Yalçın Doğan

Tepe ele geçmiş, kabine daha liberal

31 Ağustos 2007
ÜÇ yeni bakan, Tayyip Erdoğan açısından kendi özel hayatının tanıkları. O üç kişiye Erdoğan vefa duygusu besliyor. Vefa, o üç kişiyi kabineye taşıyor. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, 2002 seçimlerinde Erdoğan’ın yasaklı olduğu dönemde, CHP’nin de unutulmaz katkısıyla, Siirt formülünü bulan kişi. Erdoğan’ın Siirt üzerinden milletvekili olmasını kovalayan kişi. O şimdi bakan.

Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Erdoğan’ın özel hukuk işlerini, davalarını izleyen kişi. Özel hukuk danışmanı gibi. O şimdi bakan.

Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren bir zamanlar Vakıflar Bankası Genel Müdürü. Erdoğan’a ciddi destek veren, en yakınlarından biri. Kemal Abi’den sonra, Nazım Abi vaziyeti. O şimdi bakan.

HER ŞEYE HAKİM

AKP’nin yeni Meclis grubu nasıl ki, Erdoğan’ın tek başına damgasını taşıyorsa, bunun mantıki uzantısı olarak, yeni kabine artık bütünüyle Erdoğan damgasıyla sahnede.

O damgayı en iyi belirten iki kişi, geçmiş hükümetin en silik iki bakanı. Mehmet Aydın ve Beşir Atalay.

Cemaat duygusunun
en ağır bastığı kişilerden biri olan Mehmet Aydın, başkalarıyla diyalog kurmaktan öcü gibi korkuyor. Yine kabinede. İşin garibi, dışarıya kapalı Mehmet Aydın, alay edercesine, "Uygarlıklar Uzlaşması" projesinde Türkiye’yi temsil ediyor. Şimdi herhalde yine öyle bir talihsizlik.

Beşir Atalay ise, İçişleri Bakanı. Geçmiş hükümette yine kendi cemaati dışına çıkmayan bir kaç isimden biri olan Atalay, şimdi herkese açık olması gereken bir koltukta. İçişleri Bakanlığı’nda işlerin yürümesi, Erdoğan’a yakınlıkla çözülecek gibi değil. En zor bakanlıkta, en görünmez isim.

Bir diğer talihsizlik, Milli Eğitim Bakanlığı’nda Hüseyin Çelik’te ısrar etmek. Üniversiteler, rektörler, öğrenciler ve YÖK ile çeşitli anlaşmazlığı olan, bu bir yana, anlaşmak için adım atmayı aklına getirmeyen Çelik, şimşekleri o kadar üstüne çekmesine rağmen, yine aynı koltukta. Pes.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan’a gelince, o herhalde, bakanlıkta idari işlerle meşgul olacak. Çünkü, dış politika kaçınılmaz biçimde Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın elinde.

Buna karşılık, kabinede artık, "arkamda otuz kişi var haa" diye efelenecek, Abdülkadir Aksu yok. Çünkü, Aksu’nun o otuz kişisi, artık zaten Meclis’te yok. Onlar çoktan tırpan yemiş durumda.

Tıpkı, her zaman gerilim mimarlığı yapmış Bülent Arınç’ın geri plana düşmesi gibi. Çünkü, onun adamları da, belli ölçüde saha dışında.

YERLİ-YABANCI SERMAYE

Kabinenin dış dünyaya ve yerli sermayeye verdiği önemli bir mesaj var.

AB yolunda devam, Amerika ile ilişkilerde devam. Babacan bir başka açıdan, bu devamın göstergesi.

Yeni isimlerden Mehmet Şimşek ile IMF’ye selam gönderiliyor. IMF politikalarından sapma yok. Şimşek ile verilen ikinci güvence, yabancı sermayeye. Onlara, rahat olun ve daha çok gelin, mesajı.

Bizim yerli sermaye, AKP iktidarıyla birlikte, zaten zil takıp, oynuyor. AKP iktidarını ve Gül’ü yere göğe koyamıyor. Eh, 2002’de Türkiye’de sadece altı tane dolar milyarderi varken, 2007’de çok şükür artık 26 dolar milyarderi varsa ve hatta bu alanda Japonya’yı bile sollamışsa, AKP’nin yoluna güller dökülmez de, ne yapılır?

Son gözlemim Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile ilgili. CHP eski genel sekreteri, AKP’nin yeni bakanı Günay, Erdoğan’ın en sevdiği kişilerden biri. Günay kısa sürede Erdoğan’ın güvenini kazanıyor ve kabineye giriyor, kültüre meraklı sosyal demokratlarla onun üzerinden yakınlık kurmak düşüncesiyle.

