Paylaş
Bazen söylenirim böyle; “s”ini tıslata tıslata, uzata uzata “Sıkıldım”...
Biraz abartıyla karışıktır. Hani, yankı vadisine gidip de orada bağırıp çağırmak gibi.
Zira sıkıntı eşiğimin yüksek olduğunu sanıyorum.
Kronik can (iç) sıkıntısına, bunalıma da pek yatkın değilim. Benimki daha ziyade Oyuncakçı/Kitapçı Amca melankolisi.
O yüzden, sıkıntının eşiğinde -kendiliğinden- gelir bir şeyler, o sıkıntıyı iktidara taşımayacak meşgaleler...
Çabaya hiç gerek kalmadan, sıkıntıyla kavgaya girmeden, oyalanırım.
* * *
Şüphesiz sözünü ettiğim, -gündelik- can sıkıntısı. Yani sıkıntının basit, alelâde of-puf hâli.
Boşluktan, zamanı değerlendirmek yerine öldürmek rutininden de kaynaklanabilir.
Dağınık bir natürmorttan, ölü bir doğadan, heyecansızlık, isteksizlik, hevessizlikten de...
Hani sebebi sorulunca “Hiiiç...” deyip de ayrıntısına gir(e)mediğimiz, bünye gazları-gurultuları.
Peter Toohey, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi kitabında sıradan sıkıntıyı, “önceden kestirilebilir durumların sonucunda ortaya çıkan çıkan basit can sıkıntısı” olarak açıklıyor.
Uzun (ve hep aynı) nutukları, kilise ayinlerini dinlemek, sürekli aynı işi yapmak gibi...
Toohey’e göre bu tür can sıkıntısı, “süresinin uzunluğu, monotonluğuyla, öngörülebilir olmasıyla, kaçıp kurtulunamaz oluşuyla ve kişiyi esir alışıyla” tanımlanabilir.
“Çok uzun süre değişmeden kalan her durum sıkıcı olabilir. (...) Ve insan böyle hissettiğinde, zaman sanki yavaşlar, öylesine yavaşlar ki sonunda durur. İnsan kendini olan bitenin dışındaymış gibi hisseder. ”
* * *
Bahsettiğim harcıâlem “sıkıntı” beni basmaz da, uğrar yanıma bazen. (Hadi ona “can” sıkıntısı değil de, “an” sıkıntısı diyeyim)
Bir ortamdayızdır misâl, ama aklım başka yerde, hevesim başka daldadır. (“Ortam”ı, sütunun arkasına saklanıp cep telefonunu karıştıran çağrılamayan garsonu, cep telefonunu saklanmadan sürekli karıştıran masamızdaki elemanı, kalın rakı bardağını, suya değmeden eriyen mini mini buzları bile içine alan kalabalık bir kelime olarak kullanıyorum. Herşey ortamdır)
Dinlerim, bakınırım biraz, sıkıntının -uzaktan- ayak seslerini duyarım.
O an önce tıslarım içimden, kapımı çalmasın diye mırıldanırım:
“Sıkıldım, sıkıldım, sıkıldım...”
İlle de gelirse... Destursuz kalkarım, genelde. Kalkınca, kanatlanırım.
Arkadaşlarım da bilir bu önlenemez hâlimi, sağolsunlar gönül koymazlar.
Bilirler ki o “an”lık can sıkıntısının, onlarla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktur.
Onlar davet etmemiş, onların sohbeti/muhabbeti getirmemiştir can sıkıntısını, çoğu kez olduğu gibi kendi gelmiştir.
* * *
Herhal öyle bir şeydir zaten can sıkıntısı.
Çoğu zaman ansızın gelir.
Lâkin bazen davetli, bazen davetsizdir.
“Sıkıntıyı kim davet eder ki” diyebilirsiniz, ama ben öyle düşünmem.
Bazı insanların öyle davetkâr bir hâlleri, içinden eli çekilmiş eldiven gibi öyle bir kendini bırakmışlıkları vardır ki... Sıkılmaya elverişlidir.
Can sıkıntısı koşturarak, gümbür gümbür gelir, gitmek bilmez.
Yahut zaten hep oradadır da, yüzeye yeni çıkmıştır.
Kimi kolay sıkılır, sonra da sıkılmaya kolayca alışır.
Kiminde bu tuhaf denklem, sıkılmaktan sıkılmamak gibi kronik bir sonucu, kayıtsızlıkla beslenen Oblomovumsu bir döngüyü de ortaya çıkarabilir.
* * *
Bunlar tabi can sıkıntısının “basit” olarak adlandırılan, sıradan hâlleri...
Ne genellemek mümkün, ne tek kalıba dökmek... Dozajı, gelişi-gidişi, insana, hayatına, çevresine etkileri binbir çeşit.
Memleketin hâlinden, siyasetten, ekonomiden, savaşlardan, yoksulluktan, insanca, adil, özgür bir yaşamdan uzakta durumlardan duyulan derin sıkıntı ise başka bir şey.
O minvalde duyulan hayalkırıklığını, umutsuzluğu, acıyı, üzüntüyü, kızgınlığı “can sıkıntısı” diye tanımlamak, en hafif tabiriyle dağarcık yoksulluğudur zaten.
Can sıkıntısının, insanı, zihniyetini, hayatını etkileyen, değişimini tetikleyen sağaltıcı, geliştirici yanlarından da söz edilir.
İnsanı bencillikten hedonizme, alkolizmden obeziteye, sanal bağımlılıklardan tüketim çılgınlığına sürükleyebilen "yan etkileri"nden de...
Onlara da sonraki yazılarımda değinmeye çalışacağım.
Paylaş