Yalçın Doğan

Şimdi vücut dili zamanı

22 Ağustos 2007
30 Ağustos, 31 Ağustos. Seksenbeş yıldır zafer günleri olarak kutlanan, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bittiğini müjdeleyen bu iki gün, şimdi herkesi yay gibi geriyor. Çünkü, 30 ve 31 Ağustos’ta askeri kutlamalar, törenler ve kokteyller var.

Çünkü, 30 ve 31 Ağustos’ta Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarından mezun olan teğmenlerin diploma törenleri var.

O kutlama ve törenlere, kokteyllere Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak katılması bekleniyor. Seksenbeş yıldır, her Cumhurbaşkanının katıldığı gibi.

Ancak, bu sefer hissettirilen bir kriz var. Törenlere eşli mi, eşi olmadan mı katılacak? Malum, türban meselesi.

30 Ağustos törenleri dahil, asker davetlerine AKP iktidarı son dört buçuk yıldır eşleri olmadan katılıyor. Bu yıl da, öyle olacak. Benzer biçimde, harp okulları diploma törenlerine de, yine eşleri olmadan katılacaklar. Davetiyeler öyle.

TÖREN SIRASINDA

Ancak, eşler olmadan törenlere katılmak, sorunu çözmeye yetmiyor. Üç harp okulundaki diploma töreninde asker nasıl davranacak?

O törenlerde bir gelenek var. Okul birincilerine diplomayı Cumhurbaşkanı veriyor. Ve yıllardır her törende olduğu gibi, diplomayı verecek olan makam sahibi anons edildiğinde, birinciliği kazanandan önce, o makam sahibi alkışlanıyor. Cumhurbaşkanı ise Cumhurbaşkanı, Başbakan ise Başbakan alkış yağmuruna tutuluyor.

Ben şimdi 30 ve 31 Ağustos günleri Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarındaki diploma törenlerini merak ediyorum. Asker o törenlerde nasıl davranacak?

Gül, Cumhurbaşkanı olarak okul birincisine diploma verirken, törene katılan askerler ve aileleri nasıl tavır alacak?

Sessiz bir protesto mu, yoksa, artık seçilmiş bir Cumhurbaşkanına şans tanımak, fırsat vermek üzere, onun eylem ve kararlarını mı beklemek?

30 ve 31 Ağustos bu açıdan herkesi yay gibi geriyor. Sessiz protesto ya da alkış. Yani, vücut dili. Vücut diliyle meramını anlatmak. Düşüncelerini hissettirmek.

Görünen o ki, Türkiye’de Vücut Dili Devri başlamak üzere.

18.7 milyon seçmen vatandaş değil

Seçim öncesinde Tayyip Erdoğan her konuşmasında uzlaşma sözünü dilinden düşürmüyor. Seçim gecesi, "bize oy vermeyenler rahat olsun, biz herkesi kucaklayacağız" diyor.

Geçen akşam Arena programında Erdoğan, herkesi nasıl kucaklayacağına ilişkin muhteşem örnekler veriyor:

"Bazı yazarlar, benim Cumhurbaşkanım değildir, diyor. Edep dışı, adap dışı. Bunu söyleyen vatandaşlıktan çıkmalıdır. Kimi seçiyorsan, git o ülkede senin cumhurbaşkanın olsun".

Erdoğan’ın dört buçuk yıllık iktidarı döneminde, en büyük gaflarından biri. Demokrasiye, eleştiri hakkına, kamu hukukuna en aykırı tepkilerinden biri. Ayrıca, nezaket kurallarına aykırı. Ayrıca, devlet-vatandaş ilişkileri açısından, oturduğu Başbakanlık koltuğu ile bağdaşmıyor.

Halkın yüzde 47’si AKP’ye oy veriyorsa, yüzde 53’ü de, AKP’ye karşı. O yüzde 53, aynı zamanda Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı. Bunun somut göstergesi var. İki muhalefet partisi, iki Cumhurbaşkanı adayı gösteriyor.

Erdoğan’a göre, Gül’ü Cumhurbaşkanı olarak kabul etmeyenler, vatandaşlıktan çıkmalı. Demek ki, 18 milyon 722 bin 400 seçmene yol görünüyor. Demek ki, Erdoğan gibi düşünmeyen 18 milyon 722 bin 400 insan, bir an önce, kendine yeni bir yurt bulmak zorunda. Demek ki, Erdoğan sadece yüzde 47’nin Başbakanı. Herkesi kucaklamak filan, hikaye.

Eleştiri hakkına saygı, hoşgörü, kucaklama işte buraya kadar. Erdoğan’ın bu sözleri demokrasi felsefesine, demokrasi ruhuna ve devlet yönetimine teğet bile geçmiyor.
Yazının Devamını Oku

Sargı bezli bir garip tekne

21 Ağustos 2007
TEKNENİN her tarafı branda ile sarılı. Sargı beziyle kaplanmış gibi. Dalgalarda çalkalanan şamandıra gibi. Teknenin içi görünmüyor, tekne kapalı, çünkü teknedekiler kapalı. Geçen hafta Bodrum’da deniz kenarında güneşlenirken, önümden geçen bu garip tekne, herkes gibi, benim de dikkatimi çekiyor. Bir arkadaşıma ait küçük bir motorla, uzaktan da olsa, bu sargı bezli tekneyi izliyorum.

