘‘Hoşgeldiniz’’ mesajını iletecek.
Yabancı yatırımcılar bu koşullarda gelmez
- Uluslararası yatırımcılar Türkiye'yi dünyanın en zor iş yapılan ülkelerden bir olarak kabul ediyor, ben de aynı düşüncedeyim. Four Seasons olarak Beşiktaş'taki ikinci otel projemiz 1998'de başladı, otel hálá açılmadı. Yatırımcı olarak düşünün; 100 milyon dolarlık proje yapıyorsunuz, bunun için kredi alıyorsunuz ve üç yıl hiçbir şey yapmadan para ödüyorsunuz. Yılda 60-70 milyon dolar gelir getirecek, 500 yüz kişiye iş imkanı sağlayacak bu proje bunca yıldır uykuda. Four Seasons'ın İstanbul'da ikinci bir otel açması Türkiye'nin dış tanıtımı bakımından da çok önemli. Orası bize Özelleştirme İdaresi tarafından turizm projesi olarak verildi ama, belediyelerden Anıtlar Yüksek Kurulu'na kadar çok değişik yerlerden sürpriz kararlar çıkıyor, süre durmadan uzuyor. Ben bunca yıldır İstanbul'da olduğumdan için bu sisteme alıştığım için normal karşılıyorum ama, yeni bir yabancı yatırımcı bunları kabul etmez.
İstanbul'a 5 büyük otel daha lazım
Türk turizmi bana göre 2002'nin ilk altı ayında yumuşak bir geçiş yapacak, işler çok parlak olmayacak. İkinci altı ay ise toparlanacak ve çok daha iyi olacak. Ancak bu ikinci altı ayın 2001'in ilk sekiz ayında olduğu kadar iyi olmasını beklemeyelim. Türkiye'nin turizm geleceği çok parlak bir ülke olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. İstanbul'un en az beş büyük otel daha kaldıracak potansiyeli var. Önümüzdeki beş yıl içinde İstanbul'a gelmeyecek otel zincirleri daha sonra kafasını duvara çarpacak. Çünkü bu güzel kentin en iyi bölgeleri başka yatırımcılar tarafından çoktan kapılmış olacak.
Kendinizi tanıtmayı hiç bilmiyorsunuz
- Türkiye gerçekten dünyanın en iyi korunmuş gizli bir köşesi. İstanbul'a atandığımı Amerika'da arkadaşlarıma söylediğimde hepsi İstanbul'un benim ve ailem için tehlikelerle dolu olduğunu söylediler. Bu güzel ülkenin dışardaki imajının böyle olmasına şaşırmıyorum, çünkü birçok insan benim yedi yıl önceki bildiklerim kadar tanıyor burasını. Türk medyasında bazı kötü şeyler çok abartılıyor. Halbuki İspanya'da bir bomba patladığında gazetelerinde minik haber oluyor.
Antalya ve Bodrum'a torpilsiz gidilmiyor
Yazın Antalya veya Bodrum'a torpilsiz gitmenin imkanı yok. Turist bileti elinde saatlerce havaalanlarında bekliyor. THY yetişemiyorsa başka havayollarından uçak kiralasın ama, asla charter olmasın. Bir hafta sonu geçirmek isteyen aile charter'la asla gitmez. Tur operatörlerinin, otel yöneticilerinin, turistlerin bütün görüşlerine tek tek değer verilmeli, yazdıkları bir kenara atılmamalı.
Marcos Bekhit, Four Seasons İstanbul'un bütün personeline yakın arkadaşıymış gibi davranıyor.
