Yalçın Doğan

İran için taşlar döşeniyor

19 Eylül 2007
CHICAGOBILL Clinton muhtemel bir İran savaşına dönük kaygılarını anlatırken, sokakta toplanan birkaç bin kişi, savaş karşıtı gösterilerle yeri göğü inletiyor. Kısa süre önce, Chicago’da on beş kişilik çok dar bir yemek. O dar gurupta, üç-dört Türk var. Chicago’da yaşayan, 35-40 yaşlarında Türk iş adamları.

Yemeğin onur konuğu Bill Clinton değil, başkan adaylığına hazırlanan eşi Hillary Clinton. Dışardaki gösterinin etkisiyle, Bill Clinton:

"Amerika, İran’la sanki bir savaşa hazırlanıyor. Bunu mutlaka önlemeliyiz. Bush çok yanlış yapıyor. Bu arada, en çok ihtiyacımız olan ülke, Türkiye. Çünkü, Türkiye’nin hem İran’la, hem İsrail’le ilişkisi var."

Clinton
, savaşın tehlikesine dikkat çekerken, sokakta toplanan savaş karşıtları Bush’un kuklasını yakıyor. "Artık savaş istemiyoruz, İran, Irak değildir" pankartlarıyla.

HILLARY’E DESTEK

Bu öyküyü, bana o yemeğe katılan bizim iş adamlarından biri anlatıyor.

Chicago’da yaşayan Türkler’in büyük bölümü, başkan adaylığında Hillary’ye destek veriyor.

Oysa, Chicago’nun bir senatörü Barack Obama, yine Demokratların başkan adayı. Hillary’nin rakibi. Chicago’lu Türkler, Hillary’ye hem para topluyor, hem kampanyası sırasında işlemesi için, Türkiye ile ilgili, Amerikan kamu oyunda geçerli olabilecek bilgiler aktarıyor.

Bizim iş adamlarının her birinin ayrı bir öyküsü var. Kimi Bingöl’de çobanlıktan, burada milyonerliğe, kimi öğrencilikten ticarete, ayrı ayrı başarı öyküleri.

GREENSPAN’İN ANISI

Üç gündür Amerika’dayım. Otelde TV’yi ne zaman açsam, ciddi tartışma programlarının önde gelen konusu İran. Tıpkı Irak saldırısı öncesindeki gibi. Amerikan kamu oyu sanki yeni bir savaşa hazırlanıyor gibi.

Bu havaya şimdi Amerikan Merkez Bankası eski başkanı Alan Greenspan’ın anıları katkıda bulunuyor. Greenspan’ın anılarını topladığı kitabı bir kaç gün önce piyasaya çıkıyor. TV kanallarında ve gazetelerde onunla röportajlar var. New York Times’da Greenspan:

"Irak savaşı öncesinde Beyaz Saray’da Başkan Bush ve yardımcısı Cheney ile beraberdik. Ben onlara, dünya petrol rezervlerini korumak istiyorsanız, Saddam’ın tasfiyesi şart, dedim. Gerçi, ikisinden de, petrol rezervleriyle ilgili bir şey duymadım, ama Beyaz Saray’da savaşa alternatif olabilecek bir başka plan da görmedim"

Birinci elden itiraflar. İran’a dönük hazırlıklara döşenmeye başlanan taşlar gibi.

Bir kentte yüz ayrı dilde gazete

CHICAGO Belediye Başkanı Richard Daley İrlanda asıllı. Yirmi yıldır belediye başkanı seçiliyor. Eyalet Valisi Rod Blagojevich Sırp asıllı.

Chicago çok çeşitli ülkelerden en çok göçmen alan kentlerden biri. Tam etnik mozaik. O kadar çok farklı ırk var ki, Chicago’da günde yüz ayrı dilde gazete yayınlanıyor. Hemen her etnik gurup, kendi dilinde, kendi gazetesini çıkartıyor.

Ayrıca, her etnik gurup, her yıl etnik festival düzenliyor. Etiopyalısı, Meksikalısı, Almanı, Polonyalısı, İrlandalısı, Madagaskarlısı, Perulusu, Kenyalısı, Fransızı, Porto Ricolusu ve daha başka milletlerden insanlar. Konuşulan dil sayısı yüzü geçiyor.

Bu kadar farklı, ama çoğulcu etnik yapıda, hangisine sorarsanız, "ben Amerikalıyım" diyor. Bizde o çok tartışılan, üst kimlik olmak üzere. Kimse, kimsenin diline, dinine, geleneğine, kıyafetine, hangi dilde eğitim yaptığına karışmıyor, karışmak aklına gelmiyor.

Onlar, "Amerikalıyım" kimliğinde buluşuyor. Vali ile Belediye Başkanının farklı ırkları bile, kimlikteki tartışmasız kabullenmenin en net göstergesi. O kalabalık etnik yapı, bir Sırp’ı ve bir İrlandalı’yı, kendilerini yönetmesi için, rahatlıkla seçebiliyor. Onların ırkına göre değil, yaptıkları işe göre, oy veriyor insanlar.