Genel görünümüyle, yeni kabinede milli görüş yaftası, çabası, hırsı o kadar belirleyeci değil.

Neden olsun ki, devletin en tepesine artık onların bir temsilcisi oturmuşken, ne gam.
Yazının Devamını Oku

Fransa, Bahçeli Çankaya sancıları

30 Ağustos 2007
SEVİNÇ kursakta kalıyor.<br><br>Ağlıyor bazı AKP milletvekilleri Meclis’te Abdullah Gül Cumhurbaşkanı yemini ederken. Sevinçten değil. Burukluk nedeniyle. Tıpkı Tayyip Erdoğan’daki burukluk gibi. Erdoğan’ın burukluğu, kendisi Başbakan olarak kalıyor, partisinin ikinci adamı Cumhurbaşkanı, hayır, ondan değil:

"Biz bu tepkileri hak etmiyoruz."

Ağlayanların ve Erdoğan’ın burukluğu aynı noktalarda:

1- Yemin töreninde Gül’ün eşi, annesi, babası yok. Böyle mutlu bir güne, onlar katılamıyor.

2- Çankaya’daki dar kutlama resepsiyonunda aile yine yok.

3- Cumhurbaşkanı yemin töreninde asker ve yüksek sivil bürokrasi direnişte.

Bunlardan dolayı, yemin töreninde ve akşam Çankaya’da Erdoğan düşünceli ve durgun. Sancılı bir süreç kendilerini bekliyor.

KAYNAK FRANSA

Dün, sancının ilk günü. GATA’da diploma töreni. Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak katıldığı ilk tören.

Törende gelenek geride, söze normal olarak, "Sayın Cumhurbaşkanım" diye başlamak gerekirken, "Sayın Cumhurbaşkanı" olarak takılı kalıyor. Diploma verirken Gül’e bir kaç cılız alkış, Büyükanıt için salon yıkılıyor. Asker, vücut diliyle konuşmaya başlıyor.

Başkomutan var, yani Cumhurbaşkanı, ama ordu yok.

Bir süre önce, bir haber yayınlanıyor, "Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt görevinden istifa etti" diye. Asker araştırıyor, sonuç ilginç. Haberin kaynağı Fransa.

Şimdi araştırılan, nasıl ve neden Fransa? Yurt içinde kimler Fransa’ya böyle bir yalanı uçuruyor? O yalan Fransa’dan Türkiye’ye nasıl dönüyor?

OKLAR BAHÇELİ’YE

Çok az kişi farkında. Askerin araştırdığı bir başka konu, Türkiye bu noktaya nasıl geldi?

Bu soru ile birlikte, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye dönük oklar havada uçuşuyor. Başlangıç 2002. Asker, 2002’de erken seçim kararının alınmasında Bahçeli’yi sorumlu görüyor. İkincisi, Gül’ün seçimi için TBMM’ye katılmasında, Bahçeli’yi yine eleştiriyor.

Bahçeli
ile AKP arasında bağlantı kuruluyor.

Belli bir süre, Türkiye’de semboller devri başlıyor. Doğrudan tepki yerine, sembollerle tepki vermek. Her sembol, kendi içinde bir anlam taşıyor. Sayın Cumhurbaşkanım demek yerine, Sayın Cumhurbaşkanı, demek gibi. Semboller, Gül’ün Cumhurbaşkanlığını içine sindiremeyişin yansıması.

Gül de, bunun farkında. TBMM’deki konuşmasında her kesime seslenirken, onları kucaklamaktan çok, kendini onlara kabul ettirmek duygusu ağır basıyor.

Gül, sembollerin üstesinden böyle gelmeyi düşünüyor.

Başkanın adamları

DAKİKA bir, gol bir.

Gül, Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, attığı turlarda, her fırsatta herkesi kucaklamaktan söz ediyor. Ama, daha birinci saatte işe, kendi adamlarını kucaklamakla başlıyor.

Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine, törenden sonra, Çankaya’da bir resepsiyon veriliyor. Dar bir katılım. TBMM Başkan ve vekilleri, Başbakan ve bakanlar, TOBB ve ATO Başkanları, Ankara Valisi ve Belediye Başkanı.

Bir de, dört gazeteci. Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Selahattin Sadıkoğlu, Ali Bayramoğlu. Yani, sen, ben, bizim oğlan, dakika bir, gol bir, yani başkanın adamları. Cımbızla seçilmiş gibi.

