Yaşar Sökmensüer

Mankafa Poldi

20 Ocak 2010
GAZETE arşivleri sadece mesleki olarak yer almadı hayatımda.<br><br>Üniversitedeyken de ilgili çekerdi hep. Milli Kütüphane’ye gidip, eski bir Türk filmi seyreder gibi, solgun fotoğraflara o dönemin anlatım diline, Türkçe’sine odaklanırdım.
* * *
Geçenlerde bambaşka bir şey ararken, beni uzun uzun gülümseten bir habere rastladım.
11 Ocak 1962 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde...
Birinci sayfadaki haberin başlığı hemen yakaladı beni:
“Ankara’da mankafa hastalığı görüldü.”
Hürriyet’in “Hususi” haberine göre, o dönemde Ankara’da son bir buçuk ay içinde “ruam-mankafa hastalığı” artmış.
Habere göre mankafa hastalığı, at, kedi ve köpeklerle birlikte koyunlarda da olabiliyormuş. Ancak Türkiye’de bu konudaki hadiseler “sadece eşek ve atlarda” görülüyormuş.
Hayvanlarda öldürücü olan hastalık, hasta hayvanın hapşırmasıyla insanlara da geçiyormuş.
Ve Ankara’da 19 vaka tespit edilmiş.
Hastalık, baş-eklem ağrıları, ateş, halsizlik, titreme, kırgınlık, bulantı, kusma gibi genel belirtilerle başlıormuş.
Lenf bezlerinin şişmesi, deride yaralar da görülebiliyormuş.
* * *
Argoda mankafa, “anlayışsız, aptal” demek.
Beni gülümseten de o “mana” oldu zaten.
Çocuklumda kalan, Bütün Dünya dergisindeki Mankafa Poldi karikatürleri de geldi aklıma.
Kaş altına sıkıştırdığı “monokl”u ile ileri derecede “saf”, iyimser, bazen de “zihni sihir projeleri” üreten bir tipleme.
Mesela papağanlarla posta güvercinlerinin çiftleştirilmesini önerir, Mankafa Poldi.
Böylece gideceği adresi bulamayan posta güvercinleri, yolu sorup öğrenebilirler.
* * *
Aynı günün gazetesinde, yani yaklaşık yarım asır önce bir başka haber var:
“Saraçhane’ye Hyde Park yapılacak.”
Ankara’ya da yapılacaktı...
Biz de iyimseriz Poldi gibi, yarım asrın lafı mı olur, bekleriz.
Yazının Devamını Oku

Benimle oynar mısın

19 Ocak 2010
Cem Karaca çocukken bir kabahatini affettirmek ya da bir arzusunu gerçekleştirmek istediğinde, Ermenice, böyle seslenirmiş Toto Karaca’ya:<br><br>“Mamacigis (anneciğim)...” Toto Karaca’nın gerçek adının İrma Toto Felekyan olduğunu öğrendiğimde, “Bu güzelim ismi(ni), tedirgin olduğu için mi eksiltti, değiştirdi” diye düşünmüştüm.
Sonradan, Toto Karaca’nın kimliğini hiç saklamadığını, Azeri bir Türk ile evlendikten sonra onun soyadını aldığını, sahne ismi olarak da Toto’yu kullandığını öğrendim.
* * *
Çocukluğumda, ilk gençliğimde etnik kökeniyle tanımlanmazdı hiç kimse.
En azından bizim mahallede, bizim çevremizde...
Merakımız da olma(z)dı hiç. Belki 6-7 Eylül olaylarının hafızası (ayıbı belki de utancı) tazeydi ebeveynlerimizde.
Belki mütemadi asimilasyon hevesiydi.
Belki henüz, “derin” anlamıyla yeri-zamanı değildi/gelmemişti.
O nedenle uzun süre bilemedik pek; Türkiye’de bir Ermeni’nin, bir Rum’un, bir Yahudi’nin ne(ler) yaşadığını, yaşayabileceğini.
“Öteki” sayılma, “azınlık olma hali”ni hissedemedik, düşünemedik.
Onların, ka(la)balığın arasındaki “güvercin tedirginliği”ni... Fark edemedik.
* * *
Üç yıl önce bugün, Hrant Dink öldürüldüğünde bunları konuştuk arkadaşlarla.
Bunca yıl sonra fark ettiğimiz bu halimiz de sarstı bizi.
Diğerkamlık yetmiyordu bazen, o “hal”i anlamaya.
* * *
Türk sinemasının Horoz Nuri’si Vahi Öz’ün gerçek ismini bir Ermeni kralından aldığını, Vahe olduğunu da öğrendim, zamanla.
Adile Naşit’in, Sami Hazinses’in, Nubar Terziyan’ın, Kenan Pars’ın...
Kimi gerçek ismiyle yaşadı hep. Kimi ismini değiştirdi.
Kimini de biz Türkçeleştirdik, bize tercüme ettik onun gıyabında...
* * *
Onno Tunç(boyacıyan), Bülent Ortaçgil’in “Benimle oynar mısın” albümünde, bas gitar çalmış.
Hani, “Susulsam kusur olsam /Ağızdaki küfür olsam /Doğuştan esir olsam /Yine de oynar mısın benimle” diye soran o şarkıda.
Metin Altıok’un şiirini de o bestelemedi mi:
“Bedenim üşür, yüreğim sızlar /Ah kavaklar, kavaklar...
Beni hoyrat bir makasla /Eski bir fotoğraftan oydular...”
Yazının Devamını Oku

