Paylaş
“Bariyer yokluğu”, Amsterdam’ı tanımanın ve sevmenin bir başka nedeni.
Bu “dünya şehri”nin sokaklarını, “dünyalı” olarak dolaşıyoruz.
Kimse yabancıya, “uzaylı” gibi bakmıyor.
Sosyal bariyerler yok.
Bu kıymetli hali fark edenlerimiz bir yana, Amsterdam’daki turistlerimizin döndüklerinde “ecnebi”ye, affedersiniz “gavur”a bakışı ne kadar değişir?
O ayrı mesele...
Dünyanın milleti yaşıyor bu şehirde.
Nüfusunun yüzde 65’inin “yabancı”, Hollandalı olmayanlardan oluştuğundan söz ediyor istatistikler.
Otelimizin komşusu Faslı “gececi fast-food” mekanında, Turkish pizza lahmacunu da var, falafel de, mide bastıran sucuk-kaşar sandviç de...
Koyu kuzgun, kıvırcık saçları Amsterdam’ın sosyal ikliminden fazlasıyla memnun. Belli...
* * *
Memnun çünkü, Hollanda’nın Lahey Uluslararası Mahkemesi daha geçen hafta O’nun hakkını kuvvetle korudu.
İslam ve yabancı karşıtlığıyla tanınan, Hollanda’nın ırkçı Özgürlük Partisi’nin Lideri Geert Wilders’in yargılanmasına karar verdi.
Neden mi?
Wilders 6 ay önce “kendi kitlesi”ne yaptığı konuşmada, “Hollanda’da daha az mı, daha çok mu Faslı istiyorsunuz” diye sormuş... (Politikacılar cevabı belli soruları sorarlar kendi kitlelerine)
Salonu güç bela dolduranlar da ayağa kalkıp, “Daha az Faslı, daha az Faslı” diye tempo tutmuş. (Yandaşlar bildik soruları -hep bir ağızdan- yanıtlamayı severler)
Mahdum da, “Gereğini yaparız” demiş, -küçük harfle- adolf adolf.
Şimdi, ülkesinin yüksek mahkemesinin kararıyla, yargılanacak netekim.
(Yani, “Daha az Suriyeli, daha az Suriyeli” diye tempo tutacaksak, henüz hukuken olmasa bile, vicdanen dikkatli olalım)
* * *
Amsterdam’da genç-yaşlı, kadın-erkek, guy-gay, beyazı-siyahı, otu-botu hep birlikte... Olgun, hoşgörülü, rahat, özgür, güleryüzlü.
Toplumsal bariyerler tarihte kalmış.
Kimse kimseyi ellemiyor, bakışıyla, nazarıyla bile rahatsız etmiyor.
“Birlikte yaşama” denilen ve bizim de dahil olduğumuz dünyanın bir yakasında çözülemeyen muammanın mütevazı dervişleri burada topluca sokaklarda geziyor. Hep beraber...
* * *
Ama bu huzurun, demokrasinin sınırları ve o sınırı kollayan kuralları da -göze sokulmadan- seziliyor.
Belli bir saat dışında çöp atarsan 85 euro, sokakta içki içersen 90 euro ödersin mesela...
Ama şarabını, peynirini alıp bir parka uzanırsan mesele yok. (Burada da bir nevi "kırmızı bölge", "kırmızı fener" mıntıkası var ama, ona girmeyeyim)
Varlığıyla rahatsız eden, külliyen yasaklayan değil, tam tersine özgürlüğü(nü) koruyan kurallara, herkes sessiz/sitemsiz uyuyor.
* * *
Ve bu atmosferde sırrına vakıf olamadığımız ikinci kavram çıkıyor ortaya:
“Yaşam kalitesi”...
Onu da önce hissetmek, sonra solumak için Amsterdam ve yakın çevresini şöyle bir dolaşmak yeter.
Şehir istiyorsan “şehir” var Amsterdam’da.
Pür doğa, kır istiyorsan, trenle 10 dakika...
Misal, mahalle yakınlığındaki Marken’de, ben çocukluğumda duyup da sonradan unuttuğum bir şeyle “dejavu”nun alasını yaşadım:
Yeni biçilmiş çayır kokusu...
Doğa tamam da, tarih, tarihe saygı dersen...
Kaldığımız otel, 357 yıllık... Komşusu 400 yaşında.
Ve biz içinde -bugün- mükemmelen, yaşıyoruz.
Kaldırımlar, parke taşlı sokaklar keza... Binalarla yaşıt.
Hepsi tarih, ama hepsi bizimle birlikte yaşıyor. Tarihi yürüyorsun, tarihte kalıyorsun.
* * *
Yolunuz düşerse gidin, düşmezse düşürün derim.
Ama benim için bu şehir turistik bir gezi, “Gördük, tamam” olmadı.
Tekrar tekrar, Amsterdam.
Paylaş