Dün sabah, otelde Selahattin’e rastlıyorum, "ne zaman davet edildiniz" diye soruyorum. "Bir anda haber geldi, hemen gittik" diyor. Garip bir biçimde, resepsiyon haberi, sadece başkanın adamlarına gidiyor. Gerçi, Çankaya’da durum fark edilince, Hürriyet, Milliyet ve Radikal’in Ankara Temsilcileri de aranıyor, ama artık çok geç, onlar bulunamıyor.

Gül de rahatsız oluyor, adamları onunla sohbete girince, "diğer meslektaşlarınıza haksızlık olur" diyerek, incelik gösteriyor ve konuşmuyor. Adamlarının hevesi ise, Gül’den ilk demeci almak.

Meslekte böyle bir rekabet var, bunu anlıyorum. Anlamadığım, Gül’ün, Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, söylediklerinin tersine, kucaklamaya kendi adamlarından başlaması.

Talihsiz bir ayrımcılık.
Yazının Devamını Oku

Çankaya mahzun ben mahzun

29 Ağustos 2007
DERİN bir sessizliğe bürünüyor Çankaya. Ankara’nın yağmurlu ve puslu havası, Çankaya’yı sarıyor. Dün sabah Çankaya Köşkü önünden geçiyorum. Köşk sis altında, zor seçiliyor. Köşkün önünde in cin top atıyor. Sanki, olağan bir gün.

Sanki, Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı bugün (dün) seçilmiyor. Sanki, Çankaya 11. konuğunu bugün (dün) ağırlamıyor. Kaderine boyun eğmiş, üstüne örtülen şaldan silkinmek istiyor gibi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, gelenek dışına çıkarak, 30 Ağustos’tan üç gün önce yayınladığı mesaj, başkentin kalbine bıçak gibi saplanıyor. Mesajla birlikte, askerin hangi vücut diliyle konuşacağı tartışmaları ayyuka çıkıyor.

- Asker, Çankaya Köşkü’ndeki başyaveri geri çeker mi?

- Asker, Çankaya’daki Muhafız Alayını geri çeker mi?

Bunların talimnamesi, yönetmeliği var. Böyle bir şey olması çok uzak olasılık. Ne var ki, başkentin kulisleri bu söylentilerle çalkalanıyor.

Başkentte insanlar, yurdun diğer yörelerinden farklı olarak, işlerinden, güçlerinden çok, siyasetin atardamarlarıyla meşgul. An be an değişen yorumlar, hatta ütopik beklentiler.

BUZ KİTLESİ

Ancak, an be an değişmeyen, yerleşmiş, AKP kaynaklı yorumlar da var:

"Aslında Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olmasını hiç istemedi. Bunun sıkıntı yaratacağını biliyordu. Bu dönemde, sıkıntılarla uğraşmak istemedi. Ancak Gül, Erdoğan’a haber vermeden, Dışişleri Bakanlığı’nda yaptığı basın toplantısıyla, adaylığını açıkladı. Erdoğan’a manevra alanı bırakmadı."

İçine sindirmiyor, buna rağmen, hem Erdoğan, hem AKP elbette Gül’den desteğini esirgemiyor. Ama, o ikili arasına görünen-görünmeyen bir buz kitlesi yerleşiyor. Başbaşa fotoğraflara, kulaktan kulağa fısıldamalara aldanmak yanlış.

O kadar ki, sürprizlerle dolu tahminler birbirini izliyor:

"Gül’le AKP iktidarının aşk yaşayacağını sananlar, yanılıyor. Gül Çankaya’da AKP’ye kök söktürecek. Onun egosu, Erdoğan’dan daha fazla. Kararnameler geri dönecek, anlaşmazlıklar çıkacak, Gül, AKP iktidarına, kendi Cumhurbaşkanlığını hissettirecek".

Bu da, Erdoğan’ı deli edecek.

Eğer, bu tahminler doğru çıkarsa, bizleri Çankaya’da farklı bir vodvil bekliyor.

ÖVGÜ ÜSTÜNE ÖVGÜ

Başkent kulislerindeki bu rahatsızlık, dış basındaki bayramla çelişki içinde.

Avrupa ve Amerikan basını Gül’ü öve öve bitiremiyor. Ankara yabancı gazeteci kaynıyor. Onların yazdıklarına bakıyorum, genellikle, "bugünlerde Ankara’da olmak var" diye başlıyor, bir tek "orada olmak varmış anasını satayım" dizesi eksik.

Onlara göre, Gül’ün üç dönemi var. Geçmişteki İslamcı Gül, günümüzdeki reformist Gül, İslam ile Batı’yı kaynaştıracak yarınki kudretli Gül.