Çok ayrı bir konu, ama dikkat çekici. Chicago’nun yer aldığı İllinois Eyaleti’nde on bir tane nükleer santral var.

Çankaya’ya Mavi Kod

ANKARA’dan Münih’e uçarken, Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile karşılaşıyorum. Akdağ, bölgesel sağlık sorunlarının tartışılacağı Belgrad’ta bir toplantıya katılmak üzere, Münih’e gidiyor.

Bir ara kendisiyle sohbet ederken ilginç bir bilgi aktarıyor:

"Çankaya’da Cumhurbaşkanına ve Başbakanlıkta Başbakana, bu arada yüksek yargı organlarının başkanlarına Mavi Kod uygulayacağız. Mavi Kod, herhangi bir sağlık sorunu ile karşılaşıldığında, o sorunun tedavisi ve giderilmesi için, önceden yapılan bir plan. İşlerin o plana göre, hızla yerine getirilmesi. Bu grip de olabilir, bir kalp sorunu da olabilir. Anında tıbbi müdahalenin, programa bağlanması."

Normalde, vatandaşlar için çalışan 112 sistemi, devlet büyükleri için Mavi Kod’a bağlanıyor.

Sağlık Bakanı geçen hafta, Mavi Kod’u, Cumhurbaşkanı Gül’e anlatmak için, Çankaya’ya çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Muhteşem Dörtlü’yeTOBB sütü

18 Eylül 2007
<b>CHICAGO</b><br>TONY Blair, AKP’nin yeni iktidarı sonrasında Ankara’yı görmek istiyor. Abdullah Gül’ü bizzat kutlamak istiyor. Tıpkı, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas gibi.

Bu üçlü Ankara’ya birlikte gelmek, Gül’ü birlikte kutlamak istiyor. Üçlünün birlikte hareket etmesinin iki nedeni var.

İlki, AKP’nin ikinci iktidar dönemi ve Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, Batı’nın her gün dilinden düşürmediği, Türkiye ılımlı İslama mı kayıyor, kaygısı. Bunu yerinde görmek.

İkincisi ise, çok daha pratik bir nedene bağlı. Burada başı TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu çekiyor. Arkasında, Gül ile Tayyip Erdoğan’ın siyasal desteği var. Zaten o destek olmazsa, anlatacağım işler olmaz.

SON ONAY ABD’DEN

Gazze ve Batı Şeria’nın
kalkındırılması için, bir plan var. Buralara iki organize sanayi bölgesi kurmak. Bölgelerin bir özelliği olacak. Üretilen mallardan vergi alınmayacak. Bir tür serbest bölge.

Türkiye, TOBB kanalıyla, organize sanayi bölgelerini kurmaya talip. Aynı zamanda, orada tütün, ayakkabı gibi, emek yoğun üretime dayalı sektörler kurmayı düşünüyor.

Bu ekonomik planı yöneten ve adına Quartet denilen, dörtlü anlamına gelen bir gurup var. Amerika, Rusya, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği. Tony Blair, Quartet’in bölge temsilcisi.

On gün kadar önce, Hisarcıklıoğlu, İsrail ve Filistin’e gidiyor. Perez, Abbas ve Blair’le görüşüyor. Üç lider de, sanayi bölgeleri kurulmasını onaylıyor.

Geriye son onay yeri kalıyor, Amerika.

İşte, Hisarcıklıoğlu başkanlığında TOBB heyeti bu amaçla, Chicago ve Washington’a geliyor. Bu heyecanlı macerayı izlemek için, ben de Fehmi Koru ve Murat Yetkin’le buradayım.

BELKİ EKİMDE

Çok uzakta değil, hemen ekimde Ankara’da şöyle bir manzara. Ramp ışıkları dört kişiyi aydınlatıyor:

Abdullah Gül, Tony Blair, Mahmud Abbas, Simon Perez.

Bu muhteşem dörtlü bir belgeyi imzalıyor. Gazze ve Batı Şeria’da alt yapıyı geliştirecek Kararlılık Belgesi’ni. Böylece, bölgeye ilk kez siyasal kargaşa ve kavganın dışında, ekonomi ve mantık adım atmış olacak.

Bu gezinin iki ayrı amacı daha var.

1- Seçim sonrasında Türkiye’de siyasal İslama kayış ol-ma-dı-ğı-nı anlatmak. Böyle düşünenler, öyle anlatacak.

2- Ermeni tasarısı bağlamında, lobby yapmak. Kongre’de ve ABD’li iş adamları ile görüşmelerde.

Bu hafta Amerika’da bu yönde yoğun temas var.

Çankaya’da şehit ailelerine iftar

GÜNEYDOĞU gezisinden döndükten sonra, Cumhurbaşkanı Gül kendisini ziyaret edenlere, sınır karakollarında askerlerle çektirdiği resimleri gösteriyor.

