YAZILMAYAN, yazılsa da yollanmayan mektuplar, temize çekilmemiş şiirler, söylenmeyen şarkılar, edebiyat, şiir için her zaman bereketli mevzulardır.
“Sana söylemek istediğim en güzel söz, henüz söylememiş olduğum sözdür” der, mesela şair. Ya da kitap ismi olur, “Gönderilmeyen Mektuplar”... Şimdi ise “Basılmamış Kitaplar” vizyona girdi. Hani, “basılmayan kitabın mevzusu, davası olmaz” filan diyeceğim ama. Oldu...
Gazeteci Ahmet Şık’ın henüz basılmayan... Basılmadığı için de yayılmayan... Yayılmadığı için de okun(a)mayan kitabı, toplatıldı. Toplatılıyor da... Pardon, toplatılmıyor da aslında. Siliniyor, imha ediliyor... Avukatından bile istemişler. Elindeki kopyayı verdiğinde, müvekkilinin “suçlanan henüz basılmamış kitap” ile ilgili savunmasını nasıl yapacaksa...
Basılmamış kitaba “yayın yasağı” da koyulmuş. Ötesi, kitabın kopyasını teslim etmeyenler, örgüte yardım ve yataklıktan suçlanacakmış. Ki bence haklılar, yayılmasından “korkmak”ta. Altmış yıllık, adını kağıdın yanma derecesinden alan ünlü Fahrenheit 451 romanındaki gibi, mevzu kitapsa her zaman risk vardır. Romanda tüm kitaplar yok edilir, yakılır. Ama bir grup insan, okudukları/ezberledikleri kitapları birbirlerine anlatmaya başlarlar.
Tam bu noktada, basılmamış ama yazılmış kitabın uğradığı akibet geliyor aklıma. Misal, benim iki basılmış, iki basılmamış, bir de henüz yazılmamış bir kitap düşüncem var. Ahmet Şık’ın yazılmış ama henüz basılmamış kitabını sildiler, bilgisayarlardan. Delete yani... Peki Şık, kitabını henüz yazmamış da, sadece düşünmüş, tasarlamış olsaydı? Yani “örgütsel döküman” beyninde... Mazallah, onu da silme yöntemleri çok tarihte!