Zehirci

17 Ocak 2010
CANLILARI yaşatmanın yollarını bulmak/öğrenmek uzun, zorlu bir tahsil gerektirir de...<br><br>Öldürmenin yollarını “keşfetmek”, neredeyse güdüsel olarak vardır insanda. Manzarası kapanıyor, arabasına kuşlar pisliyor diye, çeyrek asırlık ağacın köküne türlü kimyasallar, tuzlar, sıvılar dökerek de yapar ölümcül deneyini.
Köpekleri zehirlemek için, zehir, tarım ilacı peşinde koşarak, internette sörf yapıp “basit zehir kokteyli” tarifi arayarak da...
* * *
Yeni yılın ilk zehircisi, ODTÜ Ormanı’nda çıktı ortaya bu kez.
Belli, özenle seçmiş, aç hayvanlara tuzaklayacağı etleri...
Belki elinde “iş” eldiveniyle, tek tek bulamış etlere arayıp-bulduğu zehirleri.
“Az mı oldu acaba” deyip, gözden geçirmiş belki “eser”ini.
Sonra planlı her katil gibi, usulca, görünmeden, belki geceyarısı sızmış canlıları öldüreceği mekana.
Bencil, empatiden, etikten, vicdandan, şefkatten, sevgiden, birlikte yaşama “edep”inden, dolayısıyla suçluluk duygusundan uzak psikopat bir seri katil yahut “av”ını ancak punduna getirdiğinde, kandırdığında, çaresiz yakaladığında öldüren yalnız bir sırtlan gibi...
* * *
“Başardı” yine.
Beş köpekle, üç tilkiyi zehirledi.
ODTÜ Ormanı’nda dolaşırken, biz de kaç kez görmüştük tilkileri.
Belli bir mesafeden merakla izlemiştik, birbirimizi...
Büyük şehrin kaosunda, mekanik yaşamında,  “başka hayat”ların hülyası, umudu, kanıtıydı onlar.
Sade, yaban ama canlı, görece özgür hayatların...
Kısa ömürlü misafiriydiler, bu koca şehrin.
Üçtü, beşti zaten sayıları.
* * *
Sonra sızdı “zehirci” onların ormanına.
Dağıttı zehirli etleri, köpeklerin dolaştığını düşündüğü alanlara.
Köpek mi yermiş, tilki mi, kedi mi, kuş mu, tasması açılıp orada bir an özgürlüğe bırakılan evcil hayvanlar mı...
Fark etmez!
Çünkü yüreği ağılı “zehirci”nin.
Kendisinin dışındaki “hayat”a düşman.
Yazının Devamını Oku

