Okuduğum kitaplardan, böyle özetleyebiliyorum o anı...
Nagasaki’ye 69 yıl önce atılan atom bombasının derinlemesine etkilerini ise, Akira Kurosawa’nın “Ağustosta Rapsodi” filminde, seyrettim:“O gün, kardeşimin saçları döküldü ve utanarak kendini odasına kilitledi.
Çıkmadı bir daha dışarı, önündeki kağıtlara hep o gözü çiziyordu.”
Sadece o “göz”ü... Karakalem...
* * *
Önce Hiroşima’ya atılan o bombanın ısısı, basıncıyla sadece Nagasaki’de, “o an” 75 bin insan öldü.
Etkileriyle, bir 70 bin insan daha...
Okula geldiğimizde, farklı bir hava sezdik. Bahçede topladılar bizi, ama bu kez and içmek, ya da üzerine çocuk felci aşısı damlatılmış kesme şeker yemek için değil.
Okulumuz iki katlı, bodrumlu, müstakil bir “Bahçelievler evi”...
Müdürümüz Burhan Gönentür, “Siren çaldığında hızla bodruma ineceksiniz” deyip, ekledi:
“İkinci sirene kadar, orada bekleyeceksiniz”...* * *“Tatbikat” sözcüğünü orada öğrendim.
Sadece 10 Kasım’larda 1 dakikalık saygı duruşu vesilesiyle duyduğumuz, İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma sirenler çaldı.Saygıyla ürperdik ve okulun bodrumuna doluştuk.
Sığınağımız orasıydı.
Yine mutluydum... Hatta keyfime diyecek yoktu.
Rakiplerine takım elbise ısmarlayanlar arasında bolca CHP’li vekil de vardır, elbet.
Seçimlerden önce de takım elbisesine iddiaya girerler. Bildiğim, onda da CHP kaybeder.
Bir de sağaltıcı iddia türü vardır ki, o da Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’ndan gelir:
“Sigarayı üç ay bırak, takım elbisen benden…”
RETWEETTE 300 TAKIM ELBİSE
Farklı versiyonu, siyasilerin giydikleri takım elbiseyle de “iddialı olma” çabasıdır. O da nesli epey tükenen terzilerin hayra yorduğu tek rüyadır, herhalde...Ayşe Arman’ın Mustafa Sarıgül röportajı, bu işin ufku ve aritmetiğiyle ilgili referans kaynaklardandır:
“Sabah giydiğim takımı, saat 14.00’de değiştiririm.
Ve ardından daha büyük bir grupla başka birileri, sonra da artçılar geliyorsa...
Sağda solda da “Başkanıma yanaşma ha” kisveli, “yort savul” bakışlı, resmi-sivil ya da “her durumdan vazife” gönüllü korumalar varsa...
Ya seçimdir, kongre, kurultay, ya kolokyum, il toplantıları yahut aynı konvoyuyla “merkez”in kıyısında öyle bir öğle yemeği… O da olmazsa, haydi cümleten namaza...(Neredeyse her yer, -en azından bir kez- “merkez” olmuştur bu şehirde)
Çankaya, Bakanlıklar, Kızılay, Ulus filan değil sadece...
Bahçelievler, Beşevler, Beştepe, Çetin Emeç, Balgat, Keçiören, şimdi de AOÇ...Varoşlar bile, seçimden seçime “müze ziyaretçisi suretli” her koldan siyasetçinin "geçici merkez”i olur.
HERKES “BAŞKAN” AMA KAPISI AYRI
Kadim, soy arkadaşım Gürbüz Özaltınlı, bu “hal”i ne güzel anlatır, satırlarında:
Selma Funda “Ankara bana göre ne kadın-ne erkek, büyümeyen aksi bir çocuk” diyor mesela...
Olabilir tabi, ama bence evinin önünden ayrılmıyor pek. Aksiliği ise, sonunda hep küpüne zarar.
Ferhat Doğan ise “çift cinsiyetli bürokrat” olarak tanımlıyor; kadına kadın, erkeğe erkek... Ama hep o bürokrasi, o hiyerarşi,o vesayet içinde…
Ali Yılmaz da Ankara’nın iki yüzü olduğunu düşünüyor; “Meclisi’nde, devletinde erkektir, sokağında, evinde kadın… 'Resmi'sinde erkek, sivilinde kadın. Ve güzelliği sokaktaki yüzündendir bence…”
Kemal Aytekin ise, “Ne önemi var, insan olsun yeter” ironisiyle deği(ni)yor meseleye...
ŞOVENİZME NEDEN LANET?
“Kadın Ankara”ya girmeden önce, iki yazımda değindiğim “kent şovenizm”ini biraz açmak istiyorum.
Ve derken şehirlerin cinsiyetlerine geldik.
Ankara kadın mıydı, erkek mi...
Kadınsa niye kadın, erkekse ne menem bir erkek?
* * *
Ankara “kadın”sa, önce bir bahtına bakalım derim.
Ne oldu, nasıl değişti...Önce makyajı bozuldu, sanki.
Aktı rimelleri, zamansız kışlarda /darbeli kışlalarda... Yeşil gözleri, hakiye döndü.
Bir sabah telefonu da, o aralar şiire mola veren şair, avukat Akif Kurtuluş’a gelir.
Berk çaldırır, “Şiir yaz...” der, kapatır telefonu.
O kadar.(Hoştur... Derindir... Haklıdır da, belki kendi penceresinden...
Ama kendi payıma, şiirin/şairin geceyle bir alış-verişinin, daha doğrusu bir alıp-verememe halinin olduğunu düşünüyorum. (Gecedir gece)Ve gecesinin çoğu kez, dizelere vura vura sabaha erdiğini...
O nedenle “sabahın körü” deyimini, çok ama çok gerekli, gönlüme uygun buluyorum)
AVRUPA’YA GİDİP ŞİİR GERDİRMEK
Şairin, yazarın muhabbeti farklı oluyor, elbet... İlelebet de kalıyor, ne güzel.
Buralara nereden geldik, derseniz...
Ankara yazılarımın ardından, “Bu şehri seviyor musunuz?” sorusunu sık duyduğum içindir.
Bu cümlenin sonundaki soru işaretini, iki farklı duygunun koyulaştırdığını hissediyorum.
İlki, “Bu şehri pek sevmediğinizi artık itiraf edin” kıvamında... Ve tınısı sitemkar.Çoğu da gönülden, dostça... Hemşehri paylaşımı... Öyle ki, sanki okurumuz değil, bizzat Ankara sormuştur o soruyu: "Beni seviyor musun..."
Ama beklenen itirafım gelse...
Belki “Sev ya da terk et” diyen de çıkabilir.
SEVMİYORSANIZ BİZE VERİN...
Aynı sorunun ikinci hali,