Otelin mutfağını da sık sık ziyaret eden genel müdür, arkadaşımız Yener Süsoy'la birlikte mutfağa girip her şeyle yakından ilgilendi.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2001
Ha bu yıl patladı, ha gelecek yıl patlayacak diye diye turizmi bugünlere kadar getirdik. Peki, nerede hata yaptık, neredeyiz, nereye gidiyoruz? Bırakalım kendi aramızdaki kapalı devre muhabbeti, bizi iyi tanıyan bir yabancı uzmana soralım bu soruları. O yabancı uzman ki; hem dünyaca ünlü bir otel zincirinin ünlü bir yöneticisi olsun, hem de TÜSİAD üyesi olacak kadar bir Türk dostu. İşte size o yabancı: İskenderiye 1949 doğumlu, Kanada vatandaşı, Four Seasons İstanbul Genel Müdürü ve Ortadoğu Bölge Müdürü Marcos Bekhit. Four Seasons İstanbul, geçmişin anlı şanlı Sultanahmet Cezaevi. Altı yıl önce 65 odalı bir butik otel haline getirildiği günden bu yana Bekhit İstanbul'da. Otelin oda sayısı sizi yanıltmasın, son iki yıldır ‘‘Avrupa'nın en İyi Oteli’’ seçiliyor. ‘‘Dünyanın En İyi 3'üncü Oteli’’ unvanını alması da cabası.
Marcos Bekhit, genç yaşında Ritz Carlton'un California, Florida, Washington ve Boston otellerinin genel müdürlüklerini yaptıktan sonra yedi yıl önce Cleveland Four Seasons Genel Müdürlüğü'nden Türkiye'ye atanmış. Alman eşi Renate'yi koluna taktığı gibi gelmiş buraya. Gördüm ki Marcos Bey’den bütün çalışma arkadaşları övgüyle söz ediyor. Kapıdaki doorman'den ahçıbaşına, sağ kolu Pazarlama Müdürü Levent Gürçay'a kadar herkesle arkadaş gibi. Bay Bekhit'le otelinde yemek yedik, kahve içtik ve de turizmimizi konuştuk. Bakın bir yabancı dost bizler için neler dedi. Sakın darılmaca yok, dost dediğin acı söyler Sayın Mustafa Taşar!..
Ucuz ülkeye ucuz turistler gelir
‘‘Herşey dahil’’ sistemi ucuz turist için doğru bir pazarlama yöntemi olabilir ama, genelin yüzde 25'inde uygulanmalı, her yerde değil. Turizmdeki KDV oranı dünyada olduğu gibi en fazla yüzde 15 olmalı, Türkiye'de ise yüzde 18. Antalya'nın 30-40 mark üstüne kurduğu bu sistemi üzerinden atması uzun yıllar alacak. Türkiye bugünden tezi yok ‘‘Ucuz ülke’’ imajını silmeye başlamalı. Yener Bey size bir şey söyleyeyim, Türkler futbola gösterdiği ilgiyi turizme gösterse Türkiye bugün bulunduğu noktadan çok daha ilerde olacak.
Gidecek yeri olmayan Türkiye'ye geliyor
- Çok özür dileyerek söylüyorum Yener Bey, başka gidecek yeri olmayan Türkiye'ye geliyor. Kesinlikle böyle olmamalı, bu çok yanlış. Bunun nedeni tesislerin fizibil olmaması. Her şey dahil 60 mark ödediğin bir otelden şikayet etme hakkın elbette olamaz. Eğer 150 dolar veriyorsam o zaman işler değişir, kaliteyi isterim. Üst düzey zengin turistleri çekebilmek için Türkiye'nin gerçek manada lüks ve özel otellere ihtiyacı var.
Turiste işkence yapıyorsunuz
Yazın o turistlerin halini görün, tam bir kábus. Trafik kargaşasından turistlerin yakasına yapışan çocuklara kadar. Türkiye'de yöneticiler, kanunlar çok sık değişiyor. Oturma izni almak o kadar zorlaştı ki, yabancılar gelmekten kaçıyor. Yabancılardan yüzde 70 gelir vergisi alınıyor, Amerika'da bu oran yüzde 30. Türkiye yabancı yatırımcıya bir şey vermiyor, işgücü pahalı, vergi yüksek niye gelsin? Bulgaristan, Çekoslovakya, Polonya gibi ülkeler yabancı yatırımcılara bedava arsadan vergi muafiyetine kadar inanılmaz büyük avantajlar sağlıyor.