Kadınların çoğunlukta olduğu teknede, erkekler ve çocuklar da var. Kadınların tamamı türbanlı. Küçük kızlar dahil.

Tekne bir koydan ötekine yol alırken, zaman zaman türbanlı kadınlar ve kızlar denize giriyor. Hiç birinde mayo yok, hepsi tepeden tırnağa kapalı. Saçları da kapalı, kolları, bacakları da. Denize öyle giriyorlar.

Sanki bir başka dünyadan gelmişler gibi.

TESETTÜRLER TÜRKİYE

Deniz kenarında bu garip manzarayı izleyenler, AKP’nin seçim sonrasında, yurdun dört köşesine yerleştirdiği, Teşekkürler Türkiye, sloganının günümüze denk düşen versiyonunu, hep bir ağızdan tekrarlıyor:

"Tesettürler Türkiye".

Denizlere kadar inen, dayatmacı haliyle türban, artık Çankaya’ya uzanıyor. Ve bu insanlık durumu, insanları müthiş rahatsız ediyor. Çankaya adayı Abdullah Gül, iki lafın arasında, "herkesi kucaklayacağım" dese de, yüzde 53’lük çoğunluğu kendisine inandıramıyor.

Çünkü, seçimden önce, pek çok konuşmasında Tayyip Erdoğan’ın vurgusu var:

"Cumhurbaşkanlığı için diğer partilerle uzlaşma arayacağım".

Erdoğan sözünde durmuyor. Diğer partilere danışmadan, Gül’ün adaylığını ilan ediyor. Vazo erken kırılıyor.

Yüzde 48’lik seçim zaferi, kapıyı daha ilk roundda gıcırtılarla açıyor. Seçim gecesi Erdoğan’ın "içiniz rahat olsun, herkesi kucaklayacağız" sözü, kısa sürede arşive kalkıyor. Vazo erken kırılıyor.

GİZLİ DOSYALAR

Abdullah Gül, çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla görüşüyor, kendini anlatmak ve kendini onlara kabul ettirmek amacıyla:

"Ben dörtbuçuk yıl, hem Başbakan, hem Dışişleri Bakanı olarak, devletin bütün gizli dosyalarını takip ettim, onlara çözüm bulmaya çalıştım. Devletin en gizli dosyalarına hakim olan biri olarak, neden Cumhurbaşkanı olmayayım?"

İlk bakışta, Gül haklı. Öyle ya, devlet madem ona en gizli bilgileri emanet ediyor, üstelik partisi seçimde yüzde 48’lik oyla iktidara geliyor, o zaman Cumhurbaşkanı olmasını engelleyen ne var?

Türban var. Türbanla herkesi kucaklaması mümkün değil.

Ayrıca, görmezden geldiği bir nokta var. AKP iktidarından çok önce, ve elbette AKP’nin dörtbuçuk yıllık iktidarında, kendisinin de bulunduğu her üst düzey toplantıda, on yılı aşkın süredir tekrarlanan bir cümle var:

"İrticai kesim, mücadeleyi türbana endeksleyerek,yurt çapında türban eylemlerine başvurmaktadır. Türban eylemleriyle, irticai kesim güç ve moral kazanmakta, türbanlı sayısı artmaktadır".

Çok iyi bildiği bu hassasiyete rağmen, Gül Çankaya için ısrardan vaz geçmiyor. Böyle bir tabloda, Gül nasıl olacak da, herkesi kucaklayacak?

İki haftalık tatil sırasında, deniz kıyılarında, AKP’liler dışında, kendini kucaklanmış hisseden tek bir kişiye bile rastlamıyorum.

O kişilerden hiç biri, sargı bezli, o garip tekneye binmeye niyetli değil.
Yazının Devamını Oku

Böyle kardeşlik olmaz

2 Ağustos 2007
AMERİKALI elinde pasaportu, "hello" diyerek, bir selam çakıyor, elini, kolunu sallayarak, ülkeden içeriye giriyor. Herhangi bir Avrupa Birliği ülkesi vatandaşı, elinde pasaportu, "hello" diyerek, bir selam çakıyor, elini kolunu sallayarak, ülkeden içeri giriyor.

Bir Türk elinde pasaportu saatlerce vize kuyruğunda, vizeyi alıncaya, ülkeden içeriye girinceye kadar canı çıkıyor.

Birilerinin el kol sallayarak, hiçbir vize işlemine tabi olmadan giriş yaptıkları, ama sıra Türklere gelince, cehennem azabı çektikleri yerler, bizim aziz dostlarımız, kan kardeşlerimiz, ortak atalara sahip olduğumuz Türki Cumhuriyetler. Dilimizin benzediği, geleneklerimizin örtüştüğü, aynı kandan geldiğimiz Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Azerbaycan, Kırgızistan.

