Yalçın Doğan

Bu soru daha çoook buz eritecek

9 Eylül 2007
Dünyanın kalan kısmındaki enerji kaynakları bitti. Şimdi sıra kutuplara geldi. Kuzey Kutbu’na yakın beş ülke birkaç aydır kutuplar üzerindeki amaçlarını açık açık gösteriyor. ABD, Rusya, Kanada, Norveç ve Danimarka kutupların altındaki müthiş petrol ve doğal gaz kaynaklarını nasıl kullanırız diye uğraşıyor. Akılda şu soru var? Kuzey Kutbu kimin?

Lomonosov Tepeleri hangi ülkeye ait? Rusya’ya mı, ABD’ye mi, Norveç’e mi, Danimarka’ya mı yoksa Kanada’ya mı ait? Bu sorunun çevresinde son aylarda müthiş bir meydan savaşı yaşanıyor. Meydan savaşı demek belki çok doğru değil. 1960’ları, 1970’leri andıran soğuk savaş ya da denizler altında bir savaş. Hatta, siyasal anlamın ötesinde, doğrudan soğuk savaş daha denk düşüyor.

Çünkü, bu beş ülkenin paylaşamadığı Lomonosov Tepeleri, sıfırın altında 60, 70 derecede. Hem soğukta, hem deniz altında. Şimdiye kadar sadece bayrak dikme yarışında anılan bu tepeler, bir anda dünya devlerinin gözdesi oldu.

Global ısınma, daha doğrusu küresel iklim değişikliği, beraberinde bin türlü sorun getiriyor. Ama, denizaltında bir savaşı akla getirebileceğine, geçen yıla kadar kimse ihtimal vermiyor. Ne zaman ki, global ısınmayla birlikte, buzullar erimeye başlıyor, birilerinin aklına her şeyden önce Kuzey Kutbu düşüyor.

Çünkü, Kuzey Kutbu’nda eriyen buzulların altında, özellikle de Lomonosov Tepeleri’nin dibinde iki hazine var. Kuzey Irak’taki petrol rezervinden daha çok petrol, Türkmenistan’daki doğalgazdan daha çok doğalgaz var.

PETROL VE DOĞALGAZ BENİM

Kuzey Kutbu’nun tam ortasında yer alan Lomonosov Tepeleri, aslında uluslararası sularda. Ama, bu buzdağının görünen bölümü.

Ya görünmeyen bölümü? Yani, bu tepelerin uzantısı? Denizin altındaki uzantılar hangi ülkenin topraklarıyla bütünleşiyor? Teknik deyimle, o tepeler hangi ülkenin kıta sahanlığına giriyor?

Hangi ülkeye giriyorsa, o ülke "Lomonosov’un altındaki petrol ve doğalgaz benim" diye bastıracak.

O doğal kaynakları elde etmek adına, beş ülke şimdi soğuk savaşta. Avrupa-Amerika-Rusya üçgenindeki bütün siyasal görüşmelerin acil kodu şimdi Kuzey Kutbu.

Kuzey Kutbu kime ait? Ülkelerin kendi iç politikalarında, asıl uluslararası politikada ve Birleşmiş Milletler’de bu kod etrafında dönüyor.

Kuzey Kutbu’na ilk gemiyi Ruslar gönderiyor. İkinci gemi Danimarka’dan, üçüncüsü ABD’den hareket ediyor. Derken Kanada ile Norveç’in gemileri de aynı hedefe ilerliyor.

Her geminin rotası da aynı, amacı da. Hepsi de, Kuzey Kutbu’nda, deniz altından gönderdikleri sismik dalgalarla Lomonosov Tepeleri’nin, kendi ülkelerine uzaklığını ölçüyor. Aynı zamanda, o tepelerin kendi kıta sahanlıklarına girip girmediğinin tespiti ile meşgul.

ŞİMDİDEN YATIRIMA BAŞLADILAR

Altmış milyon yıl önce Kuzey Kutbu yok. Altmış milyon yıl önce, Amerika, Avrupa ve Asya tek bir anakara. Yerkabuğunun soğumasıyla birlikte, ortaya üç kıta ve iki okyanus çıkıyor. Devamında, alın size Kuzey Kutbu.

Buzulların erimesiyle birlikte, ülkelerin Kuzey Kutbu iddiası da tek tek ortaya dökülüyor. Kanada beş milyar dolar harcayarak Kuzey Kutbu’nda iki askeri üs kurup sekiz buzkıran gemisi inşa edeceğini açıklıyor. Danimarka Başbakanı AB’nin bu alanda desteği için görüşmelere geçiyor. Ruslar "BM Kıta Sahanlığı Komisyonu’na" başvuruyor.

