Yalçın Doğan

CHP’de Politbüro iş başında

28 Eylül 2007
SEÇİMDEN önce elliye yakın CHP il başkanı aday olmak için görevlerinden ayrılıyor.<br><br>CHP tüzüğünün bir maddesi: "Boşalma halinde, il ve ilçe yönetimleri yeni başkanlarını seçer." CHP Genel Başkanı ve Politbürosu parti kuralını, kendi yaptığı tüzüğü çiğniyor. Boşalan yerlere geçici atamalar yapıyor.

Ayrıca, seçim öncesi ve sonrasında bazı il ya da ilçelerde yönetimlere telefon emriyle son veriliyor. MYK üyesi Güldal Okuducu bana, "tam sayıyı bilmiyorum ama, 81 ilden en az 55-60’ı değişmiştir" diyor. Yeni atamalar, Politbüro emriyle ve elbette genel merkeze sadık ekipten.

P, İ VE D BUHARLAŞMASI

Önceki gün CHP Genel Sekreteri Önder Sav imzasıyla CHP örgütüne bir genelge gönderiliyor. Genelgenin son bölümü CHP’deki diktatoryanın abidesi.

CHP’de kurultay martta. Genelge buna hazırlık. Son bölüm şöyle:

"Geçici il ve ilçe yönetim kurulları MYK’nın 26 Eylül 2007 tarihli kararıyla görevlerinden alınmış olup, yerlerine CHP Tüzüğünün 29 ve 33. maddelerinde belirtilen sayılarda yönetim kurulları oluşturulmuş olup, bu kurullar kongrelere kadar görev yapacaklardır. Kongre takvimi sürecinde yeni oluşturulacak kurullar da, buna göre belirlenecektir."

Ne örgüt, ne parti içi seçim, hiç bir kıymeti harbiyesi yok. Amaç, kendine bağlı delegelerle kurultayda Baykal’ı ve Politbüroyu yeniden seçtirmek için, kaçakları şimdiden sıkı sıkıya denetim altına almak.

Dokuz sayfalık genelge il ve ilçelerde yapılacak kongrelerin yöntemi ile ilgili, öyle ince eliyor, sık dokuyor ki, her şey örgütü zap-u rapt altına almaya kurgulu. Parti içi demokrasinin p’si, i’si ve d’si buharlaşıyor.

Bu genelgenin altında, bir zamanlar Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı yapmış, bir hukukçunun, Önder Sav’ın imzası var.

Böyle bir genelgede imzası olan bir hukukçu, herhangi bir Hukuk Fakültesinde daha birinci sınıfta çakar. Emri nereden alırsa, alsın.

İSYAN BAYRAĞI

CHP’de bu uygulamaları kabul edenler de var, karşı çıkanlar da.

Ama, olayın özü yine de, tepeden inme yönetim biçimi değil. Olayın özü, Baykal ve Politbürosunun yıllardır seçimlerde uğradıkları hezimet. Buna rağmen, hiç bir şey olmamış gibi, görevlerini ısrarla sürdürmek. Kurultayda yeniden seçilebilmek için, ellerinden geleni yapmak.

Bu arada Baykal, son seçim hezimetinden iki gün sonra ilk açıklamasında, "CHP inşa halinde bir partidir" diyor. Ondan onbeş gün sonra, 9 Eylül’de inşa halindeki CHP’nin 85. kuruluş yıldönümünü kutlamak üzere, Anıtkabir’e gidiyor.

Günlük, aldatıcı politikalara karşı, CHP içinde artık öfke büyüyor. Bu uygulamalara artık Baykal’ın kendi eliyle seçtirdiği, en yetkili yönetim organı MYK’da bile, isyan bayrağı açanlar var.

HALUK KOÇ ADAY

Bütün bunların somut sonucu şu. Kurultayda Haluk Koç Genel Başkan adayı. Dün kendisiyle konuşuyorum. Koç:

"CHP’de değişiklik talebi artık yadsınamaz boyutta. Örgütten gelen pek çok istek sonrasında, kafamda netleştirdim, Genel Başkanlığa adayım. Beni destekleyen pek çok kişi var. Kurultayda bu yarışın siyasal etik içinde geçeceği inancındayım. Olayın resmi boyutu, Meclis açıldıktan sonra."

Bu antidemokratik yapıda, CHP’de yeniden şenlik başlıyor. İl ve ilçe kongrelerinde kim bilir nelere tanık olacağız. Kurultay ise, umarım, CHP’ye ve Türkiye’ye yeni alternatif oluşturacak biçimde sonuçlanır.

"Elim kırılsın. Baykal’a rağmen, CHP’ye oy vereceğim"
diyenlerin geride kalacağı, gönül rahatlığı ile CHP’yi iktidara taşıyacak geniş kitlelerin, CHP’ye sahip çıkacakları günlere doğru.

