“Ev”e konuk geldiğinde misafir odasındaki koltukların örtüsünün kaldırılması gibi, bazı evler de insanın kumaşını az-çok ortaya çıkarıyor. Elbet hevesini de...
Seçtiği koltuk takımına bakmanız yeter; “İşte bizim sevgili Tokrat Ali...” (Anadolu aristokratından mülhem)
Hele evlere, yaşanan hayatların tuzu-biberi gibi serpiştirilen küçük objeler...
Onların evlere geliş serüvenleri, insana -iç/dış- dünyaları gezdirir.
Bazen “mahrem” bir yönü de vardır sanki.
Evet evet, bir nevi “mahrem”idir hayatların; Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki biblolar kadar olmasa da, kitapların arasında eteklerini havalandıran küçük bir balerin hakkında cürmünden büyük hikayeler uydurulabilir.
(Bu mevzuda kadınlara müstesna, deryadeniz bir yer ayırmak şart. Ne müzeler çıkar oralardan, lâkin adını “Masumiyet” koymak, fazlasıyla yavan kaçar)
* * *
Polis, tuzlukların Apo’ya (Abdullah Öcalan) benzediğini savunurken, kebapçının getirildiği karakolun amiri, ‘Bu ne biçim suçlama. Apo duysa güler’ diye işgüzar polislere çıkıştı.’’
Yıllar önce, Mart 2001’de İngiliz Reuters ajansı, “Apo’ya benzeyen tuzluklar” haberini tüm dünyadaki abonelerine böyle geçmişti.
Reuters’ın esmerliğiyle, şişmanlığa, bıyığıyla, hatta kaşlarıyla -dalga- geçtiği haber şaka mıydı... Asla değil.
Zeytinburnu’nda aynen yaşanmıştı.
Polisler de haksız sayılmazdı esasen...
Bir ara İstanbul’da döşenen kaldırım taşlarının deseninin, saçları, çenesi ve gözlüğüyle Turgut Özal’ı andırmasından kıllanan memlekette, her yemekte elimize aldığımız tuzluktan daha yaygın ve sinsi propanga malzemesi mi olur?
İşgüzar olacaklardı elbet.
Şimdi takkesi, sallana sallana beddualarıyla
Efsane caz yorumcusu Billie Holiday’in de sık vurguladığı rivayet edilen bu sözler, bana bu yıl 21’incisi düzenlenen Uluslararası Ankara Caz Festivali’ni hatırlatıyor.
Anlı şanlı devlet desteğine rağmen kavun-karpuz festivallerinin bile bürokrasiyle boğuştuğu, liselilerin bahar festivalinin, pilav gününün bile yasaklandığı bir ülkede caz festivali müşkül iştir.
Hele bürokrasinin de başkenti Ankara’da...
Herşeye rağmen 22 yıl önce “cazı seven ve sayan” bir grup insan, Hürriyet yazarı Sedat Ergin’in başkanlığında Ankara Caz Derneği’ni kurdu.
Ve “caz yapma” uyarısının yayvan bir tebessümle sözlüklere girdiği memlekette, sadece caz yapmayı, 21 yıl boyunca festival düzenlemeyi başardılar.
Ama nasıl? Binbir güçlükle, Caz Derneği'nin Başkanı Özlem Oktar Varoğlu’nun her yıl yüreğini ağrıtan ana sponsor, devlet, belediye desteği arayışıyla...
* * *
Bu yıl festivalin son konserleri, efsane caz müzisyenlerine ayrıldı.
Bir zamanlar Sadettin Teksoy’un kameramanına sık söylediği bu sözler, eksilmedi hayatımızdan.
Bilirsiniz; kutuplardan Afrika’ya, cinlerden perilere bir dönem TV’de “Ben Sadettin Teksoy!” fırtınası esmişti.
Damarını bulunca televizyonda herşeyin yapılabileceğini -akla ziyan- kanıtlayan ilk “zihni sinir” projelerden birisiydi bana göre.