1994’te BM bu başlıkla bir komisyon kuruyor. Komisyonun iki kararı var: Biri, Türkiye’yle Yunanistan’ı ilgilendiren, kıta sahanlığının 12 mile yükseltilmesine ilişkin kararı. Diğeri, "Deniz altından 200 millik mesafede ülkelerin deniz altındaki kaynakları işletebileceğine" ilişkin kararı. Kuzey Kutbu’nun mülkiyeti bu kararla bağlantılı. Deniz altındaki sismik uzaklık ölçümleri, bu karar kapsamında büyük hukuki değere sahip.

Der Spiegel Dergisi’nin bu yılki 34. sayısından derlediğim bu bilgiler, hep aynı soruya yönelik: Kuzey Kutbu kimin?

Daha çoook buz eritecek bir soru. Nasıl eritmesin, işin ucunda petrol ve doğalgaz var. İşte, size yeni bir soğuk savaş.
Yazının Devamını Oku

Fotoğraf yalan söylemez

8 Eylül 2007
ORLANDO neresi, Fas neresi? Orlando-Fas hattında Türkiye neresi?<br><br>Amerika’da Orlando’da bir kaç Türk geçenlerde bir taksiye biniyor. Şoför Fas’lı. Arabadaki konuşmalardan, bizimkilerin Türk olduğunu anlıyor ve anında patlatıyor: "Biz Recep’le Gül’ü çok seviyoruz, onlar Müslüman, onlar İslama büyük hizmet ediyor".

Fas’lı şoför, Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ü kendisine ve o aleme çok yakın hissediyor. Ardından hızını alamıyor:

"Biz Atatürk’ü sevmeyiz, o Müslümanları öldürdü, namaz da kılmazdı".

Bizimkiler itiraz edince, Atatürk’le ilgili bildiklerinin yanlış olduğunu anlatınca, Fas’lı önce şöyle durup bakıyor, hemen sonra:

"Türkiye şimdi iyi yolda"./images/100/0x0/55ea1764f018fbb8f86ab78d

İMAJ VE İMAJ

Amerika’da çalışan Fas’lı bir şoförün Türkiye üzerine söyledikleri ne yazar? Onun gibi, çeşitli ülkelerde on binlerce insan, her ülke için neler söylüyor, neler düşünüyor? Üzerinde durmaya bile değmez, demek mümkün.

Bir açıdan öyle. Ama, diğer taraftan, imaj. Türkiye’nin Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, dünyaya verdiği imaj böyle. Ilımlı İslam. Batının bütün gazeteleri böyle yazıyor, önde gelen politikacıları Türkiye’yi böyle tanımlıyor.

TV’lerde izlediği, gazetelerde okuduğu, konudan komşudan dinlediği laflarla, Türkiye hakkında fikir sahibi olan Fas’lı gariban şoför, öyle düşünmesin de, ne halt etsin?

ENTARİ VE TİŞÖRT

Fasl’lı ve daha nicelerinin Recep ve Gül sevgisini pekiştiren fotoğraf, işte burada.

Geçenlerde Türkiye’den bir gurup arkadaşım Kızıldeniz’e gidiyor. Kızıldeniz kıyısındaki Şarm el Şeyh dünyanın en gözde dalış yerleri arasında. Denizi ve su altı cennetiyle, dünya turizm merkezleri arasında önde gelen yerlerden biri.

İşte, fotoğrafta görüyorsunuz. Arkadaşımın çektiği fotoğrafta, Şarm el Şeyh’te denize giren bizimkilerden bir kare.

Adam, denize girmek için, Türkiye’den kalkıyor, ta Kızıldeniz’e gidiyor, üstünde tişört. Ne görgü ama.

Ya kadınlar? Başörtüsü ve entariyle denizde. Görgüsüzlük, uyumsuzluk diz boyu.

Daha dikkat çekici olan, balık kadın. Türban ve şnorkel, her tarafı kapalı. Bu da, bizim türbanlı balık kadınların denize girme adeti.

Herkes istediği gibi denize girer, ama bu mu zevk, moda bu mu? Dünya turizm merkezinde, denizde entarilerle, t-shirtlerle, Türkiye imajı.

Fas’lı şoför haklı. Hele, dün gazetelerde yer alan Merkez Bankası Başkanı ile eşinin fotoğrafını görse, iyice haklı.

Not:

Dünkü yazı ile ilgili Beşir Atalay Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu’nu arıyor, "Yalçın Bey’in yazısı doğru, ama ben iman gücü değil insan gücü diye yazdım" diyor. Ben öyle okudum, elbet kasıt yok. Atalay bu düzeltme için benim yerime neden Enis’i arıyor, onu da anlamış değilim.
Yazının Devamını Oku

Beşir Atalay’ın el yazmaları

7 Eylül 2007
VAKFIN kurucuları arasında günümüzün ve geçmişin Türk büyükleri var. Recep Tayyip Erdoğan, Recai Kutan, Abdülkadir Aksu, İsmail Kahraman (Erbakan kabinesinde Kültür Bakanı), Ömer Dinçer (Erdoğan’ın Başbakanlık Müsteşarı, şimdi AKP milletvekili), Zeki Ergezen (Geçen dönem Bayındırlık Bakanı), Ali Coşkun (Geçen dönem Sanayi Bakanı), İrfan Gündüz (AKP gurup başkan vekili), Azmi Ateş (AKP milletvekili).

