Şehrimizi, unutulmaz an(ı)larımıza eşlik eden mekanlarıyla, meydanları, heykelleri, parkları, sokakları, hatta o sokaktaki iğde ağaçlarıyla, onların kokusuyla hatırlar, öyle anarız.
Belleğimizde o bütünlük içinde korur varlığını. O mekanlar, o objeler, geçmişteki o “an”ı, bugüne yeniden yerleştirir.
“Hafıza mekanları”dır hepsi. Bazen bizi oralara, o zamanlara götürür, bazen onlar bize gelir.
O şehirde, o ülkede yaşayan insanların kolektif hafıza nesneleridir hepsi.
Yok edilirse, unutmanın davetkâr kucağına sürükler bizi...
* * *
Ankara yitirilen, unutulan hafıza mekanlarının, meydansız başkentidir artık.
Lawrence Durrell,
Asıl orada anlarsın ülkeyi, orada hisseder, hatta dokunursun.
Sokaklarında, meydanlarında -hakkıyla- dolaşmak bile insanı kendi cürmünce seyyah yapar.
Zira her kuytusunda geçmişine dair bir iz yakalar, yüzlerce yıllık binalarını kitap gibi çevir çevir okursun.
Bir şehrin asıl tarihini sadece müzeleri değil, o şehrin insanlarının bir zamanlar oturduğu, dolaştığı, çalıştığı, eğitim gördüğü, eğlendiği, ibadet ettiği, hatta gömüldüğü yerler ortaya koyar.
Çünkü tarihi hâlâ ve göz önünde yaşatan, o hayatları yaşayan dokusuyla -birbirine eklenerek- hatırlatan hafıza mekanlarıdır hepsi.
O tarihi, o yaşanmışlığı koruyan şehirler, külliyen uygarlığın canlı abideleridir.
* * *
Amsterdam
Evini sadece başkaları, onların evine dair muhtemel beğenileri için döşemek nasıl bir psikolojidir...
Tümüyle kendisi için döşemek, nasıl?
Hangisinin evi daha çok eleverir, gözler önüne serer kendini...
Hangisi insanı evinde bile yabancı hissettirir?
* * *
Evini, en azından önemli bir bölümünü başka insanlar beğensin diye düzenleyenlerin, çoğu kez başkalarının beğenilerini “moda” olarak paketleyip sunan trendlere yakalandığını sanıyorum.
Ama insanların evleriyle de beğeni arayışının, onları evrensel yahut batılı modellerden çok, ulusal dekorasyon geleneklerine sürükleyebildiğini de biliyoruz.
Bilhassa bizden önceki kuşaklarda...
“Merhamet yorgunluğu”nun iki farklı biçimi var.
İlki mesleki kavramsal tanımıyla, “ağlamaktan helâk olmak” deyimiyle açıklanabilenecek bir durum.
Tıpta, özellikle hemşirelerin hastalarla daha içli-dışlı, sabitlendikleri yataklarında parmaklarının altındaki zil olmalarıyla işleyen bir süreç.
Ölmekte olan bir hastaya pamukla su vermekten, onu hiç kimsenin ziyaret etmediği bilgisine kadar giden “çileli ömür” tanıklığı.
Bu hâl, uzun ya da ekstra mesai benzeri, merhamet yorgunluğu da yaratıyor.
İşi dışındaki hayatına da sızıyor, bir çoğunun. Eve “iş”, hüzün götürüyor.
* * *
Düşündüğüm diğer anlamıyla merhamet yorgunluğu ise farklı.
Ekranlar, gözüyaşlı reytinge tahvil edilecek merhamet bekliyor.
Reytingin ters çevrilebilen fanusunu, gözyaşı doldurmazsa kum dolduracak zira.
Açıkhava sinemalarının afişinde yazardı ya; “En acıklı, ağlatan film...”
Rekabet orada daha acıklı gerçekleşiyor.
Sadece haberler mi...
Düğünlü dernekli evlilik programlarından hafiyesi Müge’ye, Survivor’dan dizilere, her yer, her mevsim gözyaşı.
Bir tek “Hava Durumu”nda ağlamaklı olmuyoruz artık.
Hava durumunu sunan bazı sunucular,
Eskiden içerideki ölümcül hengame ölümlülere görünmesin diye, camları kirli beyaz yağlıboyayla kabaca sıvanan acil servisler, ambulans pencereleri gibi...
O kalın buğu görüşü kapasa da, ölümü düşünmene engel değil.
Abartmazsan dert de değil. Bazen daha ileri gidip camın buğusunu ovalamaya çalışman bile, çoğu zaman sıradan bir deliliğin alt edilebilir emareleri..
Ama o buğulu cam onu her an “görmeni”, iliklerine kadar hissetmeni, hayatının tüm okumalarını ölümlü olma bilgisi üzerinden yapmanı önleyebiliyor.
Her sabah seni uyandıran cep telefonu alarmı, “Her fani ölümü tadacaktır, sen de öleceksin” diye fısıldamıyor yani.
O sayede, ömrünün önemli bir bölümü “henüz çok erken”le geçiyor, son dilimleri de “daha zaman var moruk”la...
Zira ölümle aranda o buzlu cam var.
Hele ölüm olunca mesele, içinde koç gibi, gerçekleri görmekten kaçma refleksi, itiyadı var.
Gramofondu, plaktı... Şüphesiz onlar da çağ açıp, çağ kapadı.
Ayrıca iyi bir pikap, amfi ve kabinlerle plağın keyfini, hâlâ CD’ye değişmem.
Plağı albümünden çıkarırken başlayan ritüeli bir yana, analog kaydedilen eski plakların sıcak, derinlikli sesi de etkiler beni. Kontrabasın en pes tellerinde gezinen parmağın sesini duyarsın, "Pes" dersin...
Lâkin beslemen lazım gelir onu sürekli, dünyanın döndüğünü ikinci kez kanıtlayan kaidesine plak koyman gerekir.
Kendi beğeninle, ayırabileceğin bütçeyle yarattığın az çok sınırlı arşivinle, o özel anları müzikal bir ayin olarak görüyorsan, mesele yok.
Ama müzikte çeşitliliği ve günceli başka alternatiflerle takip etmiyorsan, o sınırlı arşivle zamanla kendini ezberlersin.
* * *
Radyo başdöndürücü teknolojik gelişmeler karşısında varlığını bu yönüyle de koruyor belki.
Zira insanların iç odalarıyla evlerinin odaları birbirine açılınca, gez gez bitmiyor. Fakat bazen hangisi hangisidir, karıştırabiliyorum.
Düşününce, içimizdeki odaların -belki saraylar, içinde 400 odalı haremleri filan hariç- evlerimizin odalarından çok olduğunu söylemem de mümkün.
Gayet mümkün... Çünkü “Yeni Türkiye”de köşe yazarlığı da böyle bir şey.
Herşey mümkün, yârin yanağından gayrı herşey -her anlamıyla- “atış” menzilinde... (O eşiğin ardına karpuz kabuğunu düşürmese miydim acaba?)
Kalkıp “Aslında dünya dönmüyor kardeşler...” diye yazsan, -hazırdaki- müşterin kitabevine fark atar.
Atıp tutamasan bile mahcubiyetin, bazı yazarların bir tek yazısının ardından yaşaması beklenen utanç silsilesinin yanında, yeni evlerin balkonu kadar kalır.
* * *
Önceki yazımda