* * *
“Sakata gelmeyelim”e gelince...
Argonun özgün dağarcığıyla, kısaca “tuzağa düşmek”, istenmeyen/beklenmeyen bir şeyle karşılaşmak anlamına gelen bu deyim, öncelikle çok kullanışlı.
Satılan, söylenen, talep edilen her şey karşısında, güvensizliği, tereddütü o iki kelimeyle rahatça özetlemek mümkün.
Karpuz da alsan fark etmez, araba da... Kuşkun kuşkun soruyoruz:
Masanın üstünde unutulmuş bir sigara paketi vardır.
Tam anlamıyla havadan sudan konuşurlar ama kaçamak bakışları hep masadaki pakettedir.
Waits dayanamaz, “Bunlar senin sigaraların mı?” diye mırıldanır.
“Yo, geldiğimde oradaydılar” der Iggy.
Ardından ikisi de o meret sigarayı nasıl bıraktıklarını anlatırlar.
“Bıraktıktan sonra bi enerji bi enerji” muhabbetine girerler. İsteksiz isteksiz...
Ardından Tom Waits “Bıraktım, bırakmanın güzelliği…” der, duraklar biraz.
“Bir tane içebilirim, çünkü bıraktım”
Derslerin değerlendirmesinde, “essay”ler, “final ödevi” büyük önem taşıyordu o zamanlar.
İsmini vermeyeyim... Farklı bir bölümden dersini aldığım bir öğretim üyemize -özene bezene- cüsseli bir çalışma hazırladım.
Ödevimi değerlendirdi, C miydi tam hatırlamıyorum ama hak etmediğimi düşündüğüm bir not verdi.
* * *
Hazırladığım kitapçık cürmünde metni geri aldığımda, şaşırdım.
Her sayfasını, hemen her cümlesini, kelimesini kırmızı kalemle çizmişti hocamız. Öyle ki Monet’nin Gelincik Tarlası tablosu, yanında el kadar bahçe kalır.
Öncelikle metinde kullandığım, dilimize yerleşmiş, tüm Arapça, Farsça vb. kelimeleri çizip, yerine Öztürkçe’lerini kondurmuştu.
Fikrimce Öztürkçe öyle ferahfeza, bol keseden bir
Boşlukları oradan doldurmak, tezini oralara dayandırmak kolaydır, hüsnü kabule adaydır çünkü.
Politikada kültürün, geleneğin müstesna bir yerinin olması da biraz bundan.
Sıkışınca kültürü, geleneği kullanmak, -bir bardak su gibi- siyaset kürsüsünün de olmazsa olmazları arasındadır.
Çok tartışmalı bir mevzu mu geldi gündeme...
En hamasi çıkışını, “Bizim kültürümüzde var”, yahut “Bizim kültürümüzde yok”la yaparsın.
Zira kültürümüzün, geleneklerimizin var-yok envanteri, anayasal olmasa da babayasal olarak pek tartışılmaz, tartışılsa da yakışık almaz bir tür dokunulmazlığa sahiptir.
Ne zaman ihtiyaç duysak, “Bizim kültürümüzde var” kitabesine yaslarız sırtımızı.
Sadece kültüre dayanan/dayatılan söylemler, bir sürü insanın
Yerli alınganlık, çoğu kez kültürel alınganlıkla beslenir.
Farklı kültürden, yahut milletten birisine yaptığımız yemeği tattırma hevesimizle, “Yemezsen alınırım...”larla da başlayabilir.
Baklavanın, lahmacunun, Türk kahvesinin hangi ulusun, hatta yörenin tescilinde olduğu münazaralarına da zıplayabilir.
Kurumsal, kamusal alanlara da uzanır tabi.
Örneği çoktur ama, bu mevzu en son 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle TBMM’de düzenlenen özel oturumla ilgili haberleri görünce aklıma geldi.
* * *
Özel oturuma davet edilen diplomatlardan bazıları, dinleyici locasına bacak bacak üstüne atıp oturmuş.
O daveti,