AKP çeşmesi gibi. Günümüzün önemli siyasetçileri, bürokratları ve iş dünyasının aynı kesime yakın isimleri, 1985 yılında bir vakıf kuruyor.

Birlik Vakfı, kendi tanımıyla, "hayri ve hasbi faaliyetlerde bulunmak, milletimizin birlik ve beraberliğini sağlamak, Büyük Türkiye idealine ulaşmada elinden gelen çabayı göstermek için, vakıf ruh ve manasına uygun olan inanç çerçevesinde" kuruluyor./images/100/0x0/55ea84daf018fbb8f8854349

Yüzlerce vakıftan biri. İtiraz edecek bir şey yok. İtiraz yok, ama yıllar sonra günümüze çizgi çeken bir olay var.

BİRLİK VAKFI NOTLARI

Birlik Vakfı’nın kuruluşundan on iki yıl sonra, yıl 1997.

Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Prof. Beşir Atalay görevinden ayrılıyor. Beş yıllık rektörlükten sonra, geride çekmeceleri kalıyor. Oradan çıkan bir not, günümüz İçişleri Bakanı Beşir Atalay hakkında objektif bilgi veriyor.

Kendi el yazısıyla, o günün rektörü, bugünün İçişleri Bakanı Atalay, Birlik Vakfı ile ilgili düşüncelerini not ediyor. Buna göre:

"- Birlik Vakfı’nın imkanları çerçevesinde bir plan yapılmalı, aylara, yıllara bölünmeli. Hedefler somut olmalı.

- Müslümanların derdi genelci olmamalı, spesifik olmamalı, güne inmemek, yaşayan hayatı kucaklamalı, insan böyle, parti böyle, vakıf böyle.

- Birlik Vakfı’nın gündem oluşturmaya veya gündemi etkilemeye gücü yeter mi? Vakıf bir kaç yıl önceki o güçte değil. Ancak, gönüllü kuruluşlar yapabilir. Ondan amaç Türkiye’yi temsil etmektir. O da, pek yürümüyor."

BU İLGİ NEDEN/images/100/0x0/55ea84daf018fbb8f885434b

Atalay
’ın kaleme aldığı son madde daha da ilginç:

"Vakfa iman gücü temini. Merkez valileri, müşavirler, öğretim üyeleri. Canlandırmak, bir güçlü lobi."

Vakıf çevresinde kadrolaşma kokan bir arayış. "İman gücü" dediğine göre, kadrolaşmanın kaynağı, niteliği belli. Bugünkü AKP’ye yakın bir arayış.

Her Türk vatandaşının vakıf ve benzeri kurumlarla işbirliği yapması, onların başarısı için kafa yorması çok normal. Ama, o kişiler zaman içinde siyasal sorumluluk üstleniyorsa, durumu mercek altına almak kaçınılmaz.

Geçenlerde Ahmet Hakan, Beşir Atalay ile ilgili yazdığı yazıda, güvence veriyor. "İrtica gerekçesiyle rektörlükten atılan Beşir Hoca, irticacı bir gelişmenin karşısında yer alır" diyor. Kendisinin tanıklığına güvenilmesini istiyor. Ben, Ahmet Hakan’a güvensem bile, içim o kadar rahat değil.

Atalay’ın bu vakfa ilgisi neden? İçişleri Bakanı olarak ilgisi devam edecek mi? Ya da vakıflar ve benzeri kurumlar arasında ayrım yapmadan, görevini sürdürecek mi?

Atalay’ın 1997’deki el yazmaları, bugün onun bakanlık sınavı.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır’ı istiyor o halde kavga

6 Eylül 2007
DİYARBAKIR’da 28 bin çalışan var, 312 bin kişi iş arıyor. İşsizlik oranı yüzde 70.<br><br>Diyarbakır’da yoksulluk oranı yüzde 39.7. Gıda yardımı için 207.249 kişi valiliğe başvuruyor. Diyarbakır’da 30 bin çocuk sokakta çalışıyor. Her iki çocuktan biri madde bağımlısı. Yani, PKK adayı.

Diyarbakır kişi başına düşen doktor, öğretmen ve çocuk ölümleri gibi sosyal göstergelerde en geriden gelen iller arasında.

Bu rakamlar, iki yıl önce Tayyip Erdoğan Diyarbakır’a gittiğinde, şimdi kavga ettiği Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in kendisine verdiği raporda yer alıyor.