Ayrıca, Gül’ün biyografisini süsleyen popülist öyküler. Çocukken nasıl gazoz sattığı, okurken nasıl çalıştığı ve siyasete atıldıktan sonra, üstlendiği görevlerde, yabancı basına göre, üstün başarısı.

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, Çankaya Köşkü’nün önünden yeniden geçiyorum. Sabaha göre, hiç değişiklik yok.

Çankaya sisler içinde. Yalnız. Sessiz. Sanki, gelen 11. Cumhurbaşkanı değil. Çankaya’da sıradan bir gün.

Çankaya mahzun, ben mahzun.
Yazının Devamını Oku

Gül’e sihirli kavram: Abartmak

28 Ağustos 2007
"Kutlamaları fazla abartmayın".<br><br>Bugün Cumhurbaşkanı seçilmesine kesin gözüyle bakılan Abdullah Gül memleketi Kayseri’ye bu mesajı gönderiyor. Gül seçildikten sonra, saat 19’dan başlayarak, Kayseri Cumhuriyet Meydanı’nda 600 kişilik koronun konseri var. Folklorik müzik ve "Gülüm benim" şarkıları eşliğinde.

Kayseri’de her yerde Türk bayrağı ve Abdullah Gül posteri. Bu posterleri görünce, birileri uyarıyor: "Atatürk posteri nerede?"

Kim, nerede, nasıl kutlarsa kutlasın, önümüzdeki döneme damgasını vuracak sözcük, abartmayın.

Her anlamda ve önce Gül’ün kendisinden başlayarak, abartmayın.

ASTEKSAN

Örneğin, üç çocuklu ailenin en küçüğü olan, Gül’ün kardeşi Macit Gül babası ile birlikte, billboard yapımıyla uğraşıyor. Firmalarının adı, Asteksan, farklı bir markayla, Parkım markasıyla iş yapıyorlar. İşleri de, gayet iyi.

Ağabey Cumhurbaşkanı, baba ve küçük kardeş ticaretle uğraşıyorsa, abartmayın sözcüğü burada önem kazanıyor.

Kimsenin ticareti, kimseyi ilgilendirmiyor. Ama, Cumhurbaşkanının ailesi ticaretle uğraşıyorsa, bu herkesi ilgilendiriyor. Daha bir kaç ay önce, bazı belediyeler billboard yapımını Asteksan’a veriyor.

Elbette, rekabet koşulları içinde. Yine de, bu gibi alışverişlerin, kimsenin aklına bir şey gelmeden, yani abartmadan, normal ve makul işlemesi gerek. Abdullah Gül’ün bu gibi konulara duyarlı olacağı temennisiyle.

ANGAJMAN DIŞI

Çankaya Köşkü’nü şimdi yeni bir kadro bekliyor. Genel sekreterlikten başlayarak, yeni hukukçular, yeni danışmanlar, yeni sözcüler.

Gül ve çevresi, orada oluşturulmak istenen kadro ile ilgili nabız yokluyor. Adı henüz medyada yer almayan, ama bağlantı kurulan bazı isimlere bakıyorum, ortak bir özellik dikkatimi çekiyor.

Siyasal anlamda angaje olmamış isimler. Belli siyasal damga taşımayan, siyasal deşifresi bulunmayan isimler.

Eğer, gerçekten böyle bir kadroyla çalışırsa, yani "o bizdendir gelsin, öteki değildir, gitsin" demez ise, kısaca kadro kurarken abartmazsa, bu kendisinin Cumhurbaşkanlığına karşı çıkanlara nefes aldırmış olacak.

Gözler artık sürekli Çankaya’da. Son elli yılda, hiç olmadığı kadar.

Ayıların peşinde

BİNGÖL’de taş ve sopalarla yavru ayıyı öldürenlerden dördü jandarma tarafından yakalanıyor. Yavru ayı öldürülmeden önce, birisi onu silahla yaralıyor. O kişi henüz aranıyor.

Koruma altındaki türlerin avlanması, canlı ya da cansız yakalanması, onlara zarar verilmesi yasalarca yaptırıma bağlanıyor. Ayıyı öldürmenin çok sayıda cezası var. Önce 500 YTL’den 18 bin YTL’ye kadar para cezası. Ve diğer cezalar.

Ayının öldürülmesi ilk anda büyük tepki topluyor, sanki sonra işin peşine düşülmüyor. Bingöl gibi dar bir çevrede, ayıyı silahla yaralayan kişinin bir haftadır bulunamayışı biraz garip.

Herkes suçluların yakalanmasını ve mahkemeye çıkartılmasını bekliyor.

