Hayvanat Bahçesi'nin yanına peluş hayvanlardan oluşan alternatif bir bahçe yaptıracaktı.
Bahçede vahşi hayvanların peluştan yapılmış, hareket de eden kopyaları olacaktı.
Şaşırdık tabi, projeye karşı çıktık düzenlediğimiz kent kampanyasıyla.
Sonra da yargı "olmaz" dedi, zaten.
Çiti, ufku, büyüklüğü, cürmü çok da önemli değil, değerini bilene...
Yeter ki, "bahçe" olsun, olabilsin.
Otuz-kırk metrekare bir "bahçe", bazen ağacıyla, çiçeğiyle, çimeni, yoncası, toprağı, dört ayrı mevsimiyle, her gün korulara, ormanlara açar insanı.
Yağmur yağar başkadır, karda, kırağıda başka...
Her "bahçe", yüzölçümünden, göründüğünden büyüktür.
Bakmasını bilene...
* * *
Eğer, Çayyolu, Bahçelievler-Emek gibi "artakalan/eldekalan" güzelliklerin ara sokaklarında yaşıyorsanız, kuytusunda betona direnen bir "bahçe"nin kokusu, esintisi yakalayacaktır sizi.
Aynen aktarıyorum, "unutulduysa" diye:
Büyükşehir'in "korsan" amblemini (camili-Atakuleli amblem) bu kez de Danıştay reddetti. Ankara Valisi ise 1990'lı yılların ikinci yarısında geri çevirmişti aynı amblemi:
"Asarsanız toplatırım..."
Kısa süre önce Mülkiye müfettişlerinin raporunda da vurgulandı:
"Amblem Ankara'yı temsil etmiyor."
Bu ambleme karşı davalar açıldı, 175 bin imza toplandı bir kaç günde.
İçişleri Bakanlığı önce inceleme, sonra soruşturma başlattı amblem hakkında.
Ardından Valilik İnceleme Kurulu geçen ay son noktayı koydu:
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yeni “kedili” logosu, tuhaf bir tartışma yarattı.
Logodan çok, logodaki kedinin “karakteri”, hatta gözü, huyu-suyu gündeme getirildi.
Ve logoyu (pardon kediyi), “küstah” bulanlar da oldu.
“Logonun altında buzağı aramak” kabilinden, “buluş”lar da eklendi itiraz kervanına...
Bir gazetede, Ankara’nın yeni logosunun “Cats Müzikali”nden apartıldığı bile yazıldı.
Müzikalin afişinde iki kedi gözü (ki afişteki kedinin gözbebeği çok farklıdır, çünkü dans eden insan figürleri yer alır) var diye, yeni logonun “çakma” olup olmadığı sorusu atıldı ortaya.
Atıldı da, bağışlayın bunlar “sade suya tirit” bir mutfak geleneği...
Jean Jacques Annaud'nun yönettiği, "Quest for Fire (Ateşi aramak)" filmini...
Film, farklı gelişmişlik düzeyinde üç ilkel topluluğu anlatıyor.
Toplulukları sınıflandıran, birbirinden ayıran ölçüt ise, "ateş" karşısındaki konumları...
En gelişmişi, ateş yakmasını bilenler.
Daha az gelişmiş olanı, "ara" grup ise, yıldırım düşmesi, lav vb. gibi doğal durumlarla elde ettikleri ateşi -söndürmeden- saklayabilenler.
En ilkel topluluk ise ateşi sadece "çalarak" elde edebilen barbarlar...
Barbarlar, ateşi saklayan kabileyi basıp, çalıyorlar ateşlerini.
Kabilenin bir kaç genci de ateş aramaya çıkıyor.
Yeri geldikçe, 2008 Mayıs’ında “kentsel manifesto”ya imza atan Avrupa’nın seçilmiş yerel yöneticilerinin aldığı kararlardan da örnek vererek...
Bugün de, Gökçek’in önerisini dayandırdığı tek gerekçeyi, yani “uyum” meselesini irdelemeye çalışacağım.
“Uyum” ve “demokrasi” arasında bir denklem bu aslında...
Ancak Başkan Gökçek’in, “Aynı siyasi partilerin büyükşehir ve ilçe belediye başkanlarının bile uzlaşamadığı konular oluyor” yakınmasıyla, denkleme “uzlaşma” da ekleniyor.