Paylaş
Travmanın ne olduğunu bilmeden, bazı insanlara travmayı sanki yakıştırdık.
Şimdilerde yön değiştirip, bacak kadar çakalların tehdit cümlesine dönüşen “Akıllı ol”unu, “Aklına mukayyet ol kardeşim” gibilerinden sıvazladık travmatik durumlara...
“Güçlü ol” dedik, sanki onun elinde, cebindeymiş gibi.
“Sarsılacak tabi biraz” diye, aslında onu değil içimizi ferahlattık.
* * *
Hatta, Ankara Ulus’ta Renk Pavyon’da saçları “küllü sarı, hafif uçuk”, gözleri “bela çiçeği” Oryantal Sevilay’da sevdik travmayı.
Sincap Sevilay da dedik ona, yerli-yersiz bir sesten, hatta bir nefesten sıçradığında...
Köklü, bereketli bulduk Ece Ayhan’ın saksısındaki “melankolya çiçeği”ni... (“Suyu düzenli verilecek, yeri değiştirilmeyecek”)
Aşkın mecnun, travmatik halini, olağan, neredeyse gerekli gördük.
Rastlasak da öyleydi, rastlamasak da...
Taş gibi susuyor, bulut gibi kusuyorsa bir arkadaş, “O öyle bu aralar, pek konuşmaz” dedik, geçtik travmay durağından.
Aldanmaya da, kendimizi aldatmaya da, kandırmaya da müsaitti ruh halimiz.
O zamanlar “başarırdık”.
* * *
Başı yastığa değmeyen kabuslara, rüya tabiri yaptık.
Yalnızlıklara kalabalık terapisi; “Yalnızlık güzeldir bazen, kıymetlidir” dedik, insan içine çıkamayan “sidikli kontes”i sevdik.
Çünkü sahici sahici yaşanmayan yalnızlığın, özlenen bir şey olabileceğini okumuştuk, yalnızlığı bizzat ama uzaktan anlatan romanlardan.
Travma desen, o adıyla keşfedilmemiş henüz mahallede.
Misal, uyku problemi desen, düzgün uyumazdı ki kimse...
Öfke kontrolü filan da makbul bir şey değildi zaten.
Belki de travmanın yaşandığı değil, “öteki”lerden az az öğrenildiği bir yerdi “ruh mahalle”miz.
Geç öğrendik.
Geçen hafta deprem 6.5 kuvvetinde yokladı Ege’yi...
Travmanın en kitaba uygun hallerinden birini, Marmara depreminden sonra gördüğümü hatırladım.
Oralarda gördüm ve depremi yaşayan bir arkadaşımda...
Onun ürkek, mütemadi tedirginliğinde... Sohbetimiz sürerken aniden dipsizleşen, sanki bana, gözlerimin içine bakıp da ardımdaki posteri inceleyen gözbebeklerinde...
Her ortamda esprilere neden olan uykuseverliğinin, nasıl depremden sonra 15 dakika kestirmeye muhtaç bir ruh haline dönüştüğünü gördüm.
Yaşadığı kabus mu onu uyutmuyordu, yoksa uyku kabusları yeniden kuyruğa mı sokuyordu, (yahut ikisi de mi) bilemedim.
Dalgınlığını uykusuzluğuna yoramadım, donukluğunu mutsuzluğuna...
Ama vurmuştu onu deprem, gördüm.
Tam şakağından vurmuştu.
Bitiremedim yazımı; yarın depremlerin, felaketlerin şiirde imge yitimine bile neden olabileceğinden söz edeceğim.
Paylaş