Şakir’e saygı

MESLEĞİMİZİN en efendi, en düzgün insanlarından Şakir Süter yakalandığı hastalıktan, ne yazık ki kurtulamıyor ve aramızdan çok erken ayrılıyor.

Şakir’i yıllardır tanıyorum. Birlikte pek çok olayı, Başbakan ya da Cumhurbaşkanlarını izliyoruz. Her sefer dikkatli ve duyarlı. Habere özenle yaklaşan, kimseyle kavga etmeden, kendini görüşünü kaleme alan, ince ruhlu, geniş çevresi tarafından sevilen, 24 saat gazetecilik yapan bir gazeteci.

Takdirle sevdiğim arkadaşım Şakir Süter’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Yazının Devamını Oku

Soljenitsin’in yaşamından bir gün: Putin’in ziyareti

26 Ağustos 2007
Fotoğraf Rus Devlet Başkanı Putin’in, 90’ına merdiven dayamış Aleksandr Soljenitsin’e ziyaretini görüntülüyor. Pek çok kan ve ölüme tanıklık etmiş, gördüğü işkencelere rağmen ayakta kalmayı başarmış o delikanlı ihtiyar, devletin kendisine yaptığı nezaket ziyaretinin farkında değil.

Balta girmemiş ormana dev testerelerle saldırmak gibi. Kuş yuvasını mitralyözle taramak gibi. Annenin yanında, emzikteki çocuğunu yerlerde sürüklemek gibi./images/100/0x0/55eaf4cdf018fbb8f8a1923b

Yıllar önce, Nobel ödüllü Rus yazar Aleksandr Soljenitsin’in "İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün" romanını okurken, bu duygularla sarsılıyorum. Soljetinsin, Sovyet komünizminin, daha doğru deyimle, Stalin terörünün kapılarını bu romanla sonuna kadar açıyor. Siyasal açıdan rejimi eleştirmek ayrı. Ama, bir Rus yazarın, üstelik 1917 Devriminden bir yıl sonra, bir anlamda devrimin içine doğan ilk komünist kuşağın önde gelen bir temsilcisinin ağzından sistemin eleştirisi, edebiyatla birleştiğinde, inandığınız bütün değerler altüst oluyor. İşkenceler, insan haklarının yerlerde sürünmesi, düşünce özgürlüğünün sıfırlanması, insanın insan olarak anlamını bütünüyle yitirmesi, İvan Denisoviç’in kimliğinde somutlaşıyor.

Soljenitsin İkinci Dünya Savaşı’na katılıyor. Daha cephede iken, Stalin’e dönük eleştiri mektupları, onun tutuklanmasına yetiyor. Sibirya’ya, islah edici kampa sürülüyor. Daha sonra, yine Soljenitsin’in kalemiyle ün kazanan "Gulag Takım Adaları"ndaki çalışma kampına.

Stalin’den sonra, iktidara gelen Kruşçev, Soljenitsin’e haklarını geri veriyor. Stalin’in etkisini ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni iktidar, İvan Denisoviç romanı nedeniyle, Soljenitsin’e takdirlerini sunuyor ve onu atıldığı Sovyet Yazarlar Birliği’ne yeniden üye kabul ediyor.

Eleştiriler devam edince, Nobelli yazar, bu kez yeni iktidarın hışmına uğruyor. Yazarlar Birliği’nden yeniden atılıyor, yurt dışına çıkma yasağı konuyor. İnsan öyküsünden yola çıkan rejim eleştirileriyle dolu romanları, 1970’de ona Nobel ödülünü getiriyor. Yasaklı olduğu için, ödülünü ancak dört yıl sonra alabiliyor.

1973’de yazdığı "Gulag Takım Adaları" ününe ün katıyor, yine rejimin ağır bir eleştirisi olarak. Sovyet çalışma kamplarının, gerçekte Hitler’in Yahudi toplama kamplarından hiç bir farkı yok. Orada sekiz yıl kalmış bir yazarın gözlemleri, Batı’da, hele de o soğuk savaş döneminde, büyük yankı yaratıyor.

Geçenlerde okuduğum bir haber, beni Soljenitzin’e götürüyor. Haberde, milyonlarca kişinin ölüme terkedildiği o vahşi Gulag Kampı’nın (Bolşoy Solovetski) turizme açıldığı, adadaki manastırın orada ölen kurbanların anısına müzeye dönüştürüldüğü anlatılıyor. Devir, iyiden iyiye değişiyor.

O haber, beni bu kez bir fotoğrafa götürüyor. İki ay kadar önce, Almanya’da yayınlanan haftalık Die Zeit gazetesinde yer alan bir fotoğrafa.