Onlar, bize vize uyguluyor, üstelik can çıkarana kadar azap çektirerek. Saatlerce gümrük kapısında bekleterek.

BİZDE KALKTI

Birkaç gün önce, Resmi Gazete’de bir Bakanlar Kurulu kararı yayınlanıyor. Buna göre, Türkiye Azerbaycan, Moğolistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan vatandaşlarına vize kolaylığı getiriyor.

Bu ülkelerden Türkiye’ye gelecek olanların otuz günden kısa süreli ziyaretlerinde, Türkiye vizeyi kaldırıyor. İyi bir jest.

Ancak, tek taraflı. Oysa, bu gibi durumlarda, uluslararası gelenek, eski deyimle, mütekabiliyet, yeni deyimle, karşılıklılık ilkesine dayanıyor. Yani, sen bana nasıl davranıyorsan, ben sana öyle davranıyorum, kuralı.

Bu kısasa kısas değil, diplomatik bir ilke, ülkelerin diğer ülkeler karşısında duruşunu belirleyen kurallardan biri.

ANLAYIŞ BEKLEMEK

Biz, "onlar bizim kardeşlerimiz, vizeyi kaldırdık" derken, bizim kardeşler, bize sırtlarını dönüyor.

1- Türkiye, onlara kolaylık getirirken, karşılıklılık ilkesini göz ardı ediyor.

2- Onlar, bu jeste aldırmıyor.

Diplomatik açıdan, bu tatsız durum, pratikte daha da tatsız hale geliyor. Amerikalısı, Almanı, Fransızı müthiş kolaylık görürken, onlardan vize aranmazken, o ülkelere giden bizim vatandaşlarımız, vize almak için, saatlerce saçını başını yoluyor. Çoğu, o ülkelerde çalışan işadamları.

Şimdi Türkiye buna çözüm bulmak zorunda. Önce, kendi vatandaşına sahip çıkmak. Sonra, onlara uygulanan vize kolaylığına devam ederek, onlardan aynı anlayışı beklediğini, onlara anlatmak zorunda.

Nutuklarda, törenlerde can ciğer halvet olmak, kapılarda sırt çevirmek, böyle kardeşlik olmaz.

Cennette mola

BİZİM ülkemizin değişmezleri var. Bunlardan biri de, Türkiye gazetecilik cenneti.

Nereye baksan haber, nereye el atsan haber, hangi kapıyı açsan haber. İyi de olsa, kötü de olsa, gazetecilik açısından mutlaka haber. Çünkü, Türkiye kuralsızlıklar ülkesi. Bu nedenle, gazetecilik cenneti.

Ne zaman, ne olacağı belli olmayan bir ülke. Tahmini güç, sürprizleri bol, bin türlü sorunla boğuşan bir ülke.

Ülke boğuşuyor, gazeteci boğuşuyor, ülke yoruluyor, gazeteci yoruluyor. Ülke bu yorgunlukta mola vermiyor, ama gazetecinin mola vermesi gerekiyor. Biraz dinlenmek gerekiyor.

On gün sonra buluşmak umuduyla, cennette mola.
Yazının Devamını Oku

Küçük toplantılar, büyük oyunlar

1 Ağustos 2007
PANELİN başlığı bile, Batı’nın AKP’ye bakışını sergilemeye yetiyor. Seçim öncesi ve sonrasında İslamcı partiler. Bu başlık altında üç parti tartışılıyor.

Fas’taki Party of Justice and Development (bizdeki gibi, Adalet ve Kalkınma Partisi), Ürdün’deki İslamic Action Front (İslam Eylem Cephesi) ve AKP.

İki nokta dikkat çekici. 1- AKP İslamcı parti, olarak niteleniyor.

Oysa, seçim sonrasında bizde merkeze oturtuluyor. 2- Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar, İslami referansa dayalı partilerin çoğu aynı isimde, Adalet ve Kalkınma. Ayrıca, incelenmeye değer bir durum.

Geçen hafta komşu bir ülkede, resmi olmayan, çok ilginç bir toplantı var.

Konu Orta Doğu ve Irak. Bu genel yaklaşımdan ayrıntıya inildiğinde, karşımıza İslam ve demokrasi, laiklik, Atatürk, kadın hakları gibi konular çıkıyor.

Tıpkı Bilderberg gibi, toplantıya katılanlar, ünvanlarından sıyrılıyor, kişisel görüşlerini dile getiriyor. Ama hepsi, bulundukları ülkelerde politika üreten ve uygulayan kurumlardan geliyor.

ORTADOĞU’YA İTMEK

Amerika, AB’nin hemen tüm ülkeleri, Mısır, İsrail, Filistin, Ürdün, İran, Irak, Suriye, Körfez ülkeleri ve Türkiye’den katılımla gerçekleşen toplantıda, gözler Türkiye ve AKP tahlillerinde. Çünkü, toplantı bizdeki seçimden hemen sonra.