O gezide gazeteci ve TV’ler yok. Bunlar özel resimler. Resimlerden birinde, Gül tam sınır çizgisindeki karakolda. Nöbetteki bir er ile birlikte. Er, yanında duran Gül’e bakmıyor, ama Gül’ün sorularını yanıtlıyor. Gül:

"Benimle konuşurken, gözü hep tüfeğin nişanındaydı. Bana hiç bakmadı, gözünü karşı taraftan ayırmadı."

Gittiği yerlerde görev yapan askeri birliklerden biri, bugüne kadar 1500, diğeri 900 şehit veriyor.

Gül, Çankaya’da ilk iftarı şehit ailelerine vermeyi planlıyor.

Anadolu sermayesi kabuk değiştiriyor

RİFAT Hisarcıklıoğlu’nun şimdi Amerika, geçenlerde de İsrail ve Filistin gezileri siyasal niteliği ağır basan görüşmelere dayalı.

TOBB aslında, Anadolu sermayesinin temsilcisi. Kendine yeterli olmaya çalışan, sermaye birikimi sınırlı, teknolojik değişimlere, hemen balıklama atlayan bir sermaye gurubu değil.

Ama, TOBB Başkanının yaptıkları, Anadolu sermayesinin bu yapısını çoktan aşıyor.

TOBB’un şimdi yaptıklarıyla birlikte, akla ister istemez, Anadolu sermayesi kabuk mu değiştiriyor, sorusu geliyor.

Özal döneminde, özel sektör dışa açılmayı öğreniyor. Erdoğan ile birlikte, ufukta ikinci aşama var. Sadece ihracat değil, oralarda yatırım yapmak.

Bunun öncülüğüne Erdoğan, daha aristokrat bulduğu TÜSİAD’ı değil, Anadolu’ya dayanan TOBB’u seçiyor.
Yazının Devamını Oku

Ülkemde duymayan kalmasın

16 Eylül 2007
Alanında başarılı işlere imza atan sivil toplum örgütlerinden biri de, "Starkey İşitme Vakfı." Duyma özürlülerin yeniden duymalarını sağlamaya yönelik bir hareket. Pop müzik sanatçısı Özgün’ün Elton John ile ABD’de Minnesota’daki düeti, Elton John’un son anda rahatsızlığı nedeniyle erteleniyor.

O düet, Vietnam’dan Peru’ya, Güney Afrika’dan El Salvador’a kadar yüzlerce ülkede, yaygın bir özrü ilgilendirenlerin yararına. "Dünya Duyabilsin Diye" başlığı altında. Özgün’ün şarkısı, Türkiye’yi ilgilendiriyor. "Ülkemde Duymayan Kalmasın."

Dünyanın her yerinde, on binlerce sivil toplum örgütü, kendi alanında başarılı işlere imza atıyor. Çok farklı uğraşlar çerçevesinde. Bunlardan biri de, "Starkey İşitme Vakfı." Duyma özürlülerin yeniden duymalarını sağlamaya yönelik bir hareket.

1973’te ABD’de kurulan vakıf, 2005 galasında en şaşaalı gecelerinden birini yaşıyor. Dört milyon dolarlık bağışın toplandığı galaya, kimler katılıyor? Larry King, Chubby Chacker, Sean Penn, Ernest Borgnine, Sam Moore, Debbie Boone, Billy Dean gibi medya, müzik ve sinema dünyasının önde gelenleri.

Vakfın çalışmalarını destekleyenlerin başında ise, Gerald Ford’dan Ronald Reagan’a ve baba-oğul Bushlara kadar son Amerikan başkanları geliyor.

Türkiye’de bu vakfın öncülüğünü yapanlardan biri de, ünlü sinema sanatçısı Filiz Akın. Bir süre önce kendisiyle sohbet ederken şöyle dedi: "Kendime artık bir başrol seçtim, o da insanlara yardım. Bu çerçevede işitme problemi yaşayanlara yardım ediyorum."

1000 ÇOCUĞA İŞİTME CİHAZI

Vakfın yaptığı hizmet, duyma sorunu çekenlere işitme cihazı vermek. Vakıf 2000 yılından bu yana, dünyada 155 bin duyma özürlüye ulaşıp işitme cihazı veriyor.

Türkiye’de her on kişiden birinin işitme sorunu var. Vakıf, sosyal güvencesi bulunmayan kişilere, çocuklara öncelik tanıyor. Bu çerçevede bu yıl da, bin kişiye ücretsiz işitme cihazı dağıtılması öngörülüyor.

Beş duyu sahibi insanda, biri eksikse, o insan ne yazık ki, engelli ya da özürlü. Her bir engelin yeri ayrı ve hayati. Ama, galiba daha çıldırtıcı olanı, işitme engelli olmak. Yoksa, görme engelli mi?

