ON bir yıl önce, 12 Ağustos’ta kapadı gözlerini. Datça’da günebakan çiçekleriyle uğurladılar Can Yücel’i.
Çünkü o ayçiçeği yerine “günebakan” demeyi yeğliyordu, yüzünü hep güne/güneşe dönen o canlıya... Yağmurlar yağdı ağustosta, çok yağdı. Onun şiiriyle kulaklar çınladı: “O zaman bu zamandır dostlar ne ister neyi özleriz denizini arayan akarsulara benzeriz pencereler bırak açık kalsın geceleri yağmurlar yağsın günebakan düşlerimiz yağmur sesiyle çoğalsın...” Gece düşleri güne bakmazsa, “rüya” olarak kalır zaten değil mi... * * * Şiire argoyu, hatta küfrü sızdırdı. Sıcak, yer yer sevimli ama hepsinden öte yaşayan haliyle... Yeri geldi, darbe mahkemelerinde savundu “halkın dili”ni. “Ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan”dı çünkü kendi deyimiyle... Yalnızlığın(ın) da farkındaydı, küfür kadar: “Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi dilimizde akşamdan kalma bir küfür (...) yalnızlığım benim sidikli kontesim ne kadar rezil olursak o kadar iyi...” * * * Kelimelerle oynadı, “rengahenk” dedi güzelliğin uyumuna... “To be or not to be” sözünü “bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” diye Türkçeleştirdi, şiir çevirilerinde de oynadı dille. W. H. Auden’ın “Tell Me The Truth About Love”ını çevirmedi mesela, “Türkçe” yaptı: “Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı...” Hayatla da oynadı elbet. Ölümü rakı şisesinde balık yaptı. * * * Rivayete göre, gömülürken sormuş torunu: “Dedemi ektiniz mi?..” Evet ekildi, ama hasat kimbilir ne zaman.