Toplantıda çeşitli paneller var. Bunlardan biri, bizi çok ilgilendiriyor. Seçim öncesi ve sonrasında İslamcı partiler, faslında AKP’ye bakış ikiye ayrılıyor.

ABD ve AB’nin bakışı: AKP’den memnunlar. AKP liderliğinde, Türkiye ılımlı İslam’a kayıyor ve Orta Doğu ülkesi haline geliyor. Atatürk devrimleri ve laiklik uygulamalarını Batı ülkeleri şiddetle eleştiriyor. Hatta, "Atatürk kadın hakları için hiç bir şey yapmadı, kadınlara haklarını asıl AKP verdi" diyecek kadar. ABD ve AB neden bu kadar AKP’li? Bana göre:

1-Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak, Orta Doğu’ya itmek amacıyla.

2-Paradoksal olarak, AKP’ye isteklerini kabul ettirecekleri hesabıyla.

Onlara göre, Türkiye laiklikten uzaklaşmalı, ılımlı İslam ülkesi olarak, her zaman yedekte tutulmalı, AKP bu rol için biçilmiş kaftan.

ARAPLAR ÖFKELİ

ABD’nin ve AB’nin bu tezine Arap ülkeleri fena halde öfkeli.

Arap ve Orta Doğu ülkelerinin bakışı: AKP’nin yeniden kazanması, onları memnun etmiyor. Batı ülkeleri, Türkiye’deki laik rejimi eleştirdikçe, Araplar sonuna kadar savunuyor, "Türkiye laik ve demokratik İslam ülkeleri için en iyi örnektir" kuralıyla. Kökten dincilikten uzaklaşmanın formülü, ancak laik Türkiye modelidir, teziyle.

Arap ülkelerinin çoğunda geçerli dini rejim, onları bıktırmış durumda. Hele de, toplantıya katılan Arap kadınları, Türkiye’deki kadın haklarına imreniyor. Güzel Arap kadınları, en çok çok evlilikten yakınıyor.

SİVİLLEŞME

Türkiye’yi ılımlı İslam Cumhuriyeti olarak gören Batı iki konuda şikayetçi:

1 - Totaliter bir Anayasa var. Anayasa sivilleşmeli.

2 - Türkiye, Kemalizm’den kurtulmalı.

1982 Anayasası’nın totaliter olduğu doğru. Ancak, nasıl garip bir rastlantı ise, sonradan AKP’li olma profesörlerin ortaya attıkları tezlerle, bu toplantının tezleri birebir çakışıyor.

Toplantının özeti şu. Batı, AKP ile zil takıp oynuyor, Türkiye’yi Ortadoğu’ya itmek isterken, AKP’nin kendilerine mahkum olduğuna inanıyor.

Demokratik rejim özlemindeki Araplar ise, laiklik, diye feryat ederken, modern fikirleri savunmak onlara düşüyor. Tarihin cilvesi.

Bu toplantıda söylenenler, Türkiye’de belki de, bilinçli olarak, Batı tarafından Batı karşıtlığı yaymayı öngörüyor. Batının hedefi olarak.

Çok denklemli, büyük oyunlar, bu gibi küçük toplantılarda netleşiyor.

Kürtlerin hesabı

SÖZ konusu toplantıda çeşitli ülkelerden gelen Kürtler de var. Türkiye’den yok. Başka ülkelerdeki Kürtlerin beklentisi ve değerlendirmesi özetle:

1- AKP iktidarı iyidir, çünkü Kuzey Irak’a müdahale edemez.

2- Kuzey Irak’ta Kürdistan fiilen kurulmuştur. Sıra, Büyük Kürdistan’ı kurmaya gelmiştir.

Onlar, yanlış hesabın Ankara’dan döneceğinin henüz farkında değil. Batı’nın pompalamasıyla, tam gaz gidiyorlar.

Toplantıya katılan Batı ülkeleri ile Kürtler son derece sıkı fıkı. Anlaşmadıkları konu yok. AB’nin ve ABD’nin AKP’den memnuniyeti, Kürtlerin memnuniyeti ile örtüşüyor.

Dışardakilere göre, Türkiye’deki Kürtlerin ayağı yere daha sağlam basıyor.
Yazının Devamını Oku

Fıkra gibi, ya cinayetler artarsa

31 Temmuz 2007
YEDEK üyelik, milletvekili cinayetlerine yol açabilir.<br><br>Tipik Türk mantığı. Garip ama, ölüm ya da istifa yoluyla boşalan milletvekilliğinin bir sonraki yedek üye tarafından doldurulmasını öngören görüş, bu gerekçe ile rafa kaldırılıyor. Tarih 1981. Ya da bir sonraki deneme, 1995. İstanbul’dan milletvekili seçilen Mehmet Cihat Özönder (MHP) trafik kazası sonucu, hayatını kaybediyor. Henüz yemin etmiş değil, mazbatasını almış değil.

MHP, YSK’ya başvuruyor. MHP İstanbul listesinde bir sonraki adayın, Özönder yerine milletvekili seçilmesini istiyor. Boşluğu doldurmak üzere.

