Yalçın Doğan

Anayasa’ya çok hoş ’vatandaş’ önerileri

9 Ekim 2007
BAZEN elektronik posta, bazen telgraf, bazen de kargacık burgacık el yazılarıyla AKP Genel Merkezi’ne vatandaş önerileri yağıyor. Anayasa değişikliği ile ilgili. Neden vatandaş? Çünkü, gönderilen önerilerin altında, genellikle vatandaş yazıyor. Gönderen adını, adresini de yazıyor, ama mektubun altında sağda vatandaş, solda isim ve adres. Türkiye’nin dört bir yanından, kentlerden, köylerden ve çeşitli mesleklerden.

Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat bunlarla ilgili bir dosya tutuyor. Günü geldiğinde, değerlendirmek üzere.

Hiç kimse, Anayasa tartışmaları belli bir kesimin, bilim adamları, siyasetçi ya da hukukçuların işidir demesin. Halk, kendi iradesiyle bu tartışmalara katılıyor ve en iyisini istiyor. Hangi anlamda en iyisi?

Egemenliği kendi kullanmak anlamında.

İLGİNÇ ÖRNEKLER

Vatandaş önerileri arasında hangi ilginç örnekler var?

Belli ki, pamuk üreticisi, pamuk fiyatının belirlenmesini Anayasa’da görmek isteyen çiftçiler var.

Belli ki, kiracı, oturduğu apartmanda, kiracı-mülk sahibi ilişkisinin düzgün gitmediği bir ortam var, bunun Anayasa’da düzenlenmesini istiyor.

MGK’yı ön plana çıkartan düşünceler arasında, Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının toplantıya sivil kıyafetle katılması önerileri var. Ya da MGK’ya muhalefet liderinin de katılmasını uygun görenler.

KADINLAR ASKERE

Bir başka vatandaş önerisi, kadınların da askere alınmasını istiyor. Ama nasıl?

Askere alınacak kadınların on ay süreyle sosyal hizmet alanlarında, sağlık kurumlarında çalışmasını öneriyor. Kadın-erkek eşitliğinden hareketle. Vatandaş bunu uzun uzun anlatıyor.

Milletvekili sayısının indirilmesi, seçim sistemi gibi, siyasal sistemi temelden değiştirmeyi öngören arayışlar da var, kişisel dertlerle bağlantılı, Anayasa’da olmayacak ayrıntıya inen öneriler de.

ASIL MESELE EGEMENLİK

Ve özgürlükler. Dengir Mir Mehmet Fırat:

"Anayasa taslağında özgürlüklerin sınırlandırılması çok ağır kurallara bağlanıyor, yani özgürlüklerin sınırı çok genişletiliyor. İlgili her maddede, o maddeye göre, özgürlük önce tanımlanıyor, sonra farklı sınırlamalar geliyor".

İşin özünde egemenliğin kullanılması yatıyor. Fırat:

"1924 Anayasası egemenliği Meclis’e bırakıyor. 1961 ve 82 Anayasaları, egemenliğin kullanımını yetkili organlara devrediyor. Akla gelen her türlü organa, RTÜK, Tütün ve Alkol Kurulu, aklınıza ne gelirse, konusuyla ilgili kurumlar, egemenliği kullanıyor."

Fırat’ın çarpıcı bir değerlendirmesi var:

"Bugünkü Anayasa tartışmalarında asıl kavga, egemenliğin kullanımı ile ilgili. Egemenliği bugüne kadar kullanmış yetkili organlarla, bizim gibi, halkın kullanmasını isteyenler arasında. Bütün kavga bu".

Siz, sahip olduğunuz egemenliğin Anayasada sayılacak yetkili organlar eliyle mi, yoksa yasama, yürütme ve yargı eliyle mi kullanılmasından yanasınız?

İşte, sizin demokratlığınızın ölçüsü.

Profesyonel ordu

TERÖRLE mücadelede kısa vadeli olan, askeri önlem. Ama, asıl bölge halkındaki aidiyeti ayakta tutacak, uzun vadeli çözüm.

Terörün yeniden şiddetlendiği bugünlerde, kısa ve uzun vadeyi yeniden düşünmek zamanı. 28 ülkenin PKK terörünü desteklediğini bilerek.

Kısa vadeli askeri çözümde, iyi bir fikir ve eylem var. Profesyonel orduya geçmek. Bunun için zamana ihtiyaç var. Ancak, olaylar o zamanın mümkün olan en kısa süreye çekilmesini zorunlu kılıyor.

Terör 23 yıldan bu yana sürdüğüne göre, her türlü dış destek de olsa, demek biz bir şeyleri yanlış yapıyoruz. PKK’nın bu kadar ayakta kalabilmesini, sadece dış desteğe bağlamak doğru değil.

Sorun, terör sürerken, hatta kendi bölgesinin insanlarını öldürürken, nasıl oluyor da, o insanlarda Türkiye’ye aidiyet zayıflıyor?

On üç askerimizin şehit düşmesi, çoktan taşmış olan sabrı, yeniden fitilliyor. Halk olarak, öfke duymak çoktan hakkımız. Ama, ülkeler öfkeyle yönetilmiyor.
Yazının Devamını Oku

O kordona yakında gülüp geçecekler

6 Ekim 2007
BİR baraka. Barakanın yarısı bir ülkede, diğer yarısı öteki ülkede. İki ülke aynı kanı taşıyor, ama birbirine düşman. Barakanın tam ortasında bir masa. Masanın iki ayağı bir ülkede, öteki iki ayağı diğer ülkede. Masanın ortasından bir kordon geçiyor. O kordon iki kardeş, fakat birbirine düşman o iki ülkenin sınırı. Kuzey Kore ile Güney Kore’nin.

Yıllar önce, Güney Kore’ye gittiğimde, Seul’e iki saat uzaklıktaki, Kuzey-Güney Kore sınırında gördüğüm bu manzarayı unutmuyorum. Aralarındaki savaşı ve tarihi bilmeme rağmen, o kordonu, o barakayı, ve o düşmanlığı anlamakta yine de güçlük çekiyorum.

Bugün o kordon artık tarihe karışmak üzere. Daha zamanı var ama, Doğu ve Batı Almanya’yı ayıran Berlin Duvarı’nın yıkılması, iki Almanya’nın birleşmesi gibi.

25 MİLYON DOLAR

Pasifik Okyanusu’nda bir adada, kara para aklayan bir banka var. O bankada 25 milyon dolar gibi, bir ülke için küçük miktardaki para, büyük işler başarıyor.

25 milyon dolar Kuzey Kore’ye ait. Ama, Amerika altı ay önce o parayı, o bankada bloke ediyor. