Paylaş
Maruz kalmak benim zihnimde, insanın varlığını hiçe sayan bir karşılaşma, hatta bir tür omuz yeme hisleriyle etkisini koyulaştırır zira.
Asla istemediğim bir “temas”ın, kıskacına alındığımı düşünürüm. Öyle ya da böyle, tesiri altında kalırsın.
Kokuya da maruz kalabilirsin, sese de, hakarete, iftiraya da...
* * *
Maruz kalınan “temas”, masaya oturup “Ben ben ben de ben, vallahi ben, illa ki ben” sazını eline alan birisi de olabilir. (Vurmalı saz, perküsyon)
Ufacık çocukken mahallenizde dolanan iri kıyım, büyümüş de küçülmemiş, külhan bir velet de...
Her sokağa çıktığınızda size omuz atar, meselâ.
Öyle bir hâl alır ki, artık dışarı çıkmadan saatler önce onunla karşılaşma, ona maruz kalma ihtimali içinize bir sıkıntı yerleştirir.
Aklınızdan, şuna okkalı bir kafa mı atsam, yolumu mu değiştirsem, sineye mi çeksem gibi can sıkıcı senaryolar geçer.
Sıkıcıdır, zira hepsinin farklı yan etkileri, iç muhasebeleri vardır.
Sürekli maruz kaldığınız için yok da sayamazsınız. Zihninizde durduk yere mesai, lüzumsuz ikilemler yaratır.
Çocukken kavgası da, çözümü yahut hazmı da nispeten kolaydır.
Çünkü çocukluktaki o “sıkıntı”, son yazılarımda sözünü ettiğim “basit” can sıkıntısının örnekleri arasında sayılabilir.
* * *
Lâkin sağdan-soldan omuz yeme durumunun asla basit sayılamayacak toplumsal, siyasal veçheleri de vardır.
Külhan siyaset, tepeden/tepedelen müdahaleler, tezgaha kadar inen pervasız ekonomi, -işine gelirse- çalışma hayatı, işsizlik ve işsizlik korkusu, savaşlar, terör, sıkışmışlık/hapsedilmişlik duygusu, “can sıkıntısı” kavramının boyunu çok aşan kıvranmalar yaşatabilir insana.
Kayda, kaale alınmamak da manzaraya tüy diker.
Ne derseniz deyin, sizinki küçükten büyüğe “sunulan” bir maruzattır çünkü.
Kaale alınmamak canınızı sıkar da...
Kayda alınıp azarlanmak da mümkündür, burnunuzun dibine kadar giren o kâhyası bol hiyerarşide.
* * *
Siyaset dilindeki iç karartan taassup ve otoriter modernite, ağdalı/yırtıcı popülizm, boğucu yeknesaklık, marifetmiş gibi sunulan vasatlık, her mevzuda iktidar hevesi, hurda hamaset, abullabut alaycılık, basmakalıp vecizeler, can sıkıntısından öte duygular yaratır.
Siyasetin Survivor’daki çene yarışından beter o bıktırıcı harmanı, sadece ekranlarda, “hey hey”i bol, eli tetikte köşe yazılarında boy göstermez.
Oralardan dilimize, söylemimize, benzetmelerimize, esprilerimize, bize sızar.
Bir bakarsınız, fikir münakaşası” denilen -artık o hayalî- iletişim, kuralsız, yaka-paça münazaraya, bataklıkta ağzı çamurlu polemiğe dönüşmüş.
Her masaya elinde tahtadan şakşağıyla eğreti bir Pişekâr, münasebetsiz bir Kavuklu yerleşmiş.
Bazı “dost” masalarında bile karşılıklı ad takmalar, ardı/anlamı hiç sorgulanmadan ortaya savrulan koca terimler, süslü küçümsemeler, sözde “ustalıklı-dolaylı” hakaretler gırla gider.
Ekranlardaki motifler gibi, sürprizsiz, tek yönlüdür.
Karşı taraf pek mühim değildir, bu “geh geh” monologda...
Çünkü herkes karşısındakine söylenip, alkışı, takdiri, peşkiri yanından bekler.
* * *
Böyle bir siyasetin, bazı insanları “sıkılmak” bir yana oyaladığını da görüyoruz. Meşgalesi, “hobi”si odur çünkü.
Nahoş durumlar, neredeyse hoş gelir ona... Sataşmak, ezberlenmiş kelimelerle efelenmek haz verir. Hiç sıkılmaz, arlanmaz.
Bazı insanları ise kemirir bu durum.
Sıkılır tabi, çok sıkılır.
Canı da sıkılır, hicap da eder.
Paylaş