Turizmde politika ve vizyonunuz yok
Türk turizminde belli bir vizyon, devlet politikası yok, bol laf var. Mesela turizmden yılda 30 milyar dolar kazanacağız diyecek ve bu hedefe ulaşmak için neler yapacağını düşünecek. Turizm Bakanı lider olarak en başa geçip belirlenen hedefe herkesi koşturacak.
İstanbul harika bir şehir, muhteşem bir havalimanı var, her türlü tarihi güzelliğe sahip ama, pazarlaması yapılmıyor.
Türkiye'deki otel yıldızlama sistemi de dünyadan çok farklı, onun için bol beş yıldızlı otel varmış gibi görünüyor. Mesela biz isteyen müşterilerimize güneyde bizde alıştıkları kalitede bir otel bulamıyoruz. Ben de yüksek beklentilerim olduğu için oralarda otel bulmakta çok zorlanıyorum.
İstanbul dünyanın en pahalı limanı
İstanbul limanına yıl boyunca hiç kruvaziye gelmedi, neden? Çünkü İstanbul dünyanın en pahalı limanlarından biri. Gelin ucuzlatalım, otelcisinden pazarcısına kadar herkes faydalansın. Oturduğumuz yerde telefonlarımızın çalmasını bekliyoruz, onların ayağına gitmiyoruz. Filan kongre neden Barcelona'da yapılıyor da İstanbul'da yapılmıyor, oraya gidip tek tek öğreneceğiz.
YARIN: Dünyanın iş yapılan en zor ülkesi
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2001
Cem Karaca tepkilere cevap verdi<br><br>'Mehmet Akif'i yurtdışına gitmeye mecbur eden zihniyet, aynı Akif'in şiirini İstiklal Marşı olarak bize söyletiyorsa ben niye Fethullah Gülen şiiri söylemeyeyim?' Mehmet Akif'i Mustafa Kemal'in laik fikirlerinden dolayı yurtdışına gitmeye mecbur eden zihniyet, aynı Mehmet Akif'in şiirini İstiklal Marşı olarak bize 3. küme maçlarında söyletiyorsa ben niye Fethullah Gülen şiiri söylemeyeyim?
ESKİDEN ATEİSTTİM
Ben yurtdışındayken babamı yitirdim cenazesine gelemedim, vatandaşlıktan atıldım, döndüm annemi yitirdim. Bütün bu acılara karşı ancak mukadderat denilen kavrama sarılarak ayakta durabildim. Ondan önce dini reddeden ateist bir adamdım. Ben yurdumdan atıldım, vatandaşlıktan atılmayı Allah kimseye göstermesin. Çok seversin, gün olur boşanabilirsin. Ama aşık olduğun kadın asla yurdun kadar kutsal olamaz. Manevi olarak yurdumu asla terk etmedim.
EŞİYLE TANIŞMA
İlkim'le üç yıl önce Cem Vakfı'nın Tarabya Oteli'ndeki yemeğinde tanıştık. Ne yalan söyleyeyim, fazla alıcı gözle bakmadım o gece. Birkaç ay sonra İlkim arkadaşlarıyla beraber benim Beyoğlu'unda çalıştığım gece kulübüne geldi. Bakışmalar, dans derken bir ara itiş kakış arasında yanyana düştük. Eli dizime dayanmak zorunda kaldığı anda ‘‘Elin orada kalsın çok hoşuma gidiyor’’ demişim. Ondan sonra da ilişkimiz vira bismillah dedi.
TARKAN TÜRKİYE'DİR
Brigitte Bardot iyi bir sinema artisti değildir, ama Brigitte Bardot Fransa'dır. Tarkan da iyi bir şarkıcı değildir ama, Tarkan da Türkiye'dir. Arjantin'de bir plakçı dükkanında neden Cem Karaca, Ruhi Su yahut Zeki Müren'in albümü değil de pat diye Tarkan isteniyor? Demek ki bu adam Türkiye'yi öyle ya da böyle tanıtıyor.