İki yıldan bu yana, bu rakamlar yerinde sayıyor.

BELGELİ ÖRNEKLER

Göç ve terörle dibe vuran Diyarbakır’da, kentin gelişmesi için belediyenin hazırladığı projeler Bakanlar Kurulunda, Çevre Bakanlığında ya da DPT’de takılıyor.

Bununla kalmıyor, belediyenin yaptığı Barış Ormanına Hazine, "o arsa bizim, diktiğiniz ağaçları sökün" diyerek, yazı üstüne yazı gönderiyor.

Ama, Erdoğan, "hiç kimse AKP kendi belediyesine farklı, bize farklı davrandı, diyemez" diyor. Bu sözü, yukardaki örneklerle çelişiyor. Bu örnekler belgeli, kayıtlı, tanıklı.

Baydemir, kendilerine engel çıkartıldığı iddiasını ortaya atınca, Erdoğan esip savuruyor, hatta Baydemir hakkında soruşturma açılıyor.

Diyarbakır durup dururken neden alevleniyor? Seçim gecesi Erdoğan:

"Gelecek yıl belediye seçimlerinde İzmir ve Diyarbakır’ı istiyorum".

Bunun için, şimdi düğmeye basıyor. Baydemir’in çıkışını kullanarak, ona yükleniyor.

Erdoğan’ın isteği boşuna değil. AKP Diyarbakır’da 67 bin olan oyunu 190 bine çıkartıyor. DTP’nin oyu ise, 240 binden 200 bine geriliyor. Şu anda AKP ile DTP arasında 10 binlik fark var.

AKP hükümeti oraya yatırımla yüklense, örneklerdeki gibi, belediyeye güçlük çıkartsa, başkana soruşturma açarak, gözdağı verse, "Diyarbakır’ı istiyorum" sözü yolunda ciddi mesafe alınmış olacak.

SORUŞTURMA NAFİLE

Bir süre önce, Diyarbakır’a bağlı Sur ilçe belediye başkanı, söylediği sözlerden dolayı görevinden alınıyor. Başkan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruyor. Çok büyük olasılıkla, AİHM Türkiye’yi suçlu bulacak ve başkanı görevine iade edecek.

Türkiye Avrupa Yerel Yönetim Şartı’nı imzalıyor. Orada, seçimle gelen belediye başkanlarını görevden almak söz konusu değil. Cinayet, fiili soygun gibi suçlar dışında. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, siyasal nedenlerle görevden alınan belediye başkanlarının tamamını, AİHM görevine iade ediyor.

Baydemir’e soruşturma, Erdoğan boşuna kürek çekiyor. "Diyarbakır’ı istiyorum" diyor ya, bu iddia şimdi kavgayla başlıyor.

Baykal, bonjur mösyö

HAZRETİN aklı başına yeni geliyor, dört seçim yenilgisinden sonra.

Deniz Baykal
Anadolu’yu dolaşmaya karar veriyor, bonjur mösyö (bonjour monseieur). Artık dolaşmasa da olur, dostlar alış verişte görsün.

Seçim sırasında ben Anadolu’da dolaşırken, bazı CHP il ve ilçe merkezlerinde gördüğüm manzaraları anımsıyorum. Bazılarında okey oynanıyor ya da kafa çekiliyor, Türkiye kurtarılıyor. Sanki kahvehane.

CHP Politbürosu bunları bilmiyor mu? Politbüroda ahbap çavuş ilişkileri ile siyaset, işte buraya kadar. Bu örgütle seçim kazanmak, Nejat Uygur’un vodvilleri gibi, "güldürme beni" misali.

Türkiye’yi dolaşırken, Baykal bunları görecek, gereğini yapacak, sonra seçim kazanacak.

Hiç kuşkum yok. Yoksa, sizin var mı?
Yazının Devamını Oku

Hangisi gerçek Tayyip Erdoğan

5 Eylül 2007
BİR kaza sonucu, sekiz-on yaşlarında bir çocuk İzmir’de kimyasal yanıkla karşı karşıya kalıyor. On gün önce AKP Genel Merkezi. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları birlikte öğle yemeğindeler. TV açık. Yemek yerken, haberleri izliyorlar.

Ekrana yanık çocuk haberi geldiğinde, Erdoğan derhal ilgileniyor. İzmir Valisi, Sağlık Bakanı ve konuyla ilgili olabilecek diğer görevlileri arıyor:

"Bu çocuğu bulun, hastaneye kaldırın ve tedavisini yapın".

Erdoğan ilgisini sürdürüyor:

"Çocuğun annesi Irak’ta imiş. Annesini bulun, özel uçak göndereceğim, annesini buraya getirin, çocuk küçük, annesine ihtiyaç duyar".