Her tür engellinin sorununu gidermek için kurulan vakıflar, dünyada o toplumun önde gelenleri tarafından destek görüyor. Onlar için düzenlenen geceler ve sosyal faaliyetler var.

İşitme engelliler için, Türkiye’de, "Ülkemde Duymayan Kalmasın" hedefine yönelik Ekim başında ilginç bir gösteri var.

6 Ekim’de NBA basketbol takımlarından Minnesota Timberwolves İstanbul’a geliyor. Efes Pilsen’le karşılaşacak. Maçı oynanacağı hafta binin üzerinde işitme engelli çocuğa işitme cihazı verilecek. Arkasından yapılacak maçın geliri de bu vakfa.

Dünya İşitebilsin Diye ya da Ülkemde Duymayan Kalmasın.

İşitmeye, istediğimiz ve asıl istemediğimiz her şeyi işitmeye pek çok ihtiyacımız bulunduğu bir dönemde, Efes maçını "görmekten" çok, "işitmek" istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Demokrasi okulunda ecel soruları

15 Eylül 2007
SIRAT köprüsünden geçer gibi. Ecel soruları. İnsanı tepeden tırnağa terleten, tansiyonunu arttıran sorular.<br><br>2-4 Ekim arasında bu tür sorular Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bekliyor. Strasbourg’da, Avrupa Konseyi’nde. KKTC’yi ayrı tutarsak, Gül’ün ilk yurt dışı gezisi Avrupa Konseyi’ne. Gül, Avrupa Konseyi’nin bu yıl açılışında onur konuğu. Genel kurulda konuşma yapması öngörülüyor.

Konuşmadan sonra, kürsüde kalıyor. Ve sorular başlıyor. Siyasal gruplar ve kişiler tek tek soru yöneltiyor. Gül’ün hemen o anda yanıtlaması gerekiyor.

Laiklik, ifade özgürlüğü, azınlık hakları başta olmak üzere, Türkiye’nin iç ve dış politikası, hukuku ve akla gelebilecek her türlü sorunu ile ilgili.

Sorularda atış serbest. O nedenle, Gül istesin ya da istemesin, orası Avrupa Konseyi, hiç fark etmiyor, isteyen istediği soruyu soruyor.

Dolayısıyla, terleyeceğini şimdiden söylemek, kehanet değil.

SEKİZ YIL ÜYE

Avrupa Konseyi aslında Gül’e yabancı değil.

Refah Partisi döneminde, RP milletvekili olarak, Avrupa Konseyi parlamenterleri arasında yer alıyor. Orada sekiz yıl görev yapıyor. O nedenle, kitaplar, filmler ve başka araçlarla öğrendiği Avrupa Demokrasisi içinde fiilen yaşıyor. O tadı alıyor. Sekiz yıl az değil. Demokrasi kavramı ve uygulaması hakkında, kolay bulunur bir deney değil.

O kadar ki, örneğin, Refah Partisi kapatıldığında, Gül, yanına Avrupalı parlamenterleri alıyor ve onlarla birlikte Avrupa Konseyi binasında basın toplantısı düzenliyor:

"Parti kapatmak demokrasiye aykırı. Düşünce ve ifade özgürlüğüne aykırı. Her türlü düşüncenin serbestçe ifade edilmesi ve bu yönde örgütlenmenin serbest bırakılması gerekir. Demokrasinin özü budur."

Alkışlanacak sözler. Kim katılmaz ki, bu sözlere?

ÖVÜNÜYOR

Avrupa Konseyi’nde geçirdiği sekiz yıllık deneyi ile Gül her zaman övünüyor. Sık sık, orada demokrasi adına pek çok şey öğrendiğini belirtiyor. Şu sözler kendisine ait:

"Avrupa Konseyi benim demokrasi okulum."

İlginç olan, bizim siyasiler kendilerini yurt dışına atınca, oradaki uygulamaları görünce, "neden bizde böyle değil" diye, ister istemez, içeriye dönüp bakıyor ve ülkesini sorguluyor.

İşin başına geçtiğinde, o uygulamaları bizzat yapmak konumuna gelince, nedense elleri, ayakları ve dilleri tutuluyor. Onlara bir haller oluyor.

Güneydoğu’daki gezisi sırasında:

"Milletle kucaklaştık, askerimizle birbirimize sarıldık, millet devletine bağlı, yeter ki, kucaklayalım, buna inanalım."

Kağıt üstünde iyi okunuyor, iyi duruyor. Ne var ki, uygulamayla çelişiyor. Sözler hamasi, ama uygulama sansürlü.

Madem o kadar demokrasi inancı var, madem başka Cumhuriyet yok, o zaman gezi sırasındaki özel toplantılarda o ayrım neden? İyi örgüt, kötü örgüt ayrımı neden?

Söz farklı, uygulama farklı olduğunda, güven duygusu sarsılıyor.

