Paylaş
Psikoloji bu mevzuya, “savunma mekanizmaları” başlığı altında giriyor.
Ruh/akıl sağlığımızı, o kritik dengeyi muhafaza etmek için bir çok yola başvurur zihnimiz.
Rahatsız edici düşüncelerimizi, kuruntularımızı kovalar bastırırız, mazeretler üretiriz, inkar ederiz, yansıtır dönüştürürüz, şakaya vururuz, dışlarız, yok sayarız... Atlattığımız, hallettiğimiz hissi salgılanır bünyemize.
Gardımızın en tipik, en yaygın hâllerinden birisi de hep cebimizde durur zaten:
“Benim başıma gelmez...”
* * *
Çünkü her an öleceğini, bir kazaya, hastalığa yakalanacağını yineleyerek yaşamak...
Her an iflas edeceğini düşünerek iş yapmak, her saniye kovulacağını hayal ederek çalışmak...
Her an terk edileceğini kurarak sevdiğinle birlikte olmak...
Cehenneme çevirir insanın hayatını.
Daralınca, cebimizde hazır duran o tılsımı okşarız:
“Benim başıma gelmez, bana bir şey olmaz...”
* * *
Ölüm gibi gerçeklerle, ayrılma-boşanma, kovulma, iflas, kaza, cinayet, hapse düşme, işkence, hatta deprem gibi onlarca olası travmayla aramıza buzlu cam koyunca... Rahatlarız biraz; eski ameliyathanelerde, acil servislerde içerideki ölüm-kalım meselelesiyle bizi ayıran o buzlu camlar, kırılmaz sanırız.
O tılsım, insanın o anlarını/hâllerini savuşturur, ama bazen akıbetine hazırlıksız yakalanmasına da neden olur.
* * *
Orada kalsa yine iyi... O buzlu cam bazen insanı, yönetmen Michael Haneke’nin hemen her filminde altını çizdiği, “Duygusal Buzlaşma Üçlemesi”nde özellikle vurguladığı hayatların koltuğuna da oturtur.
Farkındalığın uzağına, duygusuzlaşmanın, duyarsızlaşmanın göbeğine...
Zira onlarca savunma mekanizmasıyla, her koyunu kendi bacağından asan, dokunmayan yılana göz kırpan ata’sözleriyle, ana’nasihatleriyle, görüşlerle kalınlaşmıştır hislerimiz, vicdanımız.
Felaketlerin, “başka” insanları mahveden dramların yanından onları görmeden geçip gitmeye çalışmak, insanın en eski, en acınası alışkanlığıdır maalesef.
* * *
Oysa hayatlar öyle seyretmez.
“Pembe”leri dışında bir çok film, bir çok roman da bize, bizim başımıza asla gelmeyeceğini düşündüğümüz başka hayatları olanca çıplaklığıyla seyrettirir.
Daha önce de değindiğim Haneke filmleri mesela...
Filmin kahramanları, her şey yolunda giderken ya da öyle gözükürken, ağır bir “durum”la karşılaşırlar.
Ve sıradan, düzenli, huzurlu sandıkları hayatlarının, rutinlerinin aslında hiç de ebedi olmadığını anlarlar.
Haneke bu yüzleştirmeyi, Amour, Ölümcül Oyun, Saklı, Beyaz Bant, Şato, 7.Kıta, Benny’nin videosu, Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası başta olmak üzere hemen tüm filmlerinde, bıçak keskinliğinde yapar.
* * *
Öyle bir şey olur ki, insanların -düzenli sandıkları- hayatında, sürüp giden yaşamlarında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İzlersiniz filmi ve perdenin/ekranın karşısından bir çok duygunun yanısıra, “Herkesin, senin de başına gelebilir” mesajının kamburuyla kalkarsınız.
Ve farklı bakarsınız hayata, farklı hâllere, “başka” insanlara...
* * *
Böyle hikayeler anlatmaya çalışarak, devam edeceğim.
Paylaş