Bu manzara karşısında AKP, "aman Baykal yerinde kalsın" telaşında.
Yazının Devamını Oku

Fikir babası Hisarcıklıoğlu

27 Eylül 2007
24 Eylül 2001 tarihli gazetelerde bir ilan yayınlanıyor. TOBB, TÜSİAD, TİSK, TESK, Türk-İş, DİSK, Hak-İş imzalı ilan şöyle: "Atatürk’ün Türk Milletine hedef gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve demokrasi, barış, özgürlük içerisinde yaşayan, insan haklarına saygılı, yüksek yaşam düzeyine, eğitim, sağlık ve çevre kalitesine, rekabet gücü yüksek bir ekonomiye ulaşmış, güçlü ve güvenli bir ülke olma yolunda adım atmak için, Anayasanın değiştirilmesine EVET."

Yukardaki imzaların bazılarının katıldığı önceki günkü toplantı ve açıklamanın ilk tohumu bu ilanla altı yıl önce atılıyor. Olayın şimdi güncel hale gelmesi, yeni Anayasa çalışmalarıyla bağlantılı.

TOBB’UN KALEMİ

Düğmeye TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu basıyor. Fikir babası o. Sivil toplum örgütlerinin Anayasa’da yer alması gerektiğine inandıkları ilkelerin yer alacağı bir çalışma başlatıyor. Bir ay önce.

Bu çalışmadan Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın haberi var. Onların bundan memnun olduklarını sanmıyorum.

Önceki gün yapılan açıklamayı TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu kaleme alıyor. Atatürk ilkeleri ve laikliğin vurgulandığı açıklama.

Önceki günkü açıklamada imzası bulunan, AKP’ye yakınlığı ile bilinen Hak-İş Başkanı Salim Uslu’yu arıyorum dün. Uslu:

"Yeni Anayasanın türban ve laiklikle sınırlanması yanlış. Anayasanın ilk üç maddesi zaten değiştirilemez. Laiklik ve Atatürk ilkeleri tartışma konusu olamaz."

Hisarcıklıoğlu’nun yazdığı ve diğer örgütlerin katıldığı açıklama, küçük bir ek dışında, aynen benimseniyor. Hak-İş dahil.

ÜÇ ÜLKE ANAYASASI

Şimdi daire genişliyor. Açıklamada yer alan örgütlere yenileri ekleniyor. Tabipler Birliğinden Noterler Birliğine, MÜSİAD’dan TMMOB’ye, Barolara, Bankalar Birliğine uzanan halkada, Anayasa önerileri hazırlanacak.

İlk toplantı 2 Ekim’de. Muhtemelen kasım sonunda netleşecek önerileri, bu geniş halka Meclis Başkanı ile siyasal partilere sunacak. Tam bir sivil girişim.

Bir aydır TOBB içinde yürütülen ön çalışmalarda üç ülke anayasası gözden geçiriliyor. İspanya, Polonya, Güney Afrika. Yeni anayasa yapmış ve demokratikleşme sürecinden geçmiş üç ülke.

Türkiye normal anayasa yapmış bir ülke değil. 1921 ve 24 Anayasaları Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet ilanı gibi, devrimlerden sonra yapılıyor. 61 Anayasası 27 Mayıs, 82 Anayasası 12 Eylül ürünü. Darbe sonralarında. 2003 ve 2004’te ise, AB uyum sürecinde Anayasada değişiklikler var.

İLK KEZ NORMAL

İlk kez, normal yollardan yeni bir Anayasa söz konusu. Toplumun hemen tüm kesimlerinin katılacağı, sivil bir platform gerekli. TOBB öncülüğündeki çalışma onun için önemli.

Oysa, AKP hala altı öğretim üyesine hazırlattığı taslakla yol almaya çalışıyor. Kendi ideolojisini anayasal kurala dönüştürmek çabasında. Tepki, onun için bu kadar büyük.

Rifat Hisarcıklıoğlu çevresine sürekli pozitif enerji yayan bir kimlik. Türkiye ile temsilcisi olduğu özel sektör adına, yurt içinde ve dışında, oradan oraya koşuyor ve olumlu sonuçlar alıyor.

Umarım, anayasa önerileri de, bunlardan biri olur.

Amerikan nasihatleri

YOĞUN gündem arasında kaynıyor. Oysa, ABD Dışişleri Bakanlığı siyasi müsteşarı Nicholas Burns’ün Ankara’daki görüşmeleri, ABD’nin Türkiye’ye bakışını yansıtan ciddi mesajlarla dolu. Örneğin, Burns:

"Kongrenin, Ermeni soykırım tasarısını kabul etme eğilimini doğru bulmuyoruz. Siz en iyisi, Ermenilerle ilişkilerinizi düzeltin."

Yönetim kabulü doğru bulmasa bile, Burns yine de, "Ermeni soykırımı" deyimini kullanıyor. Niyet belli. İkinci nasihat ilkinden farksız:

"PKK terörünü önlemek için, siz en iyisi Kuzey Irak’taki yerel yönetimle işbirliği yapın."