Türkiye altmış yıllık, yarım yamalak demokrasi tarihinde, sözü ve özü bir, pek az politikacıyla tanışıyor. Yenileriyle tanışmak için, millet sabırsızlanıyor.

Bağış’ın gafı

Tayyip Erdoğan’ın geçen dört buçuk yıl içinde, dış politikadaki kara kutusu, şimdi TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Egemen Bağış.

Geçenlerde, hükümet uygulamalarıyla ilgili olarak, TÜSİAD bir açıklama yapıyor. Normal bir açıklama. Açıklamaya tepki, hiç ilgisiz birinden Egemen Bağış’tan geliyor:

"Hükümeti başkaları değil, muhalefet denetler."

O kadar yurt dışında yaşamış, dünyanın en önemli liderleriyle, Erdoğan’ın çevirmeni olarak, baş başa kalma fırsatını yakalamış biri için, çok garip sözler.

Demokrasilerde hükümetleri herkes denetliyor. Muhalefetin denetimi sadece Meclis içinde. Meclis dışında da, dünyanın her yerinde, hükümetler sivil toplum kuruluşları aracılığıyla denetleniyor.

Türkiye’de bu gafı belki pek çok kişi görmüyor ama, o şimdi dış ilişkiler komisyonu başkanı, yabancılar bunu kaçırmaz, dikkat etse iyi olur.
Yazının Devamını Oku

Bildikleri bir şey vardır

14 Eylül 2007
VAN’da, basına yansımayan özel toplantı. Cumhurbaşkanı Gül sivil toplum örgütlerini dinliyor. Kimleri? Örneğin, şoförleri. Şoförler kendi dertlerini anlatıyor. Gül:

"Farklılığımız zenginliğimizdir, zenginliklerimizi, bütünlük içinde bir arada tutalım, herkes üzerine düşeni yapsın, o zaman her sorunu aşarız".

Örneğin, mimarları. Mimarlar kentsel sorunları anlatıyor. Gül:

"Farklılığımız zenginliğimizdir, zenginliklerimizi..."

Örneğin, çiftçileri. Çiftçiler tarım sorunlarını anlatıyor. Gül:

"Farklılığımız zenginliğimizdir, zenginliklerimizi..." Ezberlenmiş gibi.

Kaldı ki, çağrılan sivil toplum örgütlerinin anlattıkları sorunlar, o alanlarda bölgesel değil, Türkiye’nin her yerindeki aynı.

EKSİK ZENGİNLİK

Güneydoğu’ya bir Cumhurbaşkanı gidiyorsa, o zaman özellikle o bölgenin sorunlarını dile getirecek sivil toplum örgütlerini çağırması gerekiyor.

Madem zenginlik, o zaman sivil toplum örgütleri arasında ayrım yapmadan çağırmak gerek. Oysa, çağrıda ayrım yapılıyor. Gürültü çıkarmayacak, ılımlı, cımbızla seçilmiş örgütler.

Örneğin, bölgede en önemli sorun göç. Göç-Der çağrılmıyor. Örneğin, insan haklarıyla ilgili bazı sivil toplum örgütleri çağrılmıyor.

Her cümlesine "farklılığımız zenginliğimizdir" diye başlayan Gül’ün gezisinde, zenginlik eksik kalıyor. Çünkü, farklı düşünen örgütler dışarda. Zenginlik nutuktan ibaret.

NASIL KUCAKLAMAK

DTP Van milletvekili Özdal Üçer bu ayrımı Gül’e iletiyor:

"Siz herkesi kucaklamaya geldiğinizi söylediniz, herkes de sizinle görüşmek istedi. Ama, ayrım yapıldı. Organizasyonu valilik yaptı, valiliği ikaz ederseniz, bu yanlışlık ortadan kalkar".

Gül’ün yanıtı çok çarpıcı:

"Demek ki, bildikleri bir şey vardır".

Ne olabilir, o bildikleri? Belli ki, Gül’ün duymak istemediği konuları açmak isteyenler ve hatta Kürtçü örgütler.

Bu durumda kucaklamak askıda. Siyasal anlamda kucaklamak, sadece sevdiklerini bağrına basmak değil. Tersine, en aksi, en eksi düşünceleri hoş görüyle karşılamak, onlara kucak açmak demek. Demokrasi de, zaten bu.

Gezinin medyaya yansıyan başlıkları yağdan geçilmiyor:

"Yollarına gül serdiler, Gül’e 23 bin gül verdiler, Gül’e gül suyu döktüler". Ve bir başka başlık: "Halk bariyerleri aşıp, Cumhurbaşkanıyla kucaklaştı".

Doğru, ama sadece bazıları kucaklaştı. Kucaklamak ne demek? Gül’e hatırlatmak üzere, bakınız, Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük cilt iki, sayfa 1396.

Küstah Emre

AVRUPA TV’leri Macaristan maçında, Macarlar lehine açık penaltıyı vermeyen İskoç hakemle dalga geçiyor. O an, maçın kırılma anı. Penaltıyı verse, sonuç kim bilir nasıl?