Fotoğraf Rus Devlet Başkanı Putin’in, 90’ına merdiven dayamış Aleksandr Soljenitsin’e ziyaretini görüntülüyor. Pek çok kan ve ölüme tanıklık etmiş, pek çok ödül ve övgüden geçmiş, gördüğü işkencelerle bir ara hayatının sonuna geldiğini düşünmüş, zor dayanılır iniş ve çıkışlarla yine de ayakta kalmayı başarmış, o delikanlı ihtiyar, devletin kendisine yaptığı nezaket ziyaretinin farkında değil. Farkında olsa bile, kanıksamış durumda. Onu artık hiç bir aşağılama ya da teveccüh etkilemiyor. Hepsine şerbetli.

Putin, yeni bir devlet nişanı ile ödüllendirmek üzere, onu ziyaret ediyor. O oralı bile değil. Yaşadıklarından sonra, ömrünün son yıllarında, devletin ona ödediği özür borcuna sadece uzun uzun düşünmekle karşılık veriyor. Geçmişteki onca insanlık suçundan, kendisine çektirilen onca cefadan sonra, Putin kim, devlet ona hangi borcu ödüyor, umurunda bile değil.

İtalyan düşünür Bruno düşüncelerinden ötürü yakılıyor. Yakıldıktan üçyüz yıl sonra, yakıldığı yerde anıtı dikiliyor.

Soljenitsin daha şanslı. Devlet ondan yaşarken özür diliyor.

Benim ülkemde kim, kimlerden, ne zaman özür dileyecek; merakla bekliyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin fotoğrafı

25 Ağustos 2007
İSTANBUL’da yol çalışmaları yapılıyor. Bu nedenle, yollar o bölgelerde kapatılıyor. Bunlardan biri de, Maslak’ta.
Yol dubalarla kapatılıyor. Normal ve sıradan bir işlem. Oradan geçmek tehlikeli. O zaman, oradan geçmek yok. Normal bir insanın en doğal refleksi.

Yok, hayır. İki gece önce, bir taksi şoförü o yoldan geçmek istiyor. Arabadan iniyor, yolu kapatan dubayı kenara çekiyor. Sonra da, kapalı yolda taksiyle devam ediyor ve biraz ilerdeki on metrelik çukura düşüyor.

Parlak zekalı, işini bilen, becerikli şoför yaralanıyor ve hastaneye kaldırılıyor.

Dubayı kenara çekip, kapalı yolda devam etmek, sonra da çukura düşmek. Aslında, bu Türkiye’nin Fotoğrafı.

Türkiye’yi anlatmak için, bu olay ve bu fotoğraf yetiyor. Bu olay ve bu fotoğraf, Türkiye’nin özeti. Her yönüyle, her durumda, her koşulda, bizim hallerimizin aynası.

KURAL TANIMAZLIK

Trafik kazalarında her gün yirmi, otuz kişi ölüyor. Kırmızı ışıkta geçme, yanlış sollama, aşırı hız, içkili araba kullanma, ölen ölene, fark etmiyor. Uyarılar boşuna, hatalara ve serseriliklere devam.

Bina yapılırken, çimento çalıyor, demir çalıyor, bina birkaç yıl içinde çöküyor. İnsanlar ölüyor. Fark etmiyor, hatalara, serseriliklere, hırsızlıklara devam.

Erkeklik raconu ve kabadayılık kol geziyor. "Ben" duygusu, sokaktaki insandan ülkeyi yönetenlere kadar herkeste çılgın bir egoya, karşı konulmaz bir isteriye dönüşüyor.

Söz veriyor, önemli değil. Sözünde durana madalya takılıyor, çünkü sözünde durmak, artık erdem kabul ediliyor.

Ülkeyi soymak sıradan işlerden. Hesap sormak bir yana, soyanlar baş tacı. Hala en lüks lokantalarda, sosyete haberlerinde onlar arz-ı endam ediyor.

Sürekli seçim kaybeden liderler, koltuklarına yapışmış, yüzleri kızarmadan ve hala halkın karşısına çıkıp, ahkam kesebiliyor. Daha vahimi, birileri onları hala alkışlıyor.

Çocuklarını ve eşini döven, hayvanları döve döve öldüren, onca uyarıya rağmen, geliyorum diyen depreme sırt çeviren, onca uyarıya rağmen, sularını biriktirmek için baraj yapmayı geri plana iten bir toplum.

Bildiğinden şaşmayan, acaba yanılıyor muyum kuşkusuna kapılmayan, özensiz, düzensiz, duyarsız, dikkatsiz, hoş görüden uzak gibi sıfatlar, bireylerin ortak özelliği.