İlk aşkım ilkokul öğretmenimdi
Ben çok çabuk aşık olurum, çok çabuk vazgeçerim, maymun iştahlıyımdır. İlk aşkım Taksim 29. İlkokulu'ndaki sınıf öğretmenim rahmetli Ayşe'ydi. Bana iltifat etmediği günler evde odama kapanıp ağlardım. Ondan sonra yine aynı okulda bir sınıf arkadaşıma aşık oldum. Bütün zevkimiz teneffüslerde musluktan yan yana su içmekti. Robert Kolej'deki ilk yılımda Üsküdar Amerikan Koleji'nde okuyan Suadiyeli Nesrin adını verdiğim güzel bir kız girdi hayatıma. Çok güzel bir kızdı, ben ise eni boyundan geniş, kantar tartmayan bir delikanlı. Peşinde çok kişi vardı, sonunda ona kendimi beğendirmek için şarkıcı oldum. Yakinen bildiğin üzre bugüne kadar dört sefer evlendim. İlkim benim beşinci ve son eşim olacak inşallah.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2001
Ünlü şarkıcı Cem Karaca, Fethullah Hoca'nın bir şiirini, para karşılığı CD'ye okudu. Tümü Fethullah Hoca'nın şiirlerinden oluşan CD'de Karaca bir, önümüzdeki hafta evleneceği 5'inci eşi İlkim Hanım da başka bir şiir seslendirdi. Karaca, Hoca'nın şiirini okumasını ‘‘Profesyonellik’’ olarak niteledi. Cem Karaca 60'ına merdiven dayadı ama, hala bizi şaşkına çevirmeye devam ediyor. Önce 8 derece miyop gözlerini lazerle çizdirip 8 yaşından bu yana taktığı gözlüklerini attı. Bu bir şey değil derken Fethullah ‘‘Hocaefendi’’nin şiirlerinden oluşan ‘‘Gurbet Ufukları’’ adlı CD'de onun ‘‘Hazan’’ adlı şiirini okudu. Müstakbel 5. eşi İlkim Erkan'ın okuduğu ‘‘Anne’’ de cabası. Evet yanlış okumadınız, sevgili Cem 21 Aralık 2001 Cuma günü Boğaziçi Üniversitesi Mezunları'nın sosyal tesislerinde 5. kez dünya evine girecek. Gelin bunları tek tek konuşalım, Bakırköy'de Marmara'ya nazır babadan kalma Karaca Apartmanı'ndaki mütevazı dairesinde.
FETHULLAH BEYEFENDİ
Doğrusu, bunca yıllık yakın arkadaşım Cem'le şu ‘‘Hocaefendi’’yi bir türlü yanyana koyamıyorum. Ya siz?
Yener'ciğim, ben Fethullahçı değilim, ben Türkiyeci'yim. Eskiden olduğu gibi yine Mustafa Kemal Atatürk'ün peşindeyim, yine laiklik kavgası veriyorum. Türkiye'de yaşayan hepimiz sık sıkı laisizme sarılmak zorundayız. Ama, Fethullah Gülen'le laikliğin çeliştiği kanaatinde değilim, bu konuda onlardan en küçük bir olumsuz kelime duymadım. Fethullah beyefendiye saygım var, çünkü insanlara düşünmeyi, sorgulamayı salık veriyor. Bazı kurumlar kendisine karşı çıksa da beşyüzü aşkın okul açmış. Ben oralarda okuyanlarla konuştuğumda karşımda hep pırıl pırıl zekalı, kesinlikle Kemalizm'e karşı olmayan çocuklar buldum. Şiirlerinin toplandığı CD'de bir şiirini okuyarak yer almaktan da kıvanç duyuyorum. Ben Fethullah beyefendi diyorum, çünkü henüz kendisinden bir şey öğrenmedim. Öğrenseydim ‘‘Hocaefendi’’ demekten de asla gocunmazdım. Bugüne kadar kendisiyle iki defa konuşma fırsatım oldu. O camiadaki insanlarla tanışıp konuştukça bir zamanlar uzlaşılmaz olarak gördüğümüz konuların çok uzlaşılır olduğunu Allahın bana bahşettiği beynim ve vicdanımla saptadım. Fethullah beyefendi ve dostlarını seviyorum, saygı duyuyorum ama, kayıtlı bir CHP üyesiyim.