Irak yönetimi ile değil, Barzani ile. Sanki ABD Irak’ta değil. ABD, PKK ile ilgili kılını kıpırdatmayı düşünmüyor. Niyet belli.
Yazının Devamını Oku

Brüksel’de yüzde 47 ile demokrasi sorusu

26 Eylül 2007
DÖNÜŞ çağrısını AB yapıyor.<br><br>AKP her fırsatta AB’den söz ediyor. Adını her fırsatta anıyor. Ama, pratikte unutmuş gibi görünüyor. Çünkü, o yönde pek bir hazırlık yok. Varsa bile, AKP eskisi gibi, AB’ye asılmıyor, izlenimi çok yaygın. Bu sadece Türkiye’de değil, dışarıda da, geçerli bir izlenim. Seçim sonrasında, Brüksel’de Türkiye ile ilgili hazırlık yeniden başlıyor. Pratik başlangıç, Türkiye ile görüşmelere kalındığı yerden devam, niteliğinde. Bunun ileri noktası var. Şimdiye kadar açılmayan bölümlerin, görüşmeye açılması yönünde.

VERGİ VE DEMİR-ÇELİK

Brüksel’de AB Komisyonu önümüzdeki günlerde iki bölümü görüşmeye açmayı düşünüyor. Biri vergi, diğeri demir-çelik.

Belki bunu doğrudan söylemiyor, ama, AB’ye uyum açısından, Türkiye’den yapılmasını istedikleri değişiklikler, bu iki bölümle ilgili. Çok teknik ayrıntılar. Örneğin, yabancı içkiden yerli içkiye göre, daha fazla vergi alınıyor, AB bu farkın kaldırılmasını bekliyor. Ya da, demir-çelikte rekabeti önleyen uygulamalara son verilmesini istiyor. Bunlar olayın ekonomik yönü.

AB önümüzdeki ay, en geç Kasım’da yıllık İlerleme Raporunu yayınlıyor. Ona hazırlık olmak üzere, AB’nin geri plana attığı Türkiye ve Türkiye’nin unuttuğu AB, haberlerde yeniden ilk sıralarda yerini almaya aday.

TEK VE ÇARPICI

Siyasal yönden, AB tek ve çarpıcı bir soru yöneltiyor. Brüksel’e bizden çeşitli kurumların temsilcileri ve yöneticileri gidiyor. Onlara sordukları soru şu:

"AKP yüzde 47’lik çoğunlukla yeniden iktidar oldu. Yüzde 47, Türkiye’nin demokratikleşmesini engeller mi?"

Ben iktidarım, istediğimi yaparım, mantığına karşı çıkan, hatta böyle bir mantığın yarattığı güvensizlikle, ortaya atılan soru.

Onlar doğrudan vurgulamıyor, ama açık ki, buradaki kaygı, İran ve Malezya humması.

AKP’nin AB’ye üyelik çabalarından hareketle, bu çabayı önemli bir ölçü alarak, İslama kayma tehlikesinin bulunmadığı, tersine AKP’nin daha fazla demokrasi istediği yolunda, Türkiye’de pek çok yorum var. Bazı bilim adamları, bazı iş adamları ve bazı gazeteciler bu kervana dahil.

Ama, AB’nin kendisi, AKP’nin bu çabasını bire bir gören en yetkili kurum olarak, bu çabayı hemen kabullenmiyor. Kafalarında yine de, soru işareti var.

301 VE 301

Yüzde 47 ile demokrasiden uzaklaşma tehlikesinde somut ölçü, TCK 301. İfade özgürlüğünü engelleyen madde.

AB 301’in değişmesi ve kalması ile demokratikleşme arasında bağlantı kuruyor:

"Yüzde 47 çoğunluğuna rağmen, AKP hálá 301. maddeyi kaldırmıyorsa, Türkiye’de demokratikleşmeden, ifade özgürlüğünden söz edilemez".

Bu kadar net.

Rahatsızlık sadece 301 ile sınırlı değil. Yüzde 47 ile demokratikleşmeden uzaklaşır mı, sorusu türbandan kadrolaşmaya kadar, beraberinde burada her gün geniş bir kesimi tedirgin eden rahatsızlıkları da kapsıyor.

AKP’yi aklamaya çalışan, AKP’nin her söylediğinde bir keramet bulanların, AB’nin sorusuna sırt çevireceğinden eminim.

Halkımız elektronikten anlıyor

MANZARA utanç verici.

İstanbul’da bir yabancı firma, elektronik ürünleri yüzde elliye varan indirimle satışa çıkaracağını açıklıyor. Satış dün.

Dün, ama alıcıların faaliyeti bir gece önceden başlıyor. Gece yarısından itibaren, kuyruklar başlıyor. Satış başladığı anda, insanlar birbirini eziyor, hatta yaralıyor, kapılar, pencereler aşağı iniyor, depolardaki ürünlere kadar saldırı alıp başını gidiyor.

Belli ki, halkımız elektronik ürünlere meraklı. O merakı hiç bir kuralın engellemesi söz konusu değil. Dünyadaki teknolojik gelişmelere uyum, aziz halkımızda müthiş.

Sadece vitrinlere ve depolara saldırı, birbirini ezme. O kadar olacak. Benim aziz halkımın hiç kusuru yok. Kusur, o ürünlerin fiyatını yüzde elli indirimle sunan teknoloji marketinde.

