Paylaş
Edersin de; özellikle kendini aptal, mahcup, künt hissettiren durumlarda...
Kahırları, belaları, tüm yıldırımları üstüne yöneltirsin.
Ki öyle anlarda, kendine de küfredersin zaten:
“Hay benim kafamı...”
* * *
Bedduanın öze dönen “lafta kıyamet” hali, birbirinden renkli yeminlerimize de ilham veriyor.
Yeminlerin, halk edebiyatı/kültürü açısından kıymetli malzemeler arasında yer almasının altında da o özgün ilham var.
Öyle olduğunu ben Ayten’le fark ettim.
Mahallemizin apartman görevlisi eşrafındandı Ayten. (¹)
Temizliğe, dadılığa yancılık yapardı. Ağır derecede aksaktı çünkü, doğuştan.
Zor yürür, kısa sürede yorulurdu devasız bacakları...
Sıkıştığında peşpeşe sıraladığı yeminlerin çoğunu, ilk kez ondan duydum.
Belki yeminleri, genç ömründe kanserle noktalanan bahtsız hayatının ürettiği kendi sözleriydi...
“Yalanım varsa, şu ışığa kör bakayım” derdi, abajuru göstererek. Yahut “O ocak gibi sönüp sönüp yanayım”...
Elindeki bardağı sallayarak, “Bu çay gibi kanım aksın” diye devam ederdi.
Şu ışığa, bu çaya, o ocağa dediği an yemini, elle tutulur, görülür bir nitelik kazanıyordu sanki.
Nasıl inanmazsın?
* * *
Dün yazımda bahsettiğim bedduanın yanında, böyle söylemler bana masum geliyor. (Aynı kökten beslendiğini unutmamak kaydıyla...)
Ama nefret ettiği insan(lar)ın, sonunu, ölümünü hevesli bir detaycılıkla tasvir etmek, -lafta bile olsa- nasıl masum, ya da en azından normal görülebilir?
Neden bir insanı, kahır, bela vs. gibi soyut ama kara bir evrene, kadere yollamayı dileyelim? Nasıl bir duyguyla?
Dileğimiz buysa... Kimse bilmese, kimse görmese ve kimse bizi asla cezalandıramayacak olsa, beddua ettiğimiz o insana, o detaylı tasvirimizdeki gibi “işkence” edecek miyiz?
Acılar içinde kıvrandırıp, yerlerde süründürecek miyiz?
Ocağına incir dikecek miyiz, keyifle?
Böyle soruların karşısında bir an tereddüt ediyorsak, tarihimizde yaşanan acılardan, dünyadan bihaberiz demektir.
* * *
Belki diyeceğiz ki, “Nefretimin, acımasızlığımın somut, haklı nedenleri var”.
“Yahu adam tecavüzcü, adam acımasız bir katil” diye dikleneceğiz...
Yine de cezasını kendi öfkesince, kinince kesen bir nefreti ne haklı kılabilir?
Nefret, o içi beni, dışı seni yakan cinnet hali, fiiliyatta haklı, meşru kılınabilir mi...
Kadın cinayetlerindeki o bildik “Çok seviyordum, öldürdüm Hakim Bey” ile... “Nefret ediyordum, öldürdüm” arasındaki fark yahut benzerlikler, neyi hafifletir?
Adaletin terazisini tekmeleyip, kılıcını elimize alırsak... Öfkeyle, kinle, nefretle bilersek...
Bu bizi kahraman yahut adil değil, olsa olsa Kurtlar Vadisi’nde cinai bakışlı figüran yapar.
* * *
Bedduanın, ağız dolusu kahretmenin denk geldiği durumlar da olabilir tabi.
Belasını istersin mesela, ayağı kırılır...
“Bak, gördün mü, ayağına dolandı, layığını buldu” dersen, keyifle.
Bunun bedduanın ardından gelmesi, “Bak ben demiştim” sıkıcılığından öte bir şeydir.
Nefret dolu dileğin yerine geldiğinde, bedduandan mutlu oluyorsan... Nefretin, taammüdendir.
* * *
İntizar, beddua, yeis...
Bazen dilimizdeki bir şarkıda; “Dilerim tanrıdan ki /Sana açık kucaklar /Bir daha kapanmadan /Kara toprakla dolsun...”
Yahut bir bağrı yanık türküde; “En güzel elbisen tabutuna sarılsın /Yılan akrep yuvasına mezarın kazılsın /Mezar taşına veremlidir yazılsın /Okuyan olmasın, okuyan olmasın...”
Bazen de bir şiirde; “Soyunun uğradığı bütün felaketlere /yas tutacak kadar uzun olsun ömrün /insan kalbinin bütün afetlerini yaşayasın /sonsuza dek uyku haram olsun nankör gözlerine /o kadar uzun yaşa ki /bütün sevdiklerinin ölümlerini görsün gözlerin /bütün yakınlarının yıkımlarına yansın yüreğin.”
Nefretin beslendiği yer ve sonuçları, nedenlerinden masum değil...
(¹) Evet, özellikle eşraf diyorum. Efrat da diyebilir, sıyrılırdım işin içinden. Ama eşraf “Bir yerin ileri gelenler”i olarak tanımlanıyorsa... İleri gelenler, kime göre? Özellikle mahallede... Bana göre, eşraftandı Ayten.
Paylaş