RİSALE-İ NUR OKUYORUM
İster misiniz Cem Karaca da karşımıza Nurcu olup çıksın?
Bende bütün ciltleri var ama, Risale-i Nur'un hepsini okumadım. Said-i Nursi'nin bir lafını mealen sana bir örnek olarak vermek istiyorum; ‘‘Allah insana bir vicdan bir de akıl vermiştir. Akıl vicdanın önüne geçerse bilim ilerler ama, iman geri kalır. Vicdan aklın önüne geçerse iman ilerler, bilim geri kalır. Onun için bunu dengede tutmak lazımdır.’’ Bu kimilerine göre Makyavelist bir laf gibi gelebilir ama, bana göre son derece doğru, aklı başında bir laftır. Her halimden belli ki, ben Nurcu değilim. Ben ‘‘Allah Yar’’ diye şarkı yaptım, çünkü Allah'ın yar olduğuna inanıyorum. Cennet, cehennem korkularından arınmış olarak doğrudan bizi yaratan o muhteşem varlığa yönelmeliyiz. Ben ‘‘1 Mayıs’’ ları da söyledim, bugün yine aynı konum olsun çekerim ayağa çizmelerimi, yine o şarkılarımı söylerim. Ama o koşulları, o feci durumları Allah bir daha ülkemize yaşatmasın.
BEN SATILMADIM
‘‘Hocaefendi’’nin CD'sinde şiir okuma bedelli mi, yoksa Allah rızası için mi?
Elbette karı koca bu emeğimizden dolayı para aldık, netice itibariyle profesyonel bir iş. Ben beynini, yüreğini de katarak sesiyle hayatını kazanan birisiyim. Şartlar değişmedi, ben satılmadım arkadaşım. Ben sadece ve sadece saygı duyduğum bir şiiri okudum. İnsanı seversen Allahı seversin, Allahı seversen insanı seversin. Beni kimse kullanamaz da; ben ne tornavidayım, ne de İngiliz anahtarı.
Yarın: Neden bu şiiri okudum
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2001
Rahmetli Kemalettin Tuğcu usta, sanki Güzide Duran'ı anlatmış o ünlü öykülerinde. Duran'ın arkadaşımız Yener Süsoy'a anlattıkları bunu kanıtlıyor.
- Yener ağabey, 1996 benim hayatımın akışının değiştiği yıldır. Kazandığım bütün paraları anneme veriyorum, o çok mutlu, kardeşim okula gidiyor, hayatımız düzen içinde. Casino'dan ayrıldıktan sonra önce bir deri, son da bir butikte kasiyerlik yapmaya başladım. Bir sonbahar akşamı evde arkadaşlarımla otururken bana neden bir güzellik yarışmasına katılmadığımı sordular... O gece televizyonda Best Model'in reklam jeneriğine rastladım. Ertesi gün form doldurup İstanbul'a gönderdim. Bu arada Mersin'deki bir mankenlik ajansında bir ay yürüme dersi aldım. Mankenlik ajansının sahibi Murat beni ve annemi Toros'una bindirip İstanbul'a getirdi. Hiç uyumadan saatlerce yol gelip yarım saat rötarla elemelerin yapılacağı Maslak'taki Princess Otel'e geldik. Hemen makyajım yapıldı ve podyuma çıktım. İlk 20'ye girdiğim açıklanınca sevinçten havalara uçtuk, ağladık. Yarışmadan sonra otel parası vermemek için arabayı Yeniköy'de deniz kıyısına çekip arabanın içinde uyuduk ve sabah yeniden Mersin'e doğru yola çıktık. Sonra büyük yarışma, birincilik derken bugünlere kadar geldim.