Çocuk bulunuyor ve tedavi altına alınıyor.

İnsanı açıdan çok duyarlı bir girişim. Onca işin arasında, tek bir çocukla böylesine ilgilenmek, üstelik, ilgiyi, ilgi olsun diye değil, gerçekten göstermek.

Tıpkı, Hrant Dink’in çocuklarına gösterdiği ilgi gibi. Hiç kimsenin haberi olmadan, Erdoğan birkaç kez Dink’in çocuklarını ziyaret ediyor, "istediğiniz zaman bana ulaşabilirsiniz" güvencesiyle.

ERDOĞAN AĞLIYOR

Ya da birkaç ay öncesinde bir trafik kazası haberine gösterdiği ilgi.

Manisa’da sekiz tarım işçisi trafik kazasında ölüyor. Cenazelerin Güneydoğu’da bir kente gönderilmesi gerek. Sekiz işçinin cenazesi ambulans yerine, bir kamyonete öylece atılıyor.

Haberi, yine tesadüf, Erdoğan AKP Genel Merkezinde öğreniyor. Çılgına dönüyor, valiyi arayarak söylemediğini bırakmıyor. Hatta, cenazelerin bir eşya gibi, kamyonete yüklenmesi karşısında, gözlerinden yaşlar boşanıyor.

Vali, hiç kimsenin kendisinden bir talepte bulunmadığını söylediğinde, "bu millet onurludur, bir şey istemez, sen yapacaksın" diye iyice öfkeleniyor.

Ağlaması, bu ölçüde ilgilenmesi, gösteriş değil, içten gelen bir duygu.

YA PEKİ ÖTEKİLER

Bir yanda bu insani duygular, öte yanda:

-Ananı da al, git.

-Beğenmiyorsan, vatandaşlıktan çek git.

-Sen kimsin be, ben Allah’tan başka kimseden korkmam.

-Kendine gel, kendine.

-Sen nerdensin, hımm, demek Radikal.

Ağzından çıkan argo sözler bir yana, işine gelmeyen soruları soran genç gazeteci arkadaşlarıma attığı fırçalar, kendisini eleştiren gazeteci ve politikacılara açtığı yüzlerce dava, tahammülsüzlük, uzlaşmadan uzak, sürekli sen, ben, bizim oğlan vaziyeti, onlarla beraber olmak, eleştiriden ders almak yerine, kavga etmek, ara sıra sözünde durmamak, kendi bildiğini hep doğru sanmak, genellikle hırçın bir profil. Kasımpaşalı nitelemesinin açıklamaya yetmediği, ruh dünyasındaki iniş-çıkışlar.

Bunlardan hangisi gerçek Tayyip Erdoğan? Hangisi?

Hasta bir çocuğun tedavisi için, her şeyi bırakıp, o çocuğa koşan mı, yoksa beğenmediği tepkiler karşısında, halkına hakaret eden mi? Hangisi?

Eleştiriler karşısında Avrupa’da dava açma rekorunu elinde bulunduran Başbakan mı, yoksa cenazelerin kamyonete yüklenmesine ağlayan Erdoğan mı? Hangisi?

Duygusallıkla kavga arasında gidip gelen, karmaşık bir ruh hali. Biri elbette iyi. Öteki hepimize zarar veriyor. Dolayısıyla, bir denge gerekiyor.

Fransız elçisine boykot

ASKERLERİN verdiği, üzerinde pek çok tartışılan 30 Ağustos resepsiyonunda dikkatten kaçan bir olay var. Gözler hep Gül-Erdoğan-Büyükanıt üçgeninde dolaştığı için, başka yerlere bakmak geride kalıyor.

Geçenlerde bir haber: "Genelkurmay Başkanı Büyükanıt istifa ediyor".

Bu yalan haber Türkiye’de şöyle bir dalgalanıyor. Genelkurmay araştırıyor ve buluyor ki, haber Fransa kaynaklı.

Genelkurmayın tepkisi gecikmiyor. Yıllar ve yıllardır, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi 30 Ağustos resepsiyonuna ilk kez davet edilmiyor.

Fransa neden böyle bir yalan habere yataklık ediyor, o sır hala çözülmüş değil.
Yazının Devamını Oku

Ha Kraliçe, ha Cumhurbaşkanı

4 Eylül 2007
HEMEN hemen tüm yetkileri tırpanlanıyor Cumhurbaşkanının. Tüm yetkiler Meclis’te toplanıyor. Siyasal sistemin en etkin gücü Meclis. Cumhurbaşkanı sembolik bir niteliğe bürünüyor. Tıpkı, İngiltere Kraliçesi gibi.

AKP yeni bir Anayasa taslağı üzerinde çalışıyor. Prof. Ergun Özbudun’un hazırladığı taslak, AKP’nin oluşturduğu komisyonda gözden geçiriliyor.