Maçta bir başka kırılma anı, Emre Belözoğlu’na ait. İlk gol sonrasında, çirkin el-kol hareketiyle, Malta maçı nedeniyle Terim’i ve futbolcuları eleştiren medyaya, öğrendiği üslupla saldırıyor.

Terim, Malta maçı eleştirileri karşısında, "benim ders almaya ihtiyacım yok, ben ders veririm" diyor. Belli ki, ders verdiği kişilerden biri de, o çirkin hareketlerin sahibi Emre adındaki futbolcu.

Bu federasyon bu futbolcuya ceza vermeyecek mi? Amaaan, görmezden gelir, olup biter.

Yazının Devamını Oku

Son kilit rakam 11

13 Eylül 2007
BAŞLANGIÇTA kimsenin önemsemediği, tıpkı 367 gibi, ufukta bizi 11. Cumhurbaşkanı tartışması bekliyor. Cumhurbaşkanı seçmek için, 367 gerekir mi, gerekmez mi, sözleri ilk ortaya döküldüğünde, önce kimse oralı olmuyor. Özellikle de, AKP.

Ne var ki, 367 ile ilgili Anayasacılar farklı yorumlar getirmeye başladığında, iş bir anda ciddiye biniyor. Anayasa Mahkemesi de, 367 zorunludur, deyince, 367’yi bulamayan AKP erken seçime gidiyor. 11. Cumhurbaşkanı seçilemiyor.

Gül seçim sonrasında Çankaya’ya çıkıyor.

16 HAZİRAN

Erken seçime giderken, AKP 16 Haziran 2007 günkü Resmi Gazete’de yayınlanan bir yasa kabul ediyor.

Anayasanın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun. Bunun geçici 19. maddesi şöyle:

"Onbirinci Cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylaması, bu kanunun Resmi Gazetede yayımını takip eden kırkıncı günden sonraki ilk Pazar günü, ikinci tur oylama ise, ilk tur oylamayı takip eden ikinci Pazar günü yapılır."

Aynı yasa Anayasa’nın 101. maddesini şöyle değiştiriyor:

"Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilir."

Bu iki maddeyi yan yana okursak, ortaya çıkan hukuki sonuç şu:

"11. Cumhurbaşkanını halk seçer."

BANA NE

Bu yasa referandum anlamında. Referandum 21 Ekim’de. Zaten 21 Ekim için, sınır kapılarında oy verme işlemi başlıyor.

Ne için oy verme? 11. Cumhurbaşkanını halk seçsin mi, seçmesin mi, anlamında, Anayasa değişikliği halka soruluyor.

Sandıktan, "evet, Cumhurbaşkanını halk seçsin" kabulü çıkarsa, hukuki sonuç çok net:

11. Cumhurbaşkanını halk seçecek.

E, ortada seçilmiş 11. Cumhurbaşkanı var, o ne olacak? İşler bu noktada Arap saçına dönme eğiliminde. Tam hukuki bir karmaşa. Bu durumda:

1- Gül, "bana ne, ben seçildim" diyecek. Onu destekleyen Anayasacılar, "işlem tamamdır, tamamlanan işleme dokunulmaz" diyerek, onu savunacak.

2- Muhalefetle birlikte, başka Anayasacılar da, "yoook öyle, burası Türkiye, referandumdan geçmiş yasa var, ona göre, 11. Cumhurbaşkanı halk tarafından ve yeniden seçilecek" diye ayağa kalkacak.

Ve muhteşem soru: 11. Cumhurbaşkanı Gül mü, değil mi?

16 Haziran tarihli Anayasa değişikliğine göre, Gül değil. Çünkü, o yasa, üzerine basa basa, "11. Cumhurbaşkanını halk seçer" diyor.

Bu karmaşanın hukuki çözümü, o değişikliği kaldıracak yeni bir Anayasa değişikliği. Onun için AKP’nin 367’yi bulması gerek. Bulur mu, bulmaz mı, belli değil.

Aynı karmaşa, Türkiye’nin nasıl yönetildiğinin aynası. Bir sorunu çözmek için, yeni sorunlar yaratmak. Her şeyi yüzüne, gözüne bulaştırmak.

Ama, bu ufuktaki tartışmayı önlemeye yetmiyor. 11. Cumhurbaşkanı Gül mü, değil mi? Ya da Gül üç-beş aylık Cumhurbaşkanı mı?

Bağcılar, Maslak Haliç, Bebek

YOLLAR ve yollar, yollar ve belediyeler, İstanbul’dan örnekler.

1- Bağcılar Belediyesi ara yoldan TEM’e bağlantı yapıyor. Yaklaşık 200 metrelik bir bağlantı. Yapımına geçen Temmuz’da başlanıyor. On dört ay önce. Tam on dört aydır, 200 metrelik bağlantı bitmiyor.