Yarışmada birinci seçildikten sonra İstanbul'da kalıp mankenlik yapmak istemedim. Ben söylemesi ayıp, ellenmemiş, koklanmamış bir kızdım. Çocuk yaşta işe başlamışım, onlar nerde disko, orada bar yaşamış. Onlar benim, ben de onların yaşadıklarını bilmiyordum. O yaşta İstanbul'un kurtlarına güzel bir yem olurum diye korktum. Mersin'deki evimize üç kuruş giriyordu ama, çok huzurluyduk. Bunları düşünerek teklifleri reddedip Mersin'e geri döndüm. Bu arada Erkan Özerman, Best Model'in Dünya Yarışması'na katılmam gerektiğini söyledi. O yarışmada da ‘‘gelecek vaat eden’’ unvanını aldım.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2001
Hayat hikayesi pembe dizilere benzeyen son zamanların en beğenilen mankeni Güzide Duran, tüm sırlarını ilk kez arkadaşımız Yener Süsoy'a anlattı. Babama yalvardık kardeşimi de aldık
Evden kaçtıktan sonra otostop yaptığım yaşlı amca, beni Nihat dedemin Kurdali'deki evine kadar götürdü. Oradan teyzeme gittiğimde annemin ameliyat olmak için Devlet Hastanesi'ne yattığını öğrendim. Sabaha karşı hastaneye gidip boynuna sarılıp öptüm, öptüm, o günden beri birlikteyiz. Bu arada kadın ertesi sabah anlıyor benim evden kaçtığımı. Gökhan'a zulmedecek diye korkular içindeyim, çünkü ona benden daha kötü davranıyor. Birkaç gün sonra babam yoldan geliyor, olayları öğrenince çıldırıyor. Bir akşam babam yanında iki polisle annemin evine geldi. Bizlerin velayeti onun üzerineymiş. Ben polislere ağladım, kadının yaptıklarını anlattım. Sonuçta babam anlayış gösterdi ve polisler gitti. O an baktım ki, annemle babam canciğer, ben şoktayım. Babam hálá anneme aşıktır; bana hep ‘‘Bizi barıştır’’ der ama, annem altı ay önce üçüncü evliğini yaptı. Neyse, o gün annem Gökhan'ı de getirmesi için babama yalvardı, babam da anlayış gösterip getirdi.
Ortaokul mezunu bile değilim
- Yener ağabey, ortaokul mezunu bile değilim, Mersin Mobil Ortaokulu'nu 3. sınıftan terk ettim. Maddi durumumuz çok kötüydü. Astım hastası olan annemin bulaşıkçılık yaparak kazandığı para yetmiyordu. Ekmek bile alacak paramız olmadığı için annem evdeki unlardan ekmek yapardı. Babamdan da nafaka filan gelmiyordu. Bu şartlarda okuyamayacağımı anlayıp eve para getirebilmek için 14 yaşında çalışmaya başladım. İlk işim bir blucin mağazasında tezgahtarlık oldu ama, bu uzun sürmedi.
Ömer Lütfü Topal'ı casino'ya sokmadım
Ayşegül adlı çok yakın arkadaşımın ısrarıyla Mersin Hilton'daki Emperyal Casino'ya başvurdum. İş formuna yaşımı 20 olarak yazdım, kimse bir şey sormadı. Casino'daki ilk işim mini etekli seksi kıyafetler içinde içki servisi yapmaktı. Müşterilerin iğrenç teklifleri çok artınca müdüre gidip garsonluk yapmayacağımı, beni başka bölüme almalarını söyledim. Beni güvenliğe aldılar. Misafirleri makineyle arıyoruz, silahları varsa alıp dolaba koyuyoruz. Her gün akşam 19'da giriyorum casino'ya, sabah 07'de çıkıyorum. Bir gece eşofmanlar giymiş bir adam geldi, arkasında da bir sürü adam. Geçerlerken makine dırt dırt ötmeye başladı, belli ki hepsinin üstünde çok silah var. Eşofmanlı adama ‘‘Beyefendi bu kıyafetle ve silahla içeri giremezsiniz’’ dedim. Adam ‘‘Nasıl giremem, burası benim’’ filan oldu. Hemen müdürüme telefon edip çağırdım. Gelir gelmez bana bir çimdik attı; kulağıma ‘‘O adam buranın sahibi Ömer Lütfü Topal’’ dedi. Ben adamı tanımıyorum ki, casino'yu Hilton'a ait bir yer sanıyorum. İşten atacaklar kokusuyla ne yapacağımı şaşırdım, bahşişle maaşım 200 dolar, çok iyi para. O sırada Ömer bey yanağımı sıktı; ‘‘Aferin kızım çok iyi çalışıyorsun, seni çok beğendim’’ dedi. Meğerse bizi denetlemeye gelmiş.
