Paylaş
Uluç önceki gün yazısında Ceylan’ın aldığı ödülün keyif ve gurur yarattığını vurguluyor.
Gururun kaynağını ise, “Nuri Bilge de El Turco.. The Turkish!.. Ben de El Turco’yum!” diyerek açıklıyor. (“Yönetmenliğini boşver, Türk olması yeter” çağrışımı yapıyor bana...)
Ve Ceylan’ın sinemasını sevmediğini de ekleyerek, bir Amerikalı eleştirmenin dokundurmasını aktarmayı da unutmuyor:
“Muhteşem bir film, ama tabii yarısında uyumaz ve sonuna kadar seyredebilirseniz...”
* * *
Bir filmi beğenmemek, hatta bir yönetmenin sinemasını genel olarak sevmemek son derece olağan bir durum. Hatta, seyirci hakkı...
Ancak ardındaki emeğin, özenin, ustalığın aşikar olduğu bir filme, “on para etmez, uzun, gereksiz, hiç bir şey anlatmıyor, konusu yok, hikayesini anlatmak için 20 dakika yeterli, kesin atın, bir şey fark etmez...” söylemiyle -elde süpürge- yaklaşmak, ötesi “Gitmeyin, tavsiye etmem” demek başka bir konu. (Uluç’un “tavsiye” dozajı bazı filmlerle ilgili “Gitmeyin, paranıza yazık”a da evrilebiliyor)
Önce, Uluç’un “Filmi izlerken sıkıntıdan patladım” meselesine, bu yakınmayla sık karşılaşan Ceylan’ın kendi cümleleriyle değinmek istiyorum:
“Gerçek hayatın tempolu ritmi yüzünden, bazı gerçekleri göremeyebiliriz. Ekranda tempoyu düşürerek başka bir realiteyi elde etmeye çalıştım. Bu film bazı izleyicilere sıkıntılı gelebilir, ancak sıkıntı da yaşamın bir parçasıdır...”
(Ceylan bu yönüyle, Güldal Kızıldemir’in 17 yıl önce yaptığı renkli söyleşisinde tanımladığı gibi, “içimizdeki ‘kasaba’nın öykücüsüdür” aynı zamanda):
* * *
Uluç’un Bir Zamanlar Anadolu’da filminde uzun uzun eleştirdiği, iştahla ti’ye aldığı “elma sahnesi”ne gelelim yeniden...
Filmde dalından kopup, dereye doğru yuvarlanan -ve bir umut dereyle sürüklenir gider, kurtulur mu oradan (o kasabadan)- diye izlenen elma, bir süre sonra deredeki taşlara takılıp, kimi çoktan çürümüş diğer elmaların yanına yerleşiyordu. Ve bence diyordu ki o sahnede yönetmen:
“Dalından kopup, sadece o ivmeyle yuvarlanan bir elmanın (insanın) gidebileceği yer, en fazla kendinden önce düşen, çürüyen elmaların yanıdır...”
Filmin başka sahnelerinde de kasabadaki bu “tıkanmışlık/takılı kalmışlık hali” vardı:
Doktorun masasındaki TUS hazırlık kitabını, deniz kıyısında geçen hayatıyla ilgili fotoğraflara bakarken yaşadığı sıla özlemini görünce, sınavı kazanıp o kasabadan kurtulacağını düşünüyorduk da..
Doktorun, bir cinayetin, vahim bir otopsinin, dramın hemen ardından kasabada yine bitik bir mesaiye başlarken hastanenin aşçısına sorduğu soru, bu konudaki umudumuzu sıfırlıyordu:
“Öğle yemeğinde ne var?”
“Yeşil fasulye doktor bey…”
“Etli mi?..”
Anlıyorduk (hissediyorduk) ki, artık o doktorun hayatındaki heyecanlar, sürprizler, lezzetler “gündelik memurin merakı”na, yani yeşil fasulyenin etli olup olmamasına filan endekslenmiş.
Ha, eğer bu sahneler uzunsa, sıkıcıysa, kasabada da hayat, gün uzundur, sıkıcıdır, bazen bunaltıcıdır abiler-amcalar...
Filmdeki doktor, savcı gibi oraya sürüklenir, hiçbir şey yapamadan takılır kalırsanız, bazen diğer elmalarla birlikte çürürsünüz...
Gökten üç elma düştü... Biri bu masalı düzene, biri anlatana/yazana, biri de okuyana-dinleyene...
Paylaş