2- Maslak’ta TEM’e bağlantı noktasında, yol düzenlemesi var. On günde bitecek, diye açıklanıyor. Tam bir ay geçiyor. Maslak’ta trafik keşmekeş.

3- Billboardlar asılıyor günler öncesinden. Haliç’in ötesinde, 10 Eylül’de metro tramvay işlemeye başlıyor, ilanları. Üç gün önce, gece yarısı o billboardlar apar topar toplanıyor, çünkü işleyen, mişleyen bir şey yok.

4- Bebek’te yolun tam ortasına tretuvar yapılıyor. Yol ikiye ayrılıyor. Trafik orada şimdi, herkese saç baş yolduruyor.
Yazının Devamını Oku

Gazeteciliğimin soğuk geceleri

12 Eylül 2007
ERZURUM. Askeri tatbikat. Isı, sıfırın altında 48 derece. Benim içim, romandaki gibi, çocukluğumun değil ama, gazeteciliğimin soğuk geceleri. Şubat 1982. 12 Eylül askeri darbesinin esip savurduğu günler. Darbeyi yapan Milli Güvenlik Konseyi’nin beş generali Erzurum’da askeri tatbikatı izliyor. Onları izleyen beş, altı gazeteciden biri de benim. Cumhuriyet Ankara Temsilcisi olarak.

O günkü Cumhuriyet’in manşeti, Avrupa Konseyi ile ilgili. Avrupa’dan bir kaç parlamenter Ankara’ya geliyor, "demokrasiye ne zaman geçileceğine" ilişkin askerlere sorular yöneltiyor.

ASKER SİNİRLİ

Bu haber, askerleri çok sinirlendiriyor.

Erzurum’da orduevinde Kenan Evren beni çağırıyor ve "Doğan, nedir bu manşet, siz ne demek istiyorsunuz" diye öfkeleniyor.

Evren sözünü tamamlarken, Milli Güvenlik Konseyi’nin beş generalinden biri olan Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin:

"Ne olacak bunlar komünist, başka ne beklenir ki?"

12 Eylül dönemi boyunca, gazeteciliğimin soğuk gecelerinden biri daha. Ama, o dönemdeki dramlar, idamlar, işkenceler yanında, benim yaşadıklarım solda sıfır kalıyor.

DÖKÜME BAKIN

Askeri dönem boyunca:

50 kişi idam ediliyor. 650 bin kişi gözaltına alınıyor. 7 bin kişi için idam cezası isteniyor. 230 bin kişi yargılanıyor. 300 kişi kuşkulu biçimde ölüyor. 171 kişi işkencede ölüyor. 73 kişiye doğal ölüm raporu veriliyor. 30 bin kişi, sakıncalı olduğu gerekçesiyle, işinden atılıyor. 338 bin kişiye pasaport verilmiyor. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartılıyor. Gazetecilere 3 bin 315 yıl hapis cezası veriliyor. Gazeteler 300 gün kapatılıyor.

Bunlar birer birer yaşanıyor. Onun ötesinde, bugünü bile etkileyen, kalıcı iki çok önemli karar var.

Biri Kürtçe’nin yasaklanması. Adamın anadilini konuşması yasaklanıyor. Sonuç, yirmi üç yıldır süren PKK terörü. En büyük saldırı, insanın ana diline yapılan saldırı.

İkincisi, din derslerinin zorunlu eğitim olarak 82 Anayasası’nda yer alması. Sonuç, bugünlere kadar artarak gelen dini akımlar.

DEMOKRASİ VE DEMOKRASİ

28 Şubat dahil, Türkiye dört kez askeri rejimden geçiyor. Hiçbiri diğerinden daha az kötü değil.

Gerçi, 27 Mayıs’la birlikte gelen 61 Anayasası Türkiye’de Rönesans dönemini açıyor. Yine de, keşke darbe olmadan, o rönesansı yaşamış olsaydık.

Darbeler neden birbirini izliyor? Askeri rejimlerde bunca ölüm ve işkenceye rağmen, halk neden en çok askere güveniyor? Siyasal belirsizlik, halkta neden askeri çağrışıma yol açıyor?

Çünkü, suçlu sivil iktidarlar, seçilmiş yönetimler. Halkın seçilmiş sivil iktidarlara güvenini sağlamaktan uzak politikacılar. Geçmişten ders almayan onlar. Sistemi kilitleyen, uzlaşmayan onlar.

Bugün 12 Eylül, darbenin 27. yılı. Bir daha ve hiç bir zaman, bin yıl sonra da, on bin yıl sonra da, hiç kimsenin soğuk gece yaşamaması dileğiyle.

Demokrasi, demokrasi, yine ve ille ve mutlaka demokrasi.

Cumhurbaşkanı misafir değildir

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, seçildikten sonra ilk gezisini Güneydoğu’ya yapıyor.