Yolgeçen

15 Ocak 2010
BAŞKENT’in “meydansızlığı”, Büyükşehir’in meydan direnişi ısrarla/inatla sürüyor. Önce kuşatıldı kavşaklarla, alt-üst geçitlerle, sonra yok edildi hepsi:
Kızılay, Ulus, Tandoğan, İstasyon (Gar), Opera, İtfaiye (Hergelen), Zafer,  Sıhhiye...
İtfaiye Meydanı’nın eski ismi, oraya gelip de ürettiği ürünleri satanlar nedeniyle Hergelen ise...
Kızılay’a da artık Yolgeçen demeli belki de.
Çünkü sadece yol geçiyor oradan artık.
* * *
Büyükşehir Belediye Meclisi, kentlinin Çayyolu Meydanı talebini yine reddetti.
Çankaya Belediyesi’nin paneller, forumlar, toplantılarla Ankara’nın gündemine yerleşen “Yeni bir Kızılay” projesi ise hala tek başına.
Üstelik Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Başkan Bülent Tanık ile yaptığı görüşmede verdiği kuvvetli mesajlara rağmen.
Başbakan da Kızılay’ın “yaya yaşar” bir bölge olmasını, meydanıyla, meydanında yeşil alanlarıyla yeniden yaşayan bir merkeze dönüşmesini arzuluyor.
Ama konu Ankara’ya nefes aldıracak çağdaş, kentli projelere geldiğinde, 15 yıldır zaman duruyor.
* * *
Kızılay, geçenlerde TRT Ankara Radyosu’nda “Kent Sohbetleri” programında da tartışıldı.
Ankara Mimarlar Odası Başkanı, ODTÜ öğretim üyesi Nimet Özgönül, Çankaya Belediyesi Başkan Yardımcısı, Şehir Plancısı Eser Atak, Ankara Şehir Plancıları Odası Başkanı, Çankaya Belediyesi İmar İşleri Müdürü Erdal Kurttaş ile birlikte katıldığımız programda somut öneriler, projeksiyonlar dile getirildi.
Atak, Çayyolu Metrosu tamamlansaydı, o merkezden gelenlerle Kızılay’ın da akıbetinin farklı olacağını vurguladı.
Kızılay’ın yeniden düzenlenme çalışmaları için bir süre trafiğe kapatılmasının olanaklı olduğunu da somut bir örnekle dile getirdi.
Ve Ankaray yapılırken Kızılay’ın 1 yıl trafiğe kapatıldığını hatırlattı.
Özgönül ise Kızılay’la ilgili, “compact city” hayalini, seslendirdi.
Kızılay’daki binaların zemin katlarının sosyo-kültürel mekanlara ayrılmasını. Ara katlarda ise öğrencilerin, gençlerin ve yaşlıların yaşamasını... Terasların ayrıca değerlendirilmesini...
Kurttaş da Kızılay’daki kaotik yapıya dikkat çekti.
Kulak vermek çok mu zor?
Yazının Devamını Oku

Ateşin sırrı

13 Ocak 2010
REHA, “Boş vakit, insanın güzelliğe zaman ayırmasıdır” derdi.<br><br>“Boş zaman”a dair, en derin/anlamlı ve en doğru tanım gelir bana. Doğrusu, boş zamanları(mı) bu tarife uygun geçiremem her zaman.
Ama kulağımda küpedir.
* * *
Dün gece Sakarya’ya düştü yolum.
El-ayak çekilmişti biraz.
Önce, midye dolma tezgahı çağırdı.
Tadı mıydı, serinliği miydi, limonu/ekşisi mi, parlayan sedefli kabuğu muydu bilmem.Ama iyi geldi.Bir baktık kuytuda koca bir ateş yakmış, iki genç.Yaşça değil ama “başça” delikanlı.
Yüzleri al al; ateşin oryantal figürleriyle, hareketli. Oturduk yanlarına.
Biri türkü mırıldandı iki satır, memleketinden. Sadece yüzlerimiz, bedenimiz değil, içimiz de ısındı.
“Al gözüm seyreyle Salih” dedim içimden.
Güzelce geçti zaman.
* * *
Yıllar önce izlemiş, bir kez daha yazmıştım. “Quest for Fire (Ateşi aramak)” filmini...
Jean Jacques Annaud’nun yönettiği, belgesel tadındaki filmde farklı gelişmişlik düzeyinde üç ilkel topluluk anlatılıyordu.
Toplulukları sınıflandıran ölçüt ise, “ateş” karşısındaki konumlarıydı.
En gelişmişi, ateş yakmasını bilenlerdi. Daha az gelişmiş olanı ise, ateşi saklayabilenler. En ilkeli ise ateşi “çalarak” elde eden barbarlardı.
Barbarlar, ateşi saklayan grubu bastılar, çaldılar ateşlerini...
Gruptan bir kaç genç de ateş aramaya çıktı. Sonunda karşılaştılar, tanıştılar ateş yakmayı bilenlerle. Başardılar ateş yakmayı.
Ve onlardan ateş kadar sıcak, o denli değerli iki şey daha öğrendiler:
Gülmeyi ve öpüşmeyi...
Ateş yakmayı bilen “medeni” topluluk, ara grubun aksine gülmeyi ve öpüşmeyi de biliyordu!
Ateşi hatırladım, gülümsedim:
Boş vakit, güzelliğe zaman ayırmaktır.
Yazının Devamını Oku

