Paylaş
Akıl yürütme, analiz, değerlendirme babından “eleştirel beyin”i eğitime bir türlü sokamadığımız, siyasette, sakatatçıda filan da pek bulamadığımıza göre, tek şansımız belki böyle programlar.
Beyin bir yana... Sadece adayların ve adayların lojistik çevresinin program içi mütemadi eleştiricilliğini (eleştiricil canlılar, insanlar âleminin mümtaz bir familyasıdır) kastetmiyorum.
O format gereği öyle zaten... Eleştireceksin.
* * *
Bir de izleyiciler var.
Biz seyirciler olarak (70 milyon) öyle bir kınıyor, öyle eleştiriyoruz ki bu programları, ekrandan gözümüzü alamıyoruz.
Eleştiride buluşuyor, orada kaynaşıyor, sınıfsız-imtiyazsız zümre oluyoruz.
Eleştirdikçe bir rehavet, bir tatmin de sarmalıyor, onaylanmaya, kucaklanmaya aç zihnimizi.
“Açken, sen sen değilsin” çünkü...
* * *
Bize ekranlardaki figürler gibi, ağız dolusu eleştireceğimiz, biteviye söyleneceğimiz mecralar gerek. Gelişmişliğimizi, üstünlüğümüzü gösterebileceğimiz altlarda bir yerler, şeyler...
Yan faydaları da var.
Gizli gizli “Benim gibi başkaları da varmış” demek, yahut “Ben o kadar da değilim canım” diye yürek serinletmek de, tabi ki rahatlatıcı.
Zira biz böyle mentollü, içimizde bir an rüzgar estiren yalancıktan pansumanları seviyoruz.
Kelime haznemiz de genişliyor aniden. Rezalet, pespaye, kepaze kelimelerini, öyle programlar sayesinde rafından indiriyoruz.
Biraz da ibret için seyrediyoruz.
Dimyatı izleyip, evdeki bulgura şükrediyoruz, mırıl mırıl...
* * *
Kınıyor kıpkınıyoruz ama, eleştirdiğimiz insanları baştacı da yapıyoruz o programlar sayesinde.
Biz meşhurları seviyoruz çünkü, onlarla ağlayıp, onlarla gülüyoruz.
Delikanlılık kitabımızda, yan komşumuzun vicdan abidesi oğlu, bakkalın cevval çırağı gibi yaşayarak tanıdığımız kahramanlara yer yok.
Kahramanlarımızı yaşayarak değil, ekranda seyrederek buluyoruz.
Yanı başımızdaki, bizimle birlikte yaşayan kahramanlar, aklımıza fitne fücur soruları getiriyor zira.
Durduk yere bize vicdan, erdem muhasebesi filan yaptırıor.
Buzkırıcısıyla temel içgüdülerimizi oyuyor, kurcalıyor içerlerimizi:
“Komşum -bile- kahramansa, ben diye değilim, ben niye değilim, ben niye olamıyorum...”
* * *
Ekranlardaki kahramanlar o nedenle kullanışlı.
Kurtlar Vadisi var, fakir ama gururlu damat adayları var, Survivor’da attığı topla hedefleri şıp diye vuran aç ama mağrur delikanlılar var.
Onları kahramanlaştırmak, bizi bozmuyor.
Onlar zaten meşhur... Olacak o kadar.
* * *
İzdivaç programları da katılanlara sadece evlilik vaat etmiyor. “Meşhur” olmaya çağırıyor insanları.
Oluyorsun da...
Hiç olmasan, lakırdılarınla, hurda vecizelerinle ağız ünlüsü oluyorsun cürmünce.
Ne diyor adayların hepsi:
“Artık sokakta yürüyemiyorum, herkes sarılıyor, kutluyor, yüreklendiriyor beni, birlikte fotoğraf çekinmek istiyor...”
Göz6 Evi’nde meşhur olup, o rütbenle Survivor’a terfi ediyorsun.
Artık oradan diziye filme mi gidersin, programcılığa sunuculuğa mı, bir başka meşhurla evliliğe mi...
“Meşhuriyet”ine kalmış.
* * *
Biz de ayıla bayıla eleştiriyoruz.
İzdivaç programdaki danışıklı-danışıksız tipolojinin -bizden ırak olsun- başka diyarlara ait olduğunu düşünüyoruz bazen.
Bizim hayatlarımızda yok öyle şeyler. Yok öyle...
İzdivaç programını cümbür cemaat seyredenlerin, “Kısa etek giyersen, elbiseni keserim” diye böbürlenen damat adayını görünce, kaçamak bakışlarını -bir an- kendi damatlarına çevirdiklerini unutuyoruz.
“Önce evi üstüme yap” tapulaması, bize sadece bu programları ve Yeşilçam’da Neriman Köksal’ın repliğini mi hatırlatıyor hakikaten?
Yıldıray Oğur’un bir yazısındaki “Televizyondaki evlilik programına dedesinin katıldığını görüp utanmak” benzetmesinin, yalnızca espri olduğunu mu zannediyoruz?
Öyleyse buyrun, işte kanlı-canlı, yerli malı-yurdun malı izdivaç programları.
Paylaş