Yol kapalı, ama o akıllı ya, dubayı kenara çekiyor, yola devam ediyor ve çukura düşüyor. Sersemlik, aptallık, kural tanımazlık diz boyu.

Türkiye pek çok konuda her gün o çukurlara düşüyor. İnatla, hiç ders almadan, yeniden ve yeniden aynı çukurlara düşüyor.

O fotoğraf Türkiye’nin fotoğrafı.
Yazının Devamını Oku

Sayın Başbakan o gerekçeyi unuttunuz mu

24 Ağustos 2007
AVUSTURYA’da yayınlanan Profil Dergisi’nde Peter Lingens isimli bir gazeteci Avusturya Başbakanı için şu sözcükleri kullanıyor: "Oportünizmin en aşağılığı, ahlaksız, onursuz, vahşi, siyasal ahlaktan yoksun."

Başbakan mahkemeye başvuruyor, gazeteci mahkum oluyor. Gazeteci Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidiyor. AİHM’nin kararı:

"Muhalif, şok edici, rahatsız edici türden düşünceler, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirli olmanın gereğidir. Bunlar olmadan, demokratik toplum olmaz. Özgür siyasal ifade, demokratik toplumu biçimlendirir. Kaldı ki, politikacıları eleştirmek sınırları, özel bireyleri eleştirmek sınırlarına göre daha geniştir."

AİHM, Avusturya mahkemesinin suçlu bulduğu Lingens’e, Avusturya Hükümetinin tazminat ödemesine karar veriyor.

İÇİNE SİNDİRMEK

Avusturya’da yayınlanan Forum Dergisi’nde Gerhard Oberchlick isimli bir gazeteci Eyalet Valisi için şu sözcükleri kullanıyor:

"Ahmak, geri zekalı."

Vali mahkemeye başvuruyor, dergi toplatılıyor, gazeteci para cezasına mahkum oluyor. Gazeteci AİHM’ye gidiyor. AİHM’nin kararı:

"Bir politikacı kamunun çok daha yakın gözetimindedir. Özel yaşamında eylemde bulunmadığı zaman bile, şöhretinin korunması bakımından kuşkusuz ki, hak sahibidir. Ancak, korumanın ölçüsü, siyasal tartışma yararıdır. Bir politikacı eleştirileri içine sindirmek zorundadır."

AİHM, Avusturya’nın mahkum ettiği Oberchlick’e tazminat ödenmesine karar veriyor. AİHM’de çok sayıda benzer karar var.

OKUDUĞU ŞİİR

O kadar uzağa gitmeğe gerek yok.

Musa Kart çizdiği karikatürde Tayyip Erdoğan’ın başını bir kediye monte ediyor. Erdoğan, Musa Kart’a, "kişilik haklarına saldırı" gerekçesiyle tazminat davası açıyor.

Eskişehir 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı:

"Okuduğu şiir yüzünden ceza evinde yatmak zorunda kalan Sayın Başbakan’ın bu tür eleştirilere daha hoş görülü yaklaşması kanaatiyle, davanın reddine."

Hemen vurgulamak isterim, ben ve güvendiğim tüm meslekdaşlarım, siyasal parti liderlerine, Başbakanlara, bakanlara, genel tanımla, politikacılara, Avusturya’daki gibi ifadeler kullanmayı aklımızdan bile geçirmiyoruz. Bizim geleneklerimize, nezaket ve ahlak anlayışımıza aykırı.

DEMOKRASİ BU

Bu örnekleri, Avrupa’nın demokratik toplum anlayışını, eleştiri sınırını ve hakkını göstermek için veriyorum. Bu hakkı korumak üzere, Avrupa Hukuk anlayışı işte bu. O Avrupa ki, iktidara geldiğinden beri, Erdoğan’ın katılmak için yanıp tutuştuğu bir uygarlık.

Basındaki her eleştiri sonrasında, Erdoğan soluğu mahkemede alıyor. Erdoğan, halen tüm Avrupa’da gazetecilerle en çok mahkemelik olan Başbakan.

Oysa, Eskişehir Mahkemesi, red gerekçesinde kendisine, başından geçen mahkumiyet kararını anımsatıyor. Erdoğan’ın, hele de Başbakan olarak, hiç unutmaması gereken bir gerekçe.

Sırası geldiğinde, yurt içinde ve dışında, kendisi de, başından geçen mahkumiyeti örnek veriyor. Hatta, bunu kendisinin artı hanesine yazıyor.