Benzer indirim AB’nin herhangi bir ülkesinde yapıldığında, böyle manzaralar yok. Neden? Çünkü, onlar elektronik üründen anlamıyor.
Yazının Devamını Oku

Gözde kavram, local business

25 Eylül 2007
YAVAŞ yavaş, alıştırarak, arada bir dayatmayla, sessiz çoğunluğa kendi yaşam biçimini kabul ettirmeye, resmi olmayan, sivil girişime mahalle baskısı deniyor. Radikal dinciliğe giden en tehlikeli yol. Amerikalıların diliyle, local business. Business birebir karşılığı ile anlamında. Burada süreklilik ve uğraş ifade ediyor. Yerel (local) olarak, sürekli çalışma. Amaca ulaşıncaya kadar.

Local business, ABD’de din üzerinde çalışan sosyologların şu sırada üzerinde en çok durduğu kavram. Sistemin dinsel niteliğe kaymasının önemli yolu olarak mahalle baskısını görüyorlar. Bazı Amerikan üniversitelerinde, local business üzerine tezler yazılıyor.

ILIMLI DİYE DİYE

Türkiye’deki mahalle baskısı ve yeni Anayasa tartışmalarını, Amerika yakından izliyor. Türkiye İslam’a mı kayıyor, kaygısı.

AKP iktidara geldiğinde, onların icat ettiği ve Avrupa’nın da, başta katıldığı ılımlı İslam (moderate Islam) kavramını Türkiye için, politik olarak artık kullanmak istemiyorlar. "Ilımlı" diye diye, mahalle baskısına geldiğimiz için. Bir kaç aşama sonra, iş ılımlı olmaktan çıkabilir, görüşü.

Bu noktada, yeni Anayasa taslağı çalışmaları da, onların dikkatini çekiyor. Geçen hafta, biri üniversitede öğretim üyesi, diğeri Türkiye ile de ilgili düşünce kuruluşunda çalışan iki Amerikalı ile onların isteği üzerine, görüşüyorum.

DAYATMANIN ADRESİ

Adamların sordukları sorulara bakın:

"- AKP demokrasi ve düşünce özgürlüğü üzerinde çok duruyor. O halde, TCK’da 301 neden hálá duruyor? 301 varsa, ifade özgürlüğü nasıl var?

- AKP kendi gerçek gündemini mi dayatmaya başladı? Hazırladıklara Anayasa taslağı, kendi gündemini Anayasa üzerinden dayatmak mı?"

301’i ifade özgürlüğünün sembolü olarak görüyorlar. Demokrasi diye diye, Anayasa taslağına da, yapılan atamalarla birlikte, devleti ele geçirmenin yöntemi olarak bakıyorlar.

İKİ TEKNİK SORU

İkisi de, Türkiye hakkında ayrıntılı bilgiye sahip. İki teknik soru, bunun göstergesi:

"-Türkiye’de Savcılar ve Hakimler Yüksek Kurulu’nun başkanı Adalet Bakanı. Bu durum, yargı bağımsızlığını etkiliyor mu?

- Türkiye Medeniyetler İttifakı çalışmalarına katılıyor ve çok aktif. Bu ittifak, sadece dinler arasında değil, ama aynı zamanda, ülkelerin kendi vatandaşları arasında din ve dil farkı gözetmeden, devletin herkese eşit davranmasını öngörüyor. Oysa, Türkiye’de yaşayan azınlıklara ait vakıflar hala serbest değil. O zaman, Türkiye Medeniyetler İttifakı’ndan ne anlıyor?"

İkinci soruyu, Türkiye’yi yönetenlerin yanıtlaması gerek. İlk soru ise, iktidarın siyasal felsefesi doğrultusunda yargıyı etkilediği inancına dönük. Bunun ötesinde, Amerika’da AKP’ye karşı beliren güvensizliğini yansıtıyor.

Amerika’da sistem şöyle çalışıyor. Üniversite ve düşünce kuruluşlarında uç veren fikirler, bir süre sonra, yönetime ulaşıyor. Yönetim, kendi süzgecinden geçiriyor ve ardından politikaya dönüştürüyor.

Dolayısıyla, o öğretim üyesi, öteki bilmem nerede çalışıyor, gibi hafife almak, yanıltıcı.

AKP dışardan artık eskisi gibi görünmüyor. Ilımlı İslam, artık tehlikeli bir kavram. Şimdi gözde kavram, local business (mahalle baskısı).

AKP’nin kuyruğuna takılan, kendilerini demokrasi havarisi ilan eden, her iktidar önünde diz çöken bazılarına duyurulur.
Yazının Devamını Oku

Kimse bana acımasın ben tam bir insanım

23 Eylül 2007
Etten ve kemikten bacağın yerini alan mekanik parçayla olimpiyatlara hazırlanıyor Kortney Clemons. İki buçuk yıl önce Irak Savaşı’nda sol bacağını kaybetti Clemons. O ilk anın şokunu atlattı. Kendini tekrar buldu spor sayesinde. Tıpkı sakatlar ordusundaki yüzlerce diğer asker gibi...
/images/100/0x0/55ea3f59f018fbb8f873cce2
Sabah gözlerini açıyor, her tarafı sancı içinde, dişleri bile acıyor. Çevresine bakıyor, beyaz çarşaflar, beyaz karyolalar, hemşireler. Evet, burası hastane.