YARIN: Yarışmada birincilik
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2001
Mersin Pozcu Mahallesi'nde TIR şoförü Yüksel ile eşi Almancı kızı Tülay'ın yavruları olarak 4 Ağustos 1980 Perşembe günü sabaha karşı 02.00'de dünyaya gelen Güzide Duran'la Çırağan Otel Kempinski'deyiz. Hem de Sevgili Eyüp Babür ile Gülderen Tuğcu'nun torpiliyle süper lüks Başkan Suiti'nde. Bir yanda güzelim Boğaziçi, öte yanda 1.83 boyunda, 57 kilo ağırlığında 39 numara ayakkabılı 87-61-92'lik Güzide Duran. Köpekdişinin üstüne lazerle taktırdığı imitasyon pırlanta da cabası. Siz de göreceksiniz, makyajsız Güzide ne kadar masum, sade ve güzelse, makyajlı ve tuvaletli Güzide de o kadar müthiş bir afet.
Güzide Duran şu anda nice ünlü devlet başkanlarının, kralların, kraliçelerin, prenslerin, prenseslerin, başbakanların yattığı Çırağan Otel Kempinski'nin President Suitinin muhteşem kuştüyü yatağına uzanmış neleri düşünüyor dersiniz?
Merak ediyorsanız mendillerinizi hazır edin, çünkü birazdan Mersin'den İstanbul'a uzanan acıklı ve ibret dolu bir Türk filmi izleyeceksiniz. Bu filmde gözyaşı, zulüm, kin, aşk, nefret, ihtiras, ihanet ne ararsanız bulacaksınız. Ve gerçek Güzide Duran'la ilk kez tanışacaksınız. Herkes yerini alsın, filmimiz başlıyor.
Üvey annem, öz çocuğuna sucuklu yumurta yapardı
Güzide'nin öyküsü Mersin'in Osmaniye semtinden başlıyor.
- Yener ağabey, ben parçalanmış bir ailenin ana baba sevgisinden mahrum yetişmiş bir çocuğuyum. Annemle babam ben iki yaşındayken ayrılmış. Benden iki yaş küçük erkek kardeşim Gökhan'la ikimizi babaanneye vermişler. 9 yaşına kadar gerçek annemin kim olduğunu bilmedim. O sırada babam yeni bir evlilik yaptı, o kadından Gizem adlı bir kızı dünyaya geldi. Babaanne bize bakamaz hale gelince babam bize Osmaniye'deki evine aldı ama, üvey anneyle hiç anlaşamadık. Mesela çamaşırları hep bana yıkatırdı. Babamın yoldan geleceği gün beni biraz süsler, kendisi ise eski şeyler giyinirdi. Çalışmaktan çok yorulmuş gibi yapmak için. Babama annemin kim olduğunu, nerede yaşadığını sorardım; bana ‘‘Onu unut’’ diye kızardı. TIR şoförü olan babamın yüzünü ancak üç ayda bir görüyorduk. Bir hafta kaldıktan sonra tekrar yollara düşüyordu. Üvey annemizin ilk evliliğinden de bir çocuğu vardı. Zalim kadın bize yemek vermezdi, kendi çocuğuna ise kokular saçan sucuklu yumurtalar kırardı.
Dayak yiyince gece yarısı kaçtım
Üvey anne burada, peki gerçek anne nerede?