Bazı ekleme ve çıkarmalarla. Geçen hafta taslakla ilgili haberler yayınlanıyor. Bazı bölümler ise, basına henüz yansımıyor. O yansımayan bölümlerden bir kaç başlık çıkarmak istiyorum.

İlki Cumhurbaşkanı ile ilgili. Anayasa literatüründe bir deyim var. İngiltere Kraliçesi gibi, deniyor. Kendi var, yetkisi yok, devletin başı sembolik konumda, anlamında.

Anayasa taslağı, bu haliyle kabul edilirse, bizim Cumhurbaşkanları da, sembolik olmaktan öteye gitmiyor. Yetkileri kısıtlanıyor.

MGK BAŞBAKANA

O kadar ki:

1 - Örneğin, MGK Başbakana bağlanıyor.

2 - Kendisine gönderilen yasayı, örneğin, Cumhurbaşkanı onbeş gün içinde onaylamıyor ve geri de göndermiyor, bu durumda yasayı Meclis Başkanı onaylıyor.

3 - Daha ilginci, kanun hükmünde kararnamelerle ilgili. Cumhurbaşkanı onay için gönderilen kararnameyi, örneğin hükümete geri gönderiyor, ama hükümet ısrar ediyor, o zaman Cumhurbaşkanı üç gün içinde onaylıyor.

4 - Önemli bir değişiklik, çok tartışılan atama kararnamelerine ait. Atama yöntemi, çıkartılacak bir yasaya bağlanıyor. Cumhurbaşkanının onayına sadece üçlü atama kararnamelerinin sunulması öngörülüyor. Diğer atamalar Başbakan ile ilgili bakana bırakılıyor.

5 - Genelkurmay Başkanının, çok tartışılan konumu değişmiyor. Genelkurmay Başkanı Başbakana bağlı, şimdi olduğu gibi.

MEMUR YARGILAMAK

Yolsuzlukları önlemek üzere, yeni bir yönteme başvuruluyor.

Şimdiki duruma göre, hakkında yolsuzluk iddiası bulunan bir bürokratın yargılanması için, bakan izni gerekiyor. Taslak, izin hükmünü kaldırıyor, o memurun doğrudan yargılanmasının yolunu açıyor.

Bunlar sistemi yeniden belirleyen bazı önemli ayrıntılar. Ancak, işin özü, felsefesi, ruhu, hiç kuşku yok, temel hak ve özgürlükler. Demokratik Anayasa tanımı, temel hak ve özgürlüklerin kullanımından geçiyor.

Taslak, henüz AKP’de ince eleniyor, sık dokunuyor. Son halini alması için, bir-iki ay zamana ihtiyaç var.

Günay’ın Orhan Pamuk jesti

KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk için bir jest hazırlıyor.

Günay’la kısa bir sohbetimiz oluyor. Günay, benim çok eski ve sevdiğim arkadaşım. Geçen yıllarda, pek çok siyasal ve kişisel olayı birlikte paylaşıyoruz.

Sohbet sırasında söz bir ara, Orhan Pamuk’a geliyor. Bakan Günay:

"Müthiş bir başarı, kucaklamamız gereken bir olay. Pamuk ödül aldığında, Türkçe konuştu, bütün dünya alkışladı. New York’un en büyük caddesindeki kitapçı, Avrupa’nın bütün ülkelerinde kitapçılar boy boy resimlerini astı, kitaplarını kaç dilde yeniden bastı, ama biz geri kaldık. Şimdi, ona bir jest yapacağız".

Jestin niteliğini soruyorum, Günay şimdilik susuyor. Çünkü önce Orhan Pamuk’tan onay alması gerekiyor.

Eski arkadaşım, belki tarafsız olamayabilirim, ama Günay’ın farklı bir kültür bakanı profili çizeceğini tahmin ediyorum. Umarım, hayal kırıklığına uğramam.
Yazının Devamını Oku

Global ısınmayı yağmur duasıyla çözemeyiz

2 Eylül 2007
Tarihteki Mısır, Roma, Yunan, Hint, Çin, Mezopotamya uygarlıkları hep soğuma-ısınma döngüsünün ürünü. Tarihe bir de iklim açısından bakış. IPCC’nin son raporları günümüzdeki global ısınmaya bu ölçüde geniş bir perspektiften bakıyor. AB zirvesinin ilk maddesi yine iklim değişikliği. Türkiye’nin de anlamsız yağmur duaları yerine, bu raporları gözden geçirme zamanı çoktan geldi.

Roma İmparatorluğu yükseliyor, önce Akdeniz’e ve güneye doğru genişliyor. Çünkü, iklim Roma’nın genişlediği yönde daha ılıman, sebze ve meyve o bölgede, iklimden dolayı daha zengin.