Yatağında doğrulmak istiyor, zorlanıyor. Üzerindeki yorganı çektiğinde, o da ne, aman Tanrım, tek bacağı yok. Hüngür hüngür ağlamaya başlıyor.

27 yaşındaki Kortney Clemons, 2005 yılı şubat ayında Irak’ta devriye gezerken, bindikleri cip bombalı saldırıya uğruyor. Dört asker hemen orada ölüyor. Clemons kanlar içinde yerde yatarken, yardıma koşan askeri ambulans, onun kurtulacağına ihtimal vermiyor.

İlk yardım, Bağdat’ta ilk tıbbi müdahale, uçakla Almanya’da ABD’ye ait askeri hastane derken, tek bacağını kaybediyor, ama hayatı kurtuluyor.

Bir süre sonra, kopan bacağın yerine protez takılıyor. Etten ve kemikten bacağın yerini, demirden ve çelikten, vidalı, soğuk bir mekanik parça alıyor. Kendini ayakta tutan, ama kendine ait olmayan bir demir parçası.

Demir parçasını bacak yerine taşırken fiziki olarak yoruluyor, manevi olarak bitap düşüyor. Hayata iyice küsüyor. Günde beş, altı kez, o demir parçasını koparıp atmak geliyor içinden. Sonra mantık ağır basıyor ve o parçayla iyi geçinmek gerektiğine bir kez daha inanıyor.

ONU SPOR KURTARDI

Kendi kendine bu işkenceden onu kurtaran spor oldu: "Bir ayağım yok diye, nefes almaktan vazgeçmek anına yaklaştığımda, imdadıma spor yetişti. Spor, hayatı bana olduğu gibi kabul etmeyi öğretti, bir adım ötesi, hayatın rekabete dayalı olduğunu yeniden anımsattı."

Hayata yeniden başlamak duygusuyla er Kortney Clemens koşmaya başlıyor. Antrenman ve spor olsun diye değil, engelliler arası yarışlara katılmak üzere.

İddialı olduğu dal, 100 metre. Biri etten ve kemikten, öteki demir ve çelikten bacaklarıyla, Clemons altı ay içinde 100 metreyi 14.14 saniyede koşmayı başarıyor.

Irak savaşında sakat kalanlar ordusu içinde, uluslararası engelli yarışlarına katılan ilk sakat asker o. Geçen yıl Güney Kore’de, bu yıl mayısta Manchester’daki dünya şampiyonasında ve Ağustos’ta Rio de Janeiro’daki PanAmerikan Oyunları’na katılıyor. Gelecek yıl Pekin’deki bedensel engelliler oyunları Paralympics’te 100 metrede altın madalyaya göz dikiyor.

32 GÜNDE 15 AMELİYAT

Clemons ilk olduğu için, ondan çok söz ediliyor. Onun yanında, gündemdeki diğer sakat, bir kadın teğmen, Melissa Stockwell (sağda). Bağdat’taki bir bombalı saldırıda onun da arabası havaya uçuyor. Kendinden geçen Melissa, gözlerini 32 gün sonra açıyor. 32 günde tam 15 ameliyat geçirmiş. Şimdi o da, tek bacaklı.

Yaşama hırsıyla o da spora yöneliyor. O yüzüyor. 100 metre serbest ve 100 metre kelebek yüzme yarışlarına katılmak üzere, engelli olimpiyatlarına hazırlanan takımda yerini alıyor.

Vietnam Savaşı’nda her dört yaralı Amerikan askerinden biri ölüyor. Gelişen tıp sayesinde, Irak’ta her on yaralı askerden biri hayatını kaybediyor. Bu iyi sonucun, acı bir bilançosu var: Sakatlar ordusu.

Şu anda, Irak’ta elini, kolunu, bacağını kaybeden 594 Amerikan askeri, çeşitli spor dallarında 2008 engelliler olimpiyatlarına gidecek takıma katılmak amacıyla, birbiriyle yarışıyor.

Hepsinin ağzında aynı cümle: "Kimse bana acımasın, ben tam bir insanım."

Acımak, o duygu arkada. Amerika onlara ağlıyor.

HANGİ GAZETEYİ AÇSAM ASKER HABERİ VAR

Bir hafta kaldığım ABD’de hangi gazeteyi ya da dergiyi açsam, her gün Irak Savaşı’na ilişkin siyasal ve askeri haberler görüyorum. Birkaç sütunluk haberler. Bunun yanı sıra, tam sayfa, ama birkaç tane tam sayfa. İki tür fotoğraf ve haber var. Biri, isim ve tarih vererek, "son bir ay içinde toprağa düşenler" başlığı altında, Irak’ta ölen Amerikan askerlerinin fotoğrafları. Diğeri, savaşta sakat kalanlar ve yeni hayatlarına ilişkin röportajlar. "Sakat kalanların spora yönelmesi ve engelli olimpiyatları hazırlıklarına dönük" haberler.
Yazının Devamını Oku

Kendine kurşun sıkan Türkler

22 Eylül 2007
<b>WASHINGTON</b><br>TEPEDE bir kuruluş var. Amerika’da çalışan Türkler arasında dayanışmayı sağlamak. Onları birbirine kaynaştırmak. Birbirinin çıkarını korumak. Birlikte hareket etmeyi kurumsal hale getirmek.