Kutlu olsun

12 Ocak 2010
10 Ocak 1961’de basın çalışanlarının haklarını düzenleyen 212 sayılı yasa yürürlüğe girdi. Ve uzun yıllar “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kutlandı.
Ama artık ismi, “Çalışan Gazeteciler Günü”.
“Bayram” değil...
* * *
Yirmi yıl önce Aktüel Dergisi’nde başladığım mesleğe.
On beş yıldır Hürriyet’teyim...
Ve bu meslektekileri “fikir işçisi” olarak tanımlıyor, 212 sayılı yasa.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Anayasa, yasalar da “fikir hürriyeti”ni düzenliyor:
“Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.
Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.
Bu hak, fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, malumat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.”
Bakıyorum geriye, “akıl-fikir aramak”la geçmiş onca yıl.
* * *
Yayıyoruz “haberleri/fikirleri”.
Kırk satırla...
Bilgisayara oturun, açın Word programını. Kırk satırı, 200 sözcüğü geçmeyen bir şeyler yazın. Yani bir A4 kağıdı bile doldurmasın yazdıklarınız.
İşte bu alan, genelde bir köşe yazarının, bir habercinin tüm arazisidir.
Çok özel haberler, farklı formatlardaki yazarlar dışında, 40 satır hepsi. İki, üç dakikada okunan, en çok 40 satır.
Ama kırk satırla, 40 gün 40 gece kavga ediyor, “her türden iktidar”lar.
Tahammül edemiyorlar.
Kırk satıra, ellerindeki her güçle, her imkanla “karşılık” vermeye çalışıyorlar.
Örtülü-örtüsüz her türlü tehditle.
Olmadı, 40 satırı, 40 fırına taşıyorlar.
“Kırk katır mı, kırk satır mı” diyen de çıkıyor elbet, şerait müsait olduğunda.
* * *
Ama o 40 satır, Ankara’da her gün yüz binlerce okurumuza ulaşıyor.
Gerisi, lafügüzaf.
“Çabalayan Gazeteciler Günü” kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Mülkiyeliler yıkılmalı mı

9 Ocak 2010
MART 1984.

Mülkiyeliler Birliği'nde kaleme alınan Aydınlar Dilekçesi'ni bin 300 aydın imzalıyor.

Dilekçe, "Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler"i içeriyor.

Dilekçenin imzalı kopyaları Altındağ 1. Noteri'ne teslim ediliyor.

Köpürüyor Kenan Evren:

"Vahdettin de aydındı. Ama vatan hainiydi.

Ne yapayım ben böyle aydını!"

Dilekçenin öncüsü Aziz Nesin'in yanıtı gecikmiyor:

"Vahdettin'in aydın olup olmadığı tartışılır ama devlet başkanı olduğu kesindir.

Yazının Devamını Oku

Telaş ve incelikler

8 Ocak 2010
"YAŞAMAK değil, beni bu telaş öldürecek" demiş ya, Özdemir Asaf.

Aslında zaman baskısı, telaş incelikleri öldürüyor.

Mesela telefon konuşmaları...

Bilmem dikkatinizi çekti mi.

Artık telefon konuşmasını sonlandırmada yeni bir trend var.

Konuşmanın finalini getirmenin moda cümlesi "sağol".

Aslınca cümle değil, artarda ve hızla yinelenen ve 5-10 kez yinelendikçe harfleri yutulan bir tekerleme:

"Sağol, sağol, saol, saol, saol, sal, sal, savul..."

Tercümesi, "Çok işim var, hadi git/hadi kaçayım", hatta sağol yerine "geber" tonu neredeyse.

Yazının Devamını Oku