Anlamlı çıkış. Ama, arkası gelirse. Geçmişte ben, benim de izlediğim, aynı bölgeye pek çok Cumhurbaşkanı ve Başbakan gezileri biliyorum. Tantana, ümit ve vaatle başlayan geziler, atılan nutuklarla sınırlı kalıyor.

Gül’ün gezisine DTP büyük destek veriyor. Örgütüne haber gönderiyor:

"Cumhurbaşkanı cumhurun başkanıdır, o sıfatla, gittiği her yerde ev sahibidir, misafir değildir. İyi karşılansın ve saygıda kusur edilmesin".

Gül’ün ve Başbakan Erdoğan’ın bu nezaket doğrultusunda, yöre halkını sözde değil, özde kucaklamasını beklemek, herkesin hakkı.
Yazının Devamını Oku

Öncelik patronlara

11 Eylül 2007
"KOMİTE kaygı duymaktadır."<br><br>Bu komite, hangi komite? Şu sıralarda Ankara’da pek sevilmiyor, ama çalışma yaşamında çok önemli bir komite. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yönetim komitesi. Komite neden kaygı duyuyor?

"Sendikal faaliyetlere devletin müdahale ediyor olması, sendikacılara yönelik polis şiddeti, sendika yayınlarının, posterlerinin engellenmesi de dahil olmak üzere, son derece ciddi iddialara hükümetin hálá yanıt vermemiş olmasından derin üzüntü ve kaygı duymaktadır".

ILO’nun üç ay önceki Türkiye raporu bu tesbite yer veriyor.

Bu tespitin ardından, Türkiye’de grev dalgası başlıyor. Çeşitli sektörlerde. Kamu oyunun dikkatini en çok iki sektördeki hareket çekiyor. Biri havacılıkta, diğeri tekstilde.

MANEVRAYA DİKKAT


Gerçi henüz grev yok.

Havacılıkta Hava-İş ile THY, tekstilde Türk-İş’e bağlı Teksif ile patronlar son anda anlaşıyor. Yine de, çalışan kesim rahatsız.

Çünkü, hükümetin ve patronların gözden kaçan bir manevrası var.

Anlaşmazlık, sanki ücret uyuşmazlığından kaynaklanıyormuş izlenimi veriliyor.

Ücretlerde, ikramiyede, çalışma saatlerinde anlaşmazlık var, oysa asıl anlaşmazlık, ILO komitesinin vurguladığı noktada:

Devletin sendikal faaliyetlere müdahalesi.

AKP iktidarında boş yok, tüm alanları denetim altına alma hırsı var.

PROGRAMDA VAR

Örneğin, AKP tepeden inme bir modelden yana tavır alıyor.

İşverenlerin, esnek çalışma saatleri başlığı altında önerdiği, kısa süreli çalışma modeli var. Kısa süreli çalışma, yani o gün iş var, işçi on saat çalışabilir, ertesi gün iş az, iki saat çalışabilir. Bu da, işçinin geçimini tehlikeye itiyor. Daha az ücret, daha az işçi maliyeti. AKP, bu modeli destekliyor.

AKP’nin çalışanlar aleyhine aldığı bu tutum, onun siyasetiyle çelişiyor. Her iki kişiden biri AKP’ye oy verdiğine göre, çalışan geniş kesim onun oy deposu. Buna rağmen, AKP patronlara öncelik tanıyor. Hükümet programında bu tavır çok açık:

"İşverenler üzerindeki yük kaldırılacaktır".

Çalışanlar ise, AKP’nin "çalışma koşullarının düzeltilmesine" ilişkin meydanlarda verdiği sözü tutmasını bekliyor.

Çok yerinde tercih: Efkan Ala

BAŞBAKANLIK Müsteşarlığı’na atanan Efkan Ala’yı Batman valiliğinden tanıyorum.

Daha sonra, Diyabakır Valisi iken, ne zaman Diyarbakır’a gitsem, kendisiyle uzun sohbetler yapıyorum. Ala, son yıllarda tanıdığım en çağdaş, en rasyonel, kendine güvenen, dünyaya açık bir aydın.

Batman’da vali iken, halkla polis arasında bir gerilim yaşanıyor. Halkın arasında silahlı teröristler var. Onlar bir yanda, polis öte yanda. Karşı karşıya. Efkan Ala gerilime son vermek için, yanına koruma ve silah almadan, elini kolunu sallayarak, o grubun yanına gidiyor. Oysa, tehlikeli olabilir.

Onların isteklerini dinliyor, bazı isteklerine hak veriyor. Sözünde duruyor ve bir zamanlar terörden başını kaldıramayan Batman’a huzur geliyor. İnisiyatif kullanan, önyargısı olmayan, terörle mücadelede, halkı en iyi anlayan yöneticilerden biri.

Başbakanlık Müsteşarlığı, devletin işleyişinde en kilit makam. Efkan Ala’nın o makama atanması bir şans.
Yazının Devamını Oku