YASANIN EMRİ

Gözler YSK’ya çevriliyor ve bir tartışma başlıyor. "Bir sonraki aday seçilir, hayır seçilmez".

YSK, yasaya göre hareket ediyor ve bir sonraki aday seçilmiyor. MHP ve Meclis, daha toplanmadan, göreve bir eksikle başlıyor.

Gerek YSK’nın kararı, gerekse ilgili yasa maddesi, bana mantıksız geliyor. Her yasa maddesinin mutlaka mantıklı olmasını beklemenin, bizim ülkemizde lüks olduğunu bilerek. Madem Meclis henüz toplanmamış, madem henüz yemin edilmemiş, bir sonraki aday neden seçilmiyor?

Çünkü yasa, seçim sandıklarının kapandığı andan itibaren, seçilenleri milletvekili kabul ediyor. Mazbata ve yemine gerek kalmadan.

TÜRK’ÜN ÇALIŞMASI

Dün bunu, bir süre Adalet Bakanlığı yapmış, seçim hukuku otoritesi Prof. Dr. Hikmet Sami Türk ile konuşuyorum.

Prof. Türk, YSK’nın yasaya göre, doğru karar verdiğini belirterek, boşluğun doldurulması için geçmişte yapılan çalışmaları aktarıyor. Türk, 1981’de Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi’nde bir yazı yayınlıyor. Açık Parlamento Üyeliklerinin Ara Seçimler Yoluyla Ya Da Yedeklerle Doldurulması, başlıklı bir yazı.

1995’te ise, Adalet Bakanlığının, Seçim ve Siyasal Partiler Yasası Değişiklik Ön Tasarası başlıklı bir komisyon çalışmasında görev alıyor. Her iki çalışmada da, Türk’ün önerisi var:

"Bir milletvekili ölürse ya da bir nedenle boşluk doğarsa, aynı listedeki bir sonraki aday, boşalan milletvekili yerine seçilir".

Öneride, boşluğun koşulları sayılıyor. Boşalma halinde, aynı listedeki bir sonraki aday, doğal yedek üye kabul ediliyor. Böylece TBMM’deki boşluk doldurulmuş oluyor. Çağdaş ve mantıklı bir öneri.

Ne var ki, kazın ayağı öyle değil.

MÜTHİŞ GEREKÇE

Bu öneriye karşı çıkan tepkiler gerçekten garip. En garibi de şu:

"Milletvekilliğinin yedek üyeler tarafından doldurulması kuralı, milletvekili cinayetlerini arttırır".

Bir milletvekili ölünce, yerine yedek üye seçileceğine göre, milletvekili seçilmek için, milletvekili öldürtmek!

Akılları durduran bu müthiş gerekçe, üstelik aklı başında geçinen insanlar tarafından bile destek görüyor.

Madem cinayetler artar, o zaman TBMM varsın boş sandalyelerle toplansın.

Çağın herhangi bir döneminde, akıl bizim ülkemize de, uğrar. Eminim.

Üskül’ün yeni gömleği

ŞAHSEN tanıdığım, zaman zaman sohbet ettiğim, eski solcu, yeni AKP milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’ü yadırgıyorum. Toplum da, yadırgıyor. Üç nedenle.

1-Soldan sağa keskin bir viraj alıyor. Üskül ilk örnek değil. Son örnek de, olmayacak. 2-Seçim kampanyasında izliyorum, en hızlı AKP’liden daha hızlı olan o. 3-Renksiz Anayasa çıkışını, AKP’liler bile yersiz buluyor.

Genelde, yadırgatan tavırlar. Biri, bulunduğu yerden öteki tarafa keskin dönüş yaptığında, yeni mahallesine kendini kabul ettirmek için yırtınıyor.

Üskül de, öyle. Aslında sahip olduğu mantığı, gereksiz biçimde aşıyor.
Yazının Devamını Oku

Geleceğin insanları bize maymun muamelesi çeker mi?

29 Temmuz 2007
İnsan, bu kitabı okuduktan sonra, daha hoşgörülü oluyor. Daha az sinirleniyor. Bilgiye susamışlık artıyor. Kısaca, hayat felsefesi değişiyor. Tıpkı Orhan Pamuk vari, "Bir kitap okudum, hayatım değişti" gibi. Uçakta giderken, aşağıya bakıyor. Baktıkça, aklına arka arkaya sorular takılıyor:

Deniz suyu neden tuzlu? Dünyanın ağırlığı ne kadar? Dünya kaç yaşında? Güneş sistemi nasıl oluşuyor? Dünyayı bugüne getiren büyük patlama nasıl meydana geldi? Dünyanın kaç milyar yıl ömrü var? Yıldızların sırrı nedir?

Bu sorular ve benzerlerine ilgili bilim adamları tarafından belki çoktan cevap veriliyor. Ama, sıradan insanlar bu karmaşık bilgilere ulaşmakta güçlük çekiyor. Sadece ulaşmaktaki güçlük değil, aynı zamanda öğrenmek ve hayatın bu yönünü anlamayı kolaylaştırmak.