Bunları yaparken, gözlerini, yaşadığı Amerika’ya çevirmek. Amerika’da Türkiye’yi tanıtmak. Amerika ile Türkiye arasında iletişimi geliştirmek. Türk-Amerikan ilişkilerinde gerilimleri azaltmak. Türkiye çıkarına çalışan Kongre üyelerinin yeniden seçilmesini sağlamak için, onlara destek vermek.

Bütün bu işleri yapmak üzere, Amerika’da yaşayan Türkler, bulundukları bölgelerde Amerikan-Türk Derneği kuruyor. O dernekler, toplam 62, tepede şemsiye bir kuruluşa bağlı: Amerikan-Türk Dernekleri Birliği (ATAA).

Kağıt üstünde ulvi amaçlar.

MAHKEMELİK

Pratikte ise, anılan birlik içinde çalışan Türkler birbirini yemekle meşgul. O kadar ki, kendi içlerinde mahkemelik.

ATAA içinde bir gurup, ATAA yönetimini mahkemeye veriyor. "Toplanan paraların kayıtlarının düzgün tutulmadığı, paranın tüzüğe uygun yönetilmediği" iddiasıyla.

ATAA Yönetimi de, bu iddiaları yalanlıyor, "aramızda kutuplaşma yaratarak, birbirimizle uğraşmak yerine, kendi içimizi düşmanlarımıza açıyoruz" savunmasıyla.

Bu iddia ve savunmada kim haklı, kim haksız, iddialar doğru mu, değil mi, onu bilmem mümkün değil. Önceki gün, iki tarafın temsilcileriyle de, görüşüyorum. Birbirlerine yönelik suçlamak, müthiş. Sanki kan davası.

Ancak, bir gözlemim var. Mahkemeye düşecek kadar, birbirlerine girmiş olan Amerika’daki Türkler, kendi aralarında bir şeyleri paylaşamıyor. Mahkemeye düşmeden, aralarındaki sorunları çözemiyor.

Bu da, Amerika’da alay konusu. Ayrıca, Türkiye’ye zarar veriyor. Oturup konuşarak çözmek yerine, kanlı-bıçaklı hale gelmek. ATAA amaçlarını bir yana bırakıyor, kendi iç kavgasıyla meşgul.

ERMENİLER SEVİNÇLİ

ATAA’nın iç kavgası karşısında, özellikle Ermeniler zil takıp oynuyor. Asbares isimli, ABD’de yayınlanan Ermeni gazetesinde çıkan şu yazıya bakın:

"ATAA birbirini mahkemeye vermek için en uygun zamanı seçti. Biz, birbirimize kavgacı deriz, Türkler bizden beter. Türkiye’nin Amerika’da ve kendi ülkesinde zor günler yaşadığı bir dönemde, bunların birbirine düşmesi, bizim içimiz bulunmaz fırsat."

Yazının neyi kastettiği ortada. Şu günlerde, Ermeni soykırım tasarısının Kongre’den çıkması, an meselesi. Bizimkiler, sözüm ona, tasarıyı engellemek üzere, lobby yapacaklar. Ama, birbirlerine lobby yapmaktan, asıl sorunla uğraşmak, şimdi ikinci planda.

Son bir not, aziz devletimizin ATAA içinde kolu biraz uzun.

Yani, Ankara’daki sürtüşme, ATAA’ya kadar yansıyor.

Bizim milliyetçiler internet gösterisinde

AMERİKA, Vietnam’da ölenlerin anısına, Washington’da bir anıt dikiyor. O anıtın bir web sayfası var. Bizden milliyetçi bir Türk hacker (internet sitesini bozan kişi), bu web sitesini bozarak, Türkçe ve İngilizce, şunu yazıyor:

"Var mı dünyada Çanakkale şehitlerimizin eşi, benzeri. No PPK, no USA, no Ermeni, no İsrail."

Adam, o kimse, bu yazıyla birlikte, web sitesine bir de Türk bayrağı çekiyor.

Olay, FBI’a yansıyor, yani Amerikan güvenlik güçlerine. Washington Post gazetesine göre, bizim büyükelçilik açıklama yapıyor, "bu organize bir hareket değildir".

Tam Ermeni soykırım tasarısı sırasında, Türkiye adına bir eksi puan daha. Sıradan ve önemsiz gibi görünen bu provokasyonları, karşı taraf tahminlerin ötesinde, kendi çıkarına kullanıyor.

Bir delinin attığı taş ve kırk akıllı hikayesi.
Yazının Devamını Oku

Rumi Forum ile Ebru TV

21 Eylül 2007
WASHINGTONSON on yılda Amerika’da en çok okunan kitap hangisi? Tahmin etmeniz mümkün değil. Mevlana’nın ünlü yapıtı Mesnevi. Tam satış rakamını öğrenmek mümkün olmuyor, ama toplam satış miktarı olarak, en çok satan kitap Mesnevi.

Nedeni var. Son yılların en büyük sosyal akımlarından biri, dinlerarası diyalog, barış ve bir dönem dünyayı sarsan, uygarlıkların çatışması tezine karşı çıkan kültürlerin uzlaşması.

