Paylaş
Ya sohbaharı ağız tadıyla yaşamadan, ayaza döner bozkır havası...
Bir vaktin, bir mevsimin, hatta bir ömrün -hızla- geçişi de öyledir belki.
Ki gün gelir ömür denilen aritmetmedik, “Daha kaç mevsim, kaç bahar daha?..” diye sordurur adama, bazısını soldurur masada...
* * *
Yağmur her bünyeye farklı gelir.
Misal ben, manzara menzilinde yeşilden çıldırmış ormanlar, dalgalı bir deniz, fiyordlar, kayalıklar filan varsa yağmuru da, gri havaları da seviyorum sanırım...
Renkleri silen, solduran kabak gibi öğle güneşine misliyle tercih ederim, en azından.
Belki de yağmuru sevmek, bir tür “hüzün sevgisi”dir.
Sait Faik’in “Bir İlkbahar Hikayesi”ne, “Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı üzüntü ile duymamasına imkân yoktur” uyarısıyla başlaması boşuna değildir.
Aynı hikayede, bitmek bilmeyen kırkikindi yağmurlarıyla karşılar şehir ilkbaharı:
“Saat 11.00’de bir kara bulut peyda olur, on dakika sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur bütün gün tıkır tıkır, şakır şakır durmadan yağar”.
Öyle daraltır ki o grilik gönlü; hikayedeki çocuğun penceresinden görünen, karaçayır dedikleri ve göğün her rengini deniz gibi emen o koyu yeşil ovadaki renk oyunları olmasa, “evden bir deli çığlığı ile fırlaması işten değildir”...
* * *
Bu haliyle, böyle mekanlarda “Yetti gayrı” da dedirtebilir kimi zaman.
Sadece sıkıcı mı, iyice yalnızlaştırabilir de insanı sanki Ankara’da yağmurlu havalar.
Der ya Edip Cansever; “Bakmayın etrafımda çok insan dolandığına, sırılsıklam yalnızım aslında”...
Öyle işte...
Ama sözünü ettiğim seçilen yalnızlık değil, elbette.
Yani kendinin filozofu, hüzünbaz şövalyelerden filan söz etmiyorum. Yalnızlığın -kalabalık- dünyasını keşfedenlerden de...
Mahkum edilen bir yalnızlık bahsettiğim.
Bir boşluktan bir boşluğa düşme durumu.
Louis Aragon’un dizelerini besteleyen Zülfü Livaneli’nin mekanik sesi, tam uyar o havalara:
“Yalnız insan yok ki yüzü /Yağmur çarpan bir camekan /Ve gözünden sızan yaşlar /Bir parçadır manzaradan...”
Varolan ya da ol(a)mayan aşkları da, sürükler bazen peşisıra...
Eğer uzak bakışlı bir kadın, kolyesiyle oynayarak yağmurun altında Gül Bahçesi’nden Kuğulu Park’a doğru yürüyorsa mesela, bir aşk hasar görmüştür.
Çünkü Kuğulu -dar zamanlarda- çağırır, yatıştırır insanı.
Turgut Özakman’ın Romantika’sında tarifi verilip de adı verilmeyen Gül Bahçesi parkı ise zor aşkları saklar kuytusunda, sır konukları...
Öyle işte...
* * *
Ama Kızılay, özellikle Sakarya derseniz, gökten değil yağmur taş yağsa (ki o da yağar eylemlerde bazen) vardır mutlaka bir kıpırtı.
Zaten Ankara’ya ilkyazın geldiği, Sakarya’da masalar, sardunyalar dışarıya çıkarılınca anlaşılır. (En al yanaklısı da doğrusu, yüzlerce kırmızı sardunyanın ayağa kalktığı Akdeniz Akdeniz restoranın bahçesindedir...)
Ama meyhanelerin, biracıların, kafelerin sundurmalarına sığınanların başı biraz önüne eğik, yüzü giyiminden eprik, gözleri bulutludur:
“İçmeyip de ne yapacaksın...”
Hava hala gri Ankara’da, yarın devam edeceğim.
Paylaş