Paylaş
Sahne 2: Hevesle, merakla giriyoruz, İçkili Aile Gazinosu’na... (Heves de, merak da iyidir. Hele ikisi aynı anda olursa, tadından yenmez. Varsın, öldürsün...)
Gazinoda o güne dek yaşanmamış bir telaş var, belli.
Sahneye uvertür olarak çıkan başka hayatlardan emekli, yaşından yorgun kadın son şarkısını söylüyor:
“Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler...”
* * *
Tek tük alkışını alır almaz, garsonlar fırlıyor sahneye...
Havuz azmanı göletin kıyısındaki bahçenin, betonu yer yer çatlamış 4-5 metrekarelik sahnesine halı seriyorlar.
Bildik, desenli ev halısı... Belli, patron bu özel gün için evinden getirtmiş.
Ardından rüyalardan, fantezi-kurgu filmlerden makaslanmış bir film karesi gibi, bembeyaz bir silüet beliriyor küçük sahnede.
Takımı, yeleği, gömleği, kravatı, çorabı, evde boyandığı sezilen, derisi tarazlı ayakkabısıyla bembeyaz.
Çorabı hafif pembemsi; sanırım vefakar, sevgili, Muhterem eşi onu renklilerle yıkamış.
Başlıyor programına; hepsi damardan, hepsi hiç ama hiç duymadığım şarkılar...
O ev halılı, kırık betonlu “sahne” de, Gençlik Parkı’nda Müslüm Gürses’in sahnesi...
Tarzın merkezine seyahat!
* * *
Sahne 3: Orta okulun ilk yılları...
Aslında, “ders zoruyla” tiyatrodayız. Ama keyfimiz, sonradan “mahalle”deki haytalara anlatmaya utanacağımız kadar gıcır.
Oyun bitiyor... Bakıyorum hoşlandığım kız alkışlıyor, ben de avuçlarıma kuvvet, daha beter alkışlıyorum.
“Sahne”ye Münir Özkul giriyor, yüzünde -robot resmini çizdirseler hepimizin en ince kıvrımına kadar betimleyeceği- o bildik gülümseme...
“Perdeee” diye babacan bir vurguyla ama olanca gücüyle bağırıyor...
Dökülüyor, iri farbelalı, bordo kadife perde; az önce bin bir repliğin, mimiğin, jestin her seferinde kendine has raksını yaptığı “sahne”ye...
O görüntü de, “hayatımın sahneleri” arasına yerleşiyor. Bir "sahne"nin, orada kendini dışa vuran "hayatlar" dışında, diğerinden farkı yok. Hepsi sahnelerimiz...
* * *
Sahne 4: Aynı yıllar... Bu kez Opera Sahnesi’ndeyiz.
Altın Batının Kızı opereti sahneliyor.
Kadın solistlerin çoğu balık etinin o devre has hoşluğunda...
Ama hepsi, yüksek, rugan topukların üzerinde... Tavus kuşu tüyünden hotozların, ondülesi sabahtan yapılan kabarık, mizanpli saçların da boy vermesiyle servi dalı gibi.
Erkekler ise, “o yar uzun boylu ben -epeyce- kısa kaldım” misali...
Bir de göbekleri var ki...
Kıkırdamamızı hisseden hocamız uyarıyor: "Hepsi, ciğerli adamlar, o harika ses nereden geliyor"...
Ama hepimiz o günlerde western uzmanı çocuklar olduğumuz için, kovboy kostümleriyle sergilenen opereti seyrederken, inanmakta zorlanıyoruz.
İnanmayınca da olmuyor, inanç şart.
* * *
Ve şimdi, 21. Yüzyıl'da...
Ankara’nın ileri gelenleri, her biri ayrı bir tarihin hikayesi, farklı hafıza mekanı olan sahnelerimize dair kuvvetli bir inanç, vefa yokluğu, mirasyedi beyzadeleği içindeler.
Yeni Sahne lokal oldu, Akün , Şinasi sahneleri ihaleyle satışta... Şimdi de Operet Sahnesi.
* * *
Umut Erdem arkadaşımızın haberinden öğreniyoruz; Operet Sahnesi, sanatsal etkinliklere kapatılmış...
Sadece Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın etkinliklerinde kullanılacakmış.
Fevkaladenin fevkinde olur; sen, ben, bizim oğlan bir panel düzenler, iki de stant koyup operadaki hayaletlere turizm broşürü dağıtırırız...
* * *
Koca Başkent’te tüm meydanlarımızın yok olmasına neden olan... Vaktiyle her 10 yılda bir darbelerle bilhassa hatırlanan, yarım asırlık “Meydan korkusu”nun ardından...
Şimdi de sahne korkusuyla ya da o sahnelerin, o yapıların her metrekaresinde rant yitirme kaygılarıyla, “Aman da buraya bir AVM konduralım” hesaplarıyla mı uğraşacağız...
Sahnelere kıymayın efendiler!
Paylaş