İşte, buna dayalı olarak, Amerika’da yaşayan Fethullahçılar bir düşünce platformu oluşturuyor. 1999’da kurulan forum, son birkaç yıldır daha faal.

Forum, adını Amerika’da en çok satan kitabın yazarından alıyor, Rumi Forum. Mevlana Celaleddin Rumi’yi anımsatmak üzere.

KONGREDE İFTAR

Geçen akşam Rumi Forum Amerikan Kongre binasında, Amerikalı Kongre üyelerine iftar veriyor.

Amerikalıların oruçla ilgisi yok, ne orucu? Ama, farklı dinler bir araya geliyor, işte size, dinlerarası diyalog örneği. İftarda Hıristiyanlar da var, Museviler de.

Hatta, İstanbul’daki Ermeni Patriği Mutafyan da davetliler arasında.

İftarın onur konuşmacısı İslam Kalkınma Örgütü Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu. İslam felsefesi ve dinlerarası diyalog üzerinde duruyor. Mutafyan davete teşekkür etmekle yetiniyor. İftara katılan yedi-sekiz Amerikan senatörü, felsefi konuşmaları ilgiyle izliyor.

Rumi Forum, Müslümanların kandillerini, bayramlarını kutlamanın yanı sıra, diğer dinlerin özel günlerini kutlayan mesajlar yayınlıyor.

Fethullah Hoca Amerika’da boş durmuyor.

U YERİNE LALE

O kadar boş durmuyor ki, birkaç ay önce Amerika’da yeni bir TV kanalı kuruluyor. Ebru TV. Ebrunun u’su, lale biçiminde.

Dün Ebru TV’nin haberlerini izliyorum, programlarına bakıyorum. Ekranda bir Amerikalı spiker, herhangi bir haber kanalından farksız, Amerika ve dünya gündemiyle ilgili İngilizce haberler okuyor. Özel durum yok.

Özel durum, programlarda. Gün boyu programları arasında iki program başlığı ve içeriği dikkat çekici. Biri, Beşinci Boyut, diğeri Yansımalar, ikisi de İngilizce. Dinsel, daha çok İslam ağırlıklı programlar.

Ebru TV’nin Türkiye bağlantıları, Samanyolu TV, Mehtap TV ve Today Zaman Gazetesi.

Tamam değil mi? Ebru TV Fethullahçıların, Türkiye bağlantıları yine aynı gruba bağlı.

Fethullah Hoca
Amerika’da boş durmuyor.

Orhan Pamuk en prestijli programda

ÇOK uzun süredir TV’de canlı yayında sohbet denildiğinde akla gelen yapımcı, CNN International’de Larry King.

Onun tahtını PBS kanalında şimdi Charlie Rose sarsıyor. Son zamanlarda, Amerika her akşam Rose’u izlemek üzere, ekran başına geçiyor.

İki akşam önce Rose’un konuğu Orhan Pamuk. İlgiyle izlediğim programda Orhan Pamuk edebiyat anlayışından Türkiye’deki siyasal ortama kadar, çeşitli soruları yanıtlıyor. İşte, bazı satır başları:

- Edebiyat kendimizi anlamak için, büyük hazine, romanı onun için yazıyorum.

- En çok etkisinde kaldığım yazarlar Proust, Thomas Mann, Dostoyevski ve Tolstoy.

- Üzerimde politik baskı hissettiğim için, iki yıldır yurtdışında yaşıyorum.

- Atatürk laik bir Cumhuriyet kurmuş, bunu yerleştirmek için orduya dayanmış. Ben, Atatürk Cumhuriyeti’nin ürünüyüm. Atatürk, çağdaş uygarlık hedefi diyerek, Batı’yı örnek almış.

- Türkiye’de iktidar mücadelesi var. Seçilmiş AKP iktidarı, ordu ve bürokrasi arasında. Seçimi AKP kazandığına göre, ordu buna saygı göstermeli.

- AKP radikal dinci bir gelenekten geliyor, ama AB’ye yönelerek, çağdaş uygarlığı yakalamak istiyor. Liberal ekonomi uygulayarak, radikal İslam’dan ayrılıyor.

Son anda değişmezse, Amerika’da 5 Ekim’de önemli bir buluşma var. Orhan Pamuk ile Salman Rüşdi bir internet sitesinde, baş başa canlı sohbete katılacak.

Orhan Pamuk hak ettiği ilgi ve saygıyı Amerika’da daha çok görüyor.
Yazının Devamını Oku

Yazmaya elim varmıyor

20 Eylül 2007
<b>WASHINGTON</b><br>GEÇERLİ ve anlamlı bir tanım var Washington’da Ermeni tasarısıyla ilgili olarak: "Bush artık İncil’e el bassa, kendi partisi ya da Demokratlar, Temsilciler Meclisi üyeleri, başka bir kitaba el basar."

Bu gerçekçi tanımın Türkçesi şu:

1- Ermeni soykırımını tanıyan yasa, bir kaç ay içinde Temsilciler Meclisi’nden geçiyor. Buna kesin gözüyle bakılıyor.