Eleştiriler karşısında bu kadar hiddet ve şiddete kapılması, Erdoğan’ı kendisini mahkum eden zihniyetle aynı kefeye koyuyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünden çok uzak bir yerlere.

Bu örnekler acaba, Erdoğan’daki tahammülsüzlüğü savunan, bizlere küfür eden dinci kalemleri de, kendine getirir mi? Hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku

Bu sözü bir kenara yazın

23 Ağustos 2007
ABDULLAH Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı için, destek aramak amacıyla attığı turlarda, belki de, en çarpıcı sözü bugüne kadar perde arkasında kalıyor. O turlardan birinde, kendisine itiraz ediliyor:

"Geçmişteki siyasal tavrınız ve düşünceleriniz bizde kaygı yaratıyor".

Bu itiraza gülümsemekle birlikte, Gül:

"Türkiye’nin gücünün iç çekişmelerle azaltılmasına çok karşıyım. Bunu önlemek için, var gücümle çalışacağım. AB’ye tam üyelik, hukukun üstünlüğünü saygılı, demokratik bir ülke için, elimden geleni yapacağım".

Karşı taraf üsteleyince:

"Ben eskiden de böyle düşünüyordum, ama parti disiplini nedeniyle, gerçek tutumumu gösteremiyordum".

Gül’ün eski ile, parti disiplini ile kastettiği Refah Partisi dönemi.

Bu sözleri sivil toplum örgütleri senet kabul ediyor ve hatta dışarıya olumsuz görüşme olarak yansıyan bazı ziyaretleri, o kuruluşlar tarafından, "sözünüzde durursanız, biz size destek oluruz" gibi, Gül’ü rahatlatan sonuçlara uzanıyor.

SÖZÜNDE DURUR MU

Evet, ama sözünde durursa.

Malum, seçim kampanyası ve seçim gecesi söylenen sözlerin çok çabuk unutulduğu günleri yaşıyoruz. Şekil 1’de görüldüğü gibi, Tayyip Erdoğan’ın çıkışları.

Aldığı yüzde 48 oya rağmen, toplumun geniş kesiminde güvensizlik var. Bugün böyle söyleyip, ertesi gün tam tersini yapmak.

Günümüzde yaşadıklarımızı düşününce, Gül "ben sözlerimde samimiyim" dese bile, yoğurdu üfleyerek yemek kaçınılmaz. Onun için, o ziyaretlerinde söylediği sözleri, o kurumlar bir yere yazıyor.

DTP YİNE BOŞ OY

Gül dönüp dolaşıp, hukukun üstünlüğü, farklı düşünce ve inançlara saygılı bir toplum oluşturma hedefini dile getiriyor.

Örneğin, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü ziyaretinde benzer konular açılıyor. Türk, "çatışma yerine barış, Kürt sorununa insan haklarına uygun, 72 milyonu kucaklayan politikalardan" söz ettiğinde, Gül diplomatik yanıtlar veriyor:

"Tarafsız kalacağım, herkesi kucaklayacağım".

Yarın yapılacak Cumhurbaşkanlığı ikinci oylama öncesinde, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Ahmet Türk’ü ziyaret ediyor. Ancak, görüşmede DTP’nin kullanacağı oya ilişkin tek satır geçmiyor. Çelik sadece, "sizin Meclis’e girmeniz hayırlı olsun" mesajıyla geliyor.

Adını koymadan, hafiften yumuşatma.

DTP’nin tavrı aynı. DTP yine boş oy kullanma eğiliminde.

Attığı turlar sırasında, beni yine de en fazla düşündüren, "ben eskiden de böyle düşünüyordum" cümlesi. Bir kenara yazılması gereken söz.

Zafer sarhoşluğu

TAYYİP Erdoğan’ın, Gül’ün Cumhurbaşkanlığını kabul etmediğine ilişkin yazısı üzerine, Bekir Coşkun’a söylediği, "sen o zaman vatandaşlıktan çık" sözü, hala tartışılıyor.

Bir Başbakan nasıl olur da, böyle konuşabilir? Yanıt psikologlardan:

"Bu tam zafer sarhoşluğu. Önemli bir sonuç elde edince, liderler o koltukta ömürlerinin sonuna kadar oturacağına inanıyor. En büyük o, en büyük güçte onda, duygusuna kapılıyor. İktidarının sonsuz olduğuna inanıyor. Buna karşı çıkanlara tahammül edemiyor".

Zafer sarhoşluğunun bir başka uzantısı daha var. "Yakın çevresiyle de, çatışabilir".

Hepimize geçmiş olsun.
Yazının Devamını Oku