Aslında gezi rehberleri hazırlamakla tanınmış olan, bir açıdan gazeteci Bill Bryson uçakta aklına takılan bu soruları araştırmak için, kitaplara kapanıyor. Einstein’dan Kepler’e, Kopernik’ten Arşimed’e, Ali Kuşçu’dan Edison’a, Benjamin Franklin’den Mark Twain’e yönelen pek çok kitabın içine dalıyor.

ÜÇ YIL GECE GÜNDÜZ ÇALIŞTI

Hemen hepsi, fizik, astronomi, jeoloji, kimya, biyoloji gibi fen bilimlerinde tarihin ünlü dehaları. Onların yanında, edebiyatçı ve daha çok mizahıyla ünlü Mark Twain’le ne ilgisi var? İnsanın insanla eğitimi, terbiyesi, yetiştirilmesi açısından, mizahla karışık, bilgi aktarma yöntemini kullanmak ve edebi stili yakalamak üzere Mark Twain.

Bryson üç yıl gece, gündüz fen bilimleri çalışıyor. Aklındaki soruların karşılıklarını buluyor, öğreniyor. Sıra, bunları en sade biçimde aktarmaya geliyor. Oturuyor, bir kitap yazıyor. "A Short History of Nearly Everything", Türkçesi Hemen Her Şey Hakkında Kısa Bir Tarih.

600 sayfalık kitabı, yutar gibi okuyorum. Altını çizerek. O kitaptan sanki sınava girecek gibiyim. Evrenin seksen milyar yıl ömrü olduğunu, henüz 15 milyar yılı geride bıraktığımızı, elli milyon yıl sonra, Ege Denizi diye bir deniz kalmayacağını, Boğaziçi’nin sadece on bin yaşında olduğunu, protonlar, elektronlar mucizesini, gözle görülebilir yıldız sayısının 300 bine ulaştığını...

Günlük hayat açısından bu bilgilerin ne değeri var? Bu bilgilerden yola çıkarak, herkesin kendine göre, yeni bir hayat felsefesi edindiğini düşünüyorum. Bugün, bizler insan olarak, belki bir geçiş dönemi tipleriyiz. Atalarımız maymun olduğuna göre, kim bilir kaç milyon ya da milyar yıl sonra, bize de, geleceğin insanları acaba maymun muamelesi çeker mi?

O da önemli değil. Önemli olan, geçiş dönemi varlıkları olarak, hayatı nasıl algılıyoruz, nasıl algılamamız gerek?

İnsan, o kitabı okuduktan sonra, daha hoşgörülü oluyor. Daha az sinirleniyor. Bilgiye susamışlık daha fazla artıyor. Kısaca, hayat felsefesi değişiyor. Orhan Pamuk vari, "Bir kitap okudum, hayatım değişti" gibi.

Hayatı değişen asıl Bill Bryson. Kitabı pek çok dile çevriliyor. Çeşitli ülkelerde, bestseller listesinde aylarca birinciliği kimseye bırakmıyor.

Ama, hayatını asıl değiştiren çok başka bir olay. İngiltere’deki Durham Üniversitesi ona fahri doktora unvanı veriyor. "Doktor Honoris Causa Bill Bryson’ın" bir sonraki durağı, aynı üniversitenin onursal rektörlüğü.

Uçakta giderken, aklına takılan sorularla yazdığı kitap, onu rektörlüğe taşıyor.

Bryson, farklı ve örnek bir gazeteci. Önünde saygıyla eğiliyorum.
Yazının Devamını Oku

Son hedef İzmir ve Diyarbakır

28 Temmuz 2007
"İZMİR ve Diyarbakır’ı istiyorum. Çalışmaya hemen başlayın." Sevinmek yok. Ah, ne güzel kazandık, yaşasın, diye bir zafer havası yok. Tersine, "Şurada şöyle yapsaydık, oyumuz daha çok artardı, burada böyle yapsaydık, bir milletvekili daha fazla çıkartırdık" gibi özeleştiri var.

Seçim sonrasında AKP yönetimi sonuçları tahlil ederken, iğneyi kendisine batırıyor. Tayyip Erdoğan, zafer naralarından uzak analizleri dinlerken, "Nerede, ne eksiklik varsa, onu çözelim" diyor. Arkasından, örgütüne ilk talimatını veriyor:

"Yerel seçimler için çalışmaya başlansın. Yerel seçimlerde İzmir ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını kazanmamız gerek."

Bir partinin seçimde neden kazandığını bundan daha iyi anlatan başka bir tavır bulmak zor. AKP seçimi net bir çoğunlukla alıyor. Ertesi gün, on altı ay sonra yapılacak yerel seçimler için hazırlığa başlıyor. Hem de, çıtayı yüksek tutarak.

CHP ve Politbürosu ile AKP arasındaki fark işte bu.

İNSAN ODAKLI

AKP merkezindeki seçim analizleri, bazı illerde belediye hizmetlerini ön plana çıkartıyor. O illerde belediye iyi çalışmış olduğu için, seçimi kazanmaya katkıda bulunuyor.