2- Bush ve Dışişleri Bakanı Rice, tasarının çıkması için canını dişine takan Meclis Başkanı Pelosi’ye istedikleri kadar mektup döşensin, nafile. Bush’u takan artık yok. Bush’un karizması yerle bir. Ona yakın görünmek, onun dediği yönde davranmak, o kişi için, hatta kötü şöhret sahibi olmaya yetiyor.

Ok yaydan çıkmış gibi. Amerika’da pek çok çevre, tasarının peşini bırakmaya niyetli değil.

KÖTÜ HABER

Bundan daha kötü haberler bekliyor bizi.

Birkaç ay sonra, Ermeni soykırımını tanıyan yasa.

Gelecek bir kaç yıl içinde, soykırım karşılığında belki tazminat talebi.

Daha sonra, kim bilir ne? Duyuyorum, yazmaya elim varmıyor.

Adamlar öyle kararlı ki, örneğin, Türkiye bir ara Ermeni sınırını açmayı düşünüyor. Bu tezi, Washington’da, tasarıya imza atan senatörlere açıyor, yani "biz sınırı açarsak, siz imzanızı geri çeker misiniz" gibi bir yoklama. Adam oralı değil:

"Sınırı açmakla, bu tarihsel trajedi değişir mi? Ne ilgisi var?"

Ermeni diasporası gece gündüz çalışıyor, kendi isteği doğrultusunda sonuç almayı da, biliyor.

"Konuyu TV’de tartışalım" türünde Türkiye’nin girişimine, herkes soğuk. Kısaca, bu konuda Amerika’da hiç kimse Türkiye’yi dinlemeye yanaşmıyor.

KÖRDÜĞÜME DOĞRU

Bu gürültüye son olarak, Yahudi Lobisi (ADL) katılıyor. Onlara ne oluyor?

"Bu faciayı biz yaşadık, onun için Ermenileri anlıyoruz" tezi.

Yahudiler içinde bu fikir aslında yıllardır kaynıyor. Ortaya şimdi çıkıyor. İsrail Cumhurbaşkanı Perez’in, "olayı tarihçiler çözmeli" görüşü, askıda kalıyor.

Olay, o kadar çok yönlü ki, işin içine Türk-Amerikan ve Türk-İsrail ilişkileri giriyor.

Bu durumda, Türkiye’nin çok geniş katılımlı bir çerçevede, nasıl bir politika izlemesi gerektiğini en ince ayrıntısına kadar inerek, belirlemesi gerek.

Washington’da Amerikalılardan dinlediklerimden sonra, gece gözüme uyku girmiyor.

Türkiye son yılların en ağır hummasına tutulmanın eşiğinde.

Dünya Bankası Başkanı sordu

AMERİKA’daki siyasal havanın tersine, konu ekonomik ilişkilere gelince, kapılar başka türlü açılıyor. Tam bir çelişki.

Türk özel sektörü TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun elinde sihirli bir anahtar gibi. Özellikle bizim bölgemizde, Orta Asya, Afganistan, Pakistan dahil, Türk işadamlarının önünün açılmasına çalışıyor. Ama, tarihi İpek Yolu’nun canlandırılması, ama bölgesel yatırım, her görüştüğü kişiye, bunu anlatıyor. Türkiye’ye yönelik siyasal kuşatmayı, ticaretle aşmayı deniyor. İlginç olan, destek de görüyor. Çünkü, gerek AB ülkelerinde, gerekse Amerika’da siyaset, ticaret erbabının süzgecinden geçiyor.

Hisarcıklıoğlu, Clinton’ın Dışişleri Bakanı Albright ve Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellik ile görüşüyor. İkisi de, Türkiye’ye katkıya hazır. Hatta Zoellik, "Türkiye’nin ekonomik öncelikleri neler" diye soruyor. "Son politik gelişmeleri nasıl görüyorsunuz" sorusunu ihmal etmeden.

Kredi ve benzeri teknik konulara girildiğinde, Dünya Bankası Başkanı, Türk özel sektörüne yeşil ışık yakıyor.

Siyasette yoğun bakıma alınan Türkiye, ekonomi odasından umutlu çıkıyor.

İki İstanbul aşkı

DÜNYA Bankası Başkanı Zoellik sohbet sırasında Hisarcıklıoğlu’na:

"Ankara’ya geldim, ama o kadar istediğim halde İstanbul’u göremedim. Bu yaşa geldiğim halde, dünya kenti İstanbul’u göremediğim için utanıyorum."

Bu kadar içten, bu kadar yalın. Hisarcıklıoğlu, Dünya Bankası Başkanı’nı İstanbul’a davet ediyor.

Eski bakan Albright’ın İstanbul aşkı daha başka. O İstanbul’u kendi ofisinde yaşıyor. Ofiste yerde koca bir halı, "Kapalı Çarşı’dan aldım" diyor. Kütüphanesinde, yine İstanbul’dan aldığı Osmanlı Ansiklopedisi, İngilizce. Albright, gözünde tütüyormuş gibi, ekliyor: "Dünyada en çok sevdiğim kent İstanbul."

Biz, İstanbul’a nasıl bakıyoruz?
Yazının Devamını Oku