İS 200 ile 800 yılları arasında, kuzey yarıküre ne zaman ki, kuraklığa mahkum oluyor, Roma’nın çöküşü öyle başlıyor. Tarihi değiştiren büyük göçlerle birlikte. Savaşlar iklim değişikliğinin bir sonucu.

Dünyanın bugüne kadar gördüğü en büyük imparatorluğu kuran Moğollar’ı, Asya’dan Rusya üzerinden Orta Avrupa’ya kadar iten, sadece onların cengaver yapısı değil. Ama, aynı zamanda iklim koşulları.

İnsan bugünkü modeliyle, tarih sahnesine 200 bin yıl önce adım atıyor. İklimin en uygun olduğu, buna paralel şekilde, beslenmek açısından çeşitli ürünlerin yetişebildiği en elverişli havada.

İnsanın evrimini, tarihin akışını, imparatorlukları, devletleri siyasal, kültürel, sosyolojik ve daha başka çeşitli açılardan anlatmak mümkün. Ancak, günümüzün modası, bunları iklimle bağlantılı anlamaya çalışmak. Çünkü, global ısınma var.

Bir yanda kuraklık, ama aynı anda seller, öte yanda insanları ve ülkeleri tehdit eden aşırı sıcaklık, yaşam tarzını değiştirmeye zorlayan göçler.

KARA HABERİ 1898’DE VERMİŞTİ

Dünya İklim Konseyi (IPCC) iklim değişikliğiyle ilgili son yayınladığı raporlarda insanın (homo sapiens) evrimini ve tarihin gelişimini iklim tezleri üzerinden anlatıyor. Okuduğum "Climate Change" (İklim Değişikliği) raporu bu yönde geçmişi ve yarını incelemesiyle değerli bilgilerle dolu.

İsveçli fizikçi Svante Arrhenius daha 1898’de, bugün yaşadığımız global ısınmanın haberini veriyor. Havadaki birkaç milyon yıllık karbondioksit artışını bularak, bu artış hızının sonraki yüzyıllara etkisini hesaplıyor. Bulduğu sonuç, "karbondioksit artışı bu hızla giderse, 100-150 yıl sonra ciddi bir ısınma olacak, göçler ve su savaşları başlayacak." Günümüzün kara haberi.

Arrhenius daha başka hesaplar da yapıyor. Örneğin, günümüzün turizm cenneti Akdeniz, İskandinavya ile yer değiştirecek. Akdeniz yerine, insanlar yaz tatillerinde denize girmek için Norveç, İsveç ve Finlandiya’yı tercih edecek. Çünkü, Akdeniz kuraklık tehdidi altında iyice ısınacak. Bu da, bazı ülkelerin sonunu getirecek. Tüyleri diken diken eden senaryolar.

Viking vahşeti de, 900 ile 1300 arasında küçük çapta yaşanan buz devrinin sonucu, daha sonraları Amerika kıtasının ve diğer coğrafi keşiflerin nedeni de, benzer korkulara çare bulma arayışı.

20 BİN YIL ÖNCEKİ SON BUZUL DEVRİ

540 milyon yıl önce yerküre soğumaya başlıyor, havadaki karbondioksit miktarı azalıyor. 500 milyon yıl süren soğuma, okyanusların tek bir ana karayı parçalamasına kadar uzanıyor.

Avrupa ve Amerika, Amerika ve Asya, Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus. Bundan otuz milyon yıl önce. O zamanki soğuma, günümüzde ısınmaya dönüşüyor. Isının dengesini yeniden bulması 170 bin yıl sürüyor.

Son buz devri günümüzden 20 bin yıl önce. Isınma yeniden başlayınca, kilometrelerce kalınlıktaki buzullar erimeye başlıyor. Bugünkü İngiltere’den kara Avrupa’sına yürüyerek gidilirken, ısınmayla birlikte eriyen buzullar yeni su baskınlarına ve Manş Denizi’nin oluşumuna yol açıyor. Deniz önce 130 metre taşıyor ve İngiltere ada olarak, kıta Avrupa’sından kopuyor. 10 bin yıl önce, tıpkı Boğaziçi’nin oluşumu gibi.

8 bin yıl önce, yemyeşil bir vadi olan bugünkü Sahra’nın çölleşmesi, o ısınmanın bir uzantısı. Tıpkı Arap Yarımdası çölü gibi.

Tarihteki Mısır, Roma, Yunan, Hint, Çin, Mezopotamya uygarlıkları hep soğuma-ısınma döngüsünün ürünü. Tarihe bir de, iklim açısından bakış.

Günümüzdeki global ısınmaya dünya bu ölçüde geniş bir perspektiften bakıyor. AB Zirvesi’nin ilk maddesi, o nedenle iklim değişikliği. Geçmiş milyon ve bin yıllara oranla, günümüzde teknoloji ve bilim çok gelişmiş. Bunların nedenleri biliniyor, o halde çare biliniyor.