- Atatürk İlkokulu 2. sınıfında okurken müdür yardımcısı derse girip ‘‘Güzide Duran benimle gelsin’’ dedi. Odada ağlayan uzun boylu iri yarı, güzel bir kadın vardı. Birden ayağa kalkıp ‘‘Yavrum, biricik kızım ben senin annenim’’ diyerek boynuma sarıldı. Bu arada müdür yardımcısı da onun söylediklerini onaylıyordu; meğer beni çağırmadan önce kendi aralarında konuşmuşlar. Böylece 9 yaşında annemle yeniden tanışmış oldum. O gün kendisinden bir fotoğrafını alıp arkasına ‘‘Canım anneciğim’’ yazdım, evdeki yastığımın altına koydum. Ertesi gün okula gittiğimde fotoğrafı yastığımın altında unuttuğum aklıma geldi. Hasta numarası yapıp okuldan kaçıp eve koştum. Kapıdan girdiğimde iş işten geçmişti, kadın resmi çoktan bulmuştu bile. Kadından bir güzel dayak yedim ‘‘Bu fotoğrafı nasıl saklarsın?’’ diye. İşte o gün evden kaçtım, gecenin 03.00'ünde, babam seferdeydi. Gökhan korktuğunu söyleyip benimle gelmedi. Çocuk aklımla en sevdiğim kıyafetleri bir naylon poşete koyup tek katlı evin balkonundan bahçeye atladım. Issız ve karanlık sokaklardan kalabalık caddeye kadar yürüdüm, tek çarem otostop.
YARIN: Topal'ı gazinosuna sokmadım
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2001
Alzheimer Vakfı ve Derneği Başkanı Prof. Dr. Murat Emre, Alzheimer hastası olanlara yaşamı basitleştirmek için 10 basit öneride bulundu. Yaşamı basitleştirin: Eskiden beri alışkın olduğu düzenli, huzurunu bozmayan, güven veren bir ortam sağlayın. Çevresinde, evde sık sık önemli değişiklikler yapmaktan, gereksiz eşyalardan kaçının. Uzun uzun düşünmemesi için yaşamı basitleştirin, seçenekleri azaltın.
Bağımsızlığını sürdürün: Hastalığın ileri evrelerine kadar birçok konuda bağımsızlığını sürdürebilen hastalar vardır. Kendi yapabilecekleri şeyleri siz yapmayın. Böylece hem kendilerine saygılarını korumuş, hem de yaşamanızı kolaşlaştırmış olursunuz.
Öz saygısını koruyun: Hastalığı nedeniyle saygısızlık olarak algılayabileceği, gururunun kırılabileceği davranışlardan kaçının, sınırlamalarınızda ölçülü olun.
Tartışmayın: Hastalık nedeniyle yargısı bozulmuş olabileceği için ona kendi doğrularınızı kabul ettirmeye çalışmayın. Makul olmayan istekleri olduğunda çocuklara yapıldığı gibi dikkatini saptırın, başka seçenekler sunun, zıtlaşmayın.
Mizah duygusunu koruyun: Bu hastalığın sizin ve onun yaşamını karartmaması gerektiğini düşünerek mutlu aile olmayı becerin. Onunla birlikte gülün, ama asla beceri kaybıyla alay etmeyin.
Güvenliğe önem verin: Özellikle başkalarına bağımlı hale gelen hastalar için evi ve çevreyi güvenli hale getirin.
Beden sağlığına özen gösterin: Zihinsel sağlığın bozulmaya başlaması bedeni ihmali gerektirmez, bunun için egzersizleri teşvik edin.
Koruduğu becerileri değerlendirin: Resimle, oyunla, kitapla ve dostlarıyla zaman geçirmesini sağlayın ki, hayatı zenginleşsin.
İletişimi sürdürün: Sözlü iletişim kurma becerilerinin azaldığı evrelerde bile onunla yüz ifadenizle, dokunuşunuzla, ses tonunuzla iletişim kurabileceğinizi unutmayın.
Bellek tahtası kullanın: Unutkanlığın başladığı dönemde not almasını teşvik etmek için bir köşeye ‘‘bellek tahtası’’ asıp hatırlaması gerekenleri üzerine iliştirin.
Yazının Devamını Oku