AKP’ye göre, en başta gelen örnek Antalya. Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’in başarısı, Antalya’da, Baykal’ın memleketinde, Baykal’ı geride bırakıyor.

AKP’liler, İstanbul’da Kadir Topbaş için benzer ifadeleri kullanıyor. Başta pek çok eleştiriye hedef olan Topbaş’ın şimdi durumu toparladığına inanıyorlar.

Anafikir, insan odaklı politika. Bireyin mutluluğunu ön planda tutan politika.

Bireylere tek tek ulaşmak, sorunlarını bir bir çözmek. Hayatı ilgilendiren analizler. Hayatın içinden gelen sorunlara siyasal çözümler. Başarının sırrı burada.

Bu tutuma imreniyorum. Sol adına, içim acıyarak, imreniyorum.

SON KALELER

Erdoğan
2008 yerel seçimlerinde İzmir ve Diyarbakır’ı kazanmak istiyor.

Diyarbakır’da 2002’de AKP’nin oy oranı yüzde 15.96. Şimdi yüzde 41.23. Üç katına yaklaşan artış.

İzmir birinci bölgede 2002’de yüzde 17.66, şimdi yüzde 31.54. İkinci bölgede yüzde 16.67, şimdi yüzde 29.37. İki katına yaklaşan artış.

İzmir ve Diyarbakır’ı almak için, yeni AKP Hükümetinin, bu iki kentin temel sorunlarına eğileceği belirtiliyor. Belediye hizmetlerindeki eksikleri merkezi hükümet eliyle gidermek, anlamında. Metro, karayolu, su havzaları gibi.

İzmir ve Diyarbakır iki iddialı kent. Biri sosyal demokratların kalesi, öteki Kürtlerin. Erdoğan, son kaleleri düşürmek niyetinde. Onun için, seçimin ertesi günü kolları sıvıyor ve örgütüne talimat yağdırıyor.

Muhalefet bu huruç harekatının farkında mı? Farkında ise, karşı atak için ne yapmayı düşünüyor?

Boşuna yormayın kendinizi, muhalefet kendi derdinde. Böyle giderse, daha şimdiden on altı ay sonrasına hazırlanın, "yine bana hüsran, bana yine esmer günler düştü" şarkısı eşliğinde.

Güçlü aday Vecdi Gönül

UZLAŞMA ve ak sayfa kültürüyle işe başlayan AKP yönetimi, bunun ilk örneğini TBMM Başkanlığı’nda vermek istiyor.

Ağzını her açtığında, çok çeşitli çevrelere diken gibi batan Bülent Arınç’ın TBMM Başkanlığı artık söz konusu değil. Kendisi öyle diyor ama, bu Arınç’ın kararı değil, AKP Yönetiminin isteği. Hatta, seçimden önce verilmiş karar.

Değişik isimler arasında, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e TBMM Başkanlığı için daha fazla şans tanınıyor.

Özyürek ve Özilhan’ın özleri

CHP’nin internet sitesinde, Erdoğan’la Baykal’ın buluşmasını açıklayan Zülfü Livaneli’nin resminin üstüne çapraz işareti konuluyor. CHP Politbürosundan beklenebilecek kışkırtıcı bir tavır.

O site bir gazeteci arkadaşımız Baki Özilhan’ın yönetiminde. Özilhan gazeteci iken, makul bir meslektaşımız. Ama, CHP Politbürosu basın danışmanlığında, zaman zaman ipin ucunu kaçırıyor.

Livaneli olayı için gerçi özür diliyor, ama demek politika ve Politbüro üyeliği, insanın makul yanlarını törpüleyebiliyor, gözünü karartabiliyor.

Tıpkı, CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek gibi. Yıllar öncesinde, hesap uzmanlığından tanıdığım makul Özyürek gidiyor, yerine Politbüro ve Baykal hegemonyasının ortada dolaşan bir uzantısı geliyor.

Siyaseti hálá karşı tarafı suçlamak olarak algılayan açıklamalar, kişileri gerçek dışı suçlamalar, seçimden zerre kadar ders almamış, toplumu bıktıran tekerlemeler.

Politbüroda politika, insanları kürsüden birer birer böyle düşürüyor. Özyürek ve Özilhan, o ortamda özlerini yitirenlerden sadece ikisi.
Yazının Devamını Oku

Gül’ün yerinde olsam, aday olmazdım

27 Temmuz 2007
GAZETELERİN büyük çoğunluğu dün neredeyse ortak başlıkla yayınlanıyor.<br><br>"Meydanlar Karar Verdi, Halk Beni İstiyor, Halk Meydanda Sözünü Söyledi, Meydanlar Beni İstedi." Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı için yaptığı basın toplantısında söylediği sözler, seçim zaferinin dayanılmaz etkisiyle, medyada büyük destek buluyor.

Seçimden önce, Anadolu’da dolaşırken, benzer eğilimi ben de tesbit ediyorum. Gül’e destek, Gül’ün seçilemeyişinden dolayı, o mağduriyet havası. AKP’nin oy oranını artırmasında etkenlerden biri.