Türkiye’nin de, bugün böyle geniş açıya ihtiyacı var. Anlamsız yağmur duaları ve camilerdeki fetvalarla kendini kandırmak yerine, şu el altındaki raporları gözden geçirme zamanı.
Yazının Devamını Oku

Kebapçıda namaz metroda namaz

1 Eylül 2007
ÖYLE sıradan bir lokanta değil. Hürriyet’in ekinde bir ara en iyi on kebapçı arasında yer almış, Ankara’daki kebapçılardan biri. İki katlı. Lokanta sahibi ikinci katı içki servisinin verildiği bir yer haline getirmek istiyor. Ne mümkün. O mümkün olmadığı gibi, başka garip şeyler mümkün hale geliyor.

Kebapçı revaçta, çok kalabalık, yemekleri lezzetli olduğu için, buraya sık sık bazı bakanların da yer aldığı AKP’li guruplar geliyor. O bakanların da yer aldığı guruplar, her sefer, "lokantada mescit nerede" diye soruyor. Yemeğe geliyorlar, namaz kılmak için mescit soruyorlar.

Lokanta sahibi bakıyor ki, olmuyor, içkili hale getirmek istediği ikinci kat, bırakın içkiyi, lokanta olmaktan çıkıyor ve mescide dönüşüyor.

Gelen AKP’li guruplar, sofradan kalkıyor, önce erkekler, arkadan kadınlar, lokantanın mescidinde gurup ve sıra halinde namaz kılıyor. Yemek yerken namaza gitmek, daha önce böyle bir adet var mı, sırf gösteri.

Bu farklı bir tarz-ı hayat, farklı bir yaşam biçimi.

TUNALI’DA MESCİT

Ankara’nın en büyük camii Kocatepe Camii. O camiye açılan en büyük cadde, Tunalı Hilmi Caddesi.

Cami bir kaç yüz metre ilerde, yine de, Tunalı Hilmi’nin kavşağına mescit yapılıyor. Dün cuma. Cuma nedeniyle, Tunalı’daki mescitte namaz kılınıyor. Her cuma olduğu gibi, namaz kaldırımlara taşıyor, insanlar yürüyecek yol bulamıyor. Oysa, cami işte hemen şurada.

Bu farklı bir tarz-ı hayat, farklı bir yaşam biçimi.

METRODA MESCİT

Kızılay Metrosu.
Aynı zamanda alış veriş merkezi.

Metroda mescit var. Dün cuma. Kızılay metrosundaki mescitte cuma namazı kılanlar, metroya taşıyor, insanlar metroya binmek için, birbirinin üstüne çıkıyor.

Daha da tatsızı, namaz kılanlar, yoldan geçen ve namaz kılmayanlara yan gözle bakıyor.

Bu farklı bir tarzı-hayat, farklı bir yaşam biçimi.

Lokanta, metro, hastane, pastane, postane, hava alanı fark etmiyor, her yer mescitle doluyor.

DEMOKRASİ DİYE DİYE

En sık söylenen söz, en başta türban dahil, "herkes istediği gibi giyinir, istediği gibi yaşar, neden insanlar birbirine karışıyor" gibi, sözüm ona, özgürlük ve serbestiyet. Sözüm, ona demokrasi. Demokrasi, arkasına sığınılan kutsal kavram.

Elbette demokrasi. Ama, bunların demokrasiyle, özgürlükle ilgisi yok. Demokrasi diye diye, tarz-ı hayat değişiyor. Siyasal rejim değişiyor. Değişim yavaş yavaş ve iki türlü.

1- Dayatma, belli dinsel simgeleri topluma fiilen kabul ettirme yolayla. Örneğin, türban Çankaya’ya fiili olarak çıkmış bulunuyor. Bu tarz-ı hayatın değişimi işareti.

2- Alıştırma yoluyla. Başkentin göbeğinde, kebapçıdan metroya uzanan mescit zinciri, kaldırımlara taşan namazlar, toplumda önce garipseniyor, ardından alıştırma dönemi geliyor.

Gerçekte günlük yaşam biçimi değişiyor. Dini motiflerin ağır bastığı sisteme kayıyor.

Biri geçen yıl, diğeri on yıl önce, ben iki kez İran’a gidiyorum. Cuma namazları dahil, İran İslam Cumhuriyeti’nde ne sokaklara taşan namazlar var, ne iki durakta bir, mescit. Ama, dayatma sonuna kadar.

Burası laik Türkiye Cumhuriyeti. Başkentte sokaklara taşan manzaralar, ne bazı salakların dilinden düşürmediği demokrasi ile izah edilebilir, ne isteyen istediğini yapsın, aldatmacası ile.
Yazının Devamını Oku