Ek olarak, haziranda yapılan güvenilir bir ankette, Gül’ü Cumhurbaşkanı görmek isteyenlerin oranı yüzde 62.1. Ciddi halk çoğunluğu, Gül’ü Çankaya’da istiyor.

RAHAT OLMAK

Buna rağmen, Gül’ün yerinde olsam Çankaya’ya aday olmazdım. Eğer, ülkemde sürekli sıkıntı yaratmak istemiyorsam.

Önce, şu basit nokta. Gül, adaylığı ile ilgili basın toplantısını Dışişleri Bakanlığı’nda yapıyor. Toplantı yeri yanlış. Parti genel merkezi daha doğru bir yer.

Tayyip Erdoğan seçim gecesi yaptığı açıklamada, "bize oy vermeyen vatandaşlarım rahat olsun" diyor. AKP’ye oy vermeyen vatandaşların rahatsızlıklarından biri, Çankaya’da türbanlı bir Cumhurbaşkanı eşi.

Bu o kadar önemli ki, erken seçimin en başta gelen nedeni. Türbanlı eşi olan bir Cumhurbaşkanı ile o vatandaşların rahat olması mümkün değil.

Gül
’ün adaylığı, Erdoğan’ın yine seçim gecesi dile getirdiği "ak sayfa açıyoruz" sözü, ilk anda geçersizliğin ilanı anlamına geliyor. Ak sayfa, toplumun tüm kesimleriyle uzlaşma, demek. Erdoğan da, bunu vurguluyor. Seçim sonrasında, siyasal rakiplerini centilmence arayıp, onları teselli eden Erdoğan, uzlaşma kültürünün hoş bir örneğini veriyor.

14 MİLYON SEÇMEN

Bu örneğe, MHP ve bağımsızlar benzer karşılık vererek, AKP önündeki 367 engelini ortadan kaldırıyor, Meclis’e gireceklerini açıklıyor.

Bunun siyasal tercümesi var. "Meclis’te AKP tartışmasız çoğunlukta olduğuna göre, Cumhurbaşkanı AKP gurubundan çıkacaktır". Aksini düşünmek mümkün değil, Cumhurbaşkanınının AKP’li olmasını hem partiler, hem toplum kabulleniyor.

İşte, Erdoğan’ın uzlaşma kültürü burada ortaya çıkıyor. AKP’nin elde ettiği çoğunluğa saygı duyan ve fakat AKP’ye oy vermeyen 14 milyon 144 bin 82 seçmen, (CHP, MHP ve bağımsızların toplamı) şimdi somut olarak uzlaşmayı görmek istiyor.

İnancı açısından, kaderi, tevekkülü, makamların geçiciliğini vurguluyan Gül özveri gösterir mi?

Ağar henüz istifa etmedi

SEÇİM sonuçları netleştiği an, DP Genel Başkanı Mehmet Ağar istifa ediyor. İstifasını, basın sözcüsü aracılığıyla, kamu oyuna duyuruyor.

Ancak, istifa ettiğine ilişkin partisine gönderdiği bir yazı henüz ortada yok.

Gerçi, seçim gecesi yaptığı açıklama, yeteri kadar açık. Ne var ki, istifanın fiilen geçerlik kazanması için, partisine yazılı bildirimi gerek. İşte, o ortada yok.

Bu saatten sonra, Ağar’ın sözünden döneceğini sanmıyorum. Bununla birlikte, geçmişte başka liderlerin istifalarını ve sonraki gelişmeleri anımsayınca, "acaba" demekten kendimi alamıyorum. Devlet Bahçeli 2002’de seçim gecesi istifa ediyor. Hatta, rahmetli Ecevit, 1987’de seçim gecesi istifa ediyor, sonrası malum.

Yeni hükümetin ilk işi memura zam

YENİ kurulacak olan hükümet ilk olarak memur maaşlarını ele alacak. Yeni hükümet, yaklaşık 1.5 milyon memuru ilgilendiren memur toplu iş görüşmeleri için 15 Ağustos’ta Kamu-Sen, KESK ve Memur-Sen ile toplu iş görüşmeleri için masaya oturacak. Memur sendikaları hükümetten memur maaşlarının en az 1000 YTL olmasını talep edecek.Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız, kamu işçilerine yapılan zam sonrasında memur ve işçi maaşları arasında farklılıkların ortaya çıktığını belirterek, masaya aradaki farkı gidermek için oturacaklarını söyledi. 2007 yılında memura 40 YTL, işçiye ise 190 YTL zam yapıldığını anımsatan Akyıldız, haksızlık yaşandığını kaydetti. En düşük memur maaşının 723 YTL olduğunu ifade eden Akyıldız, hükümetten toplu iş sözleşmelerinde 300 YTL isteyeceklerinin altını çizdi. Sosyal yardımların ve uzlaştırma kurulu kararlarının da masaya yatırılacağını dile getiren Akyıldız, aile, doğum, çocuk yardımlarının da artırılması gerektiğini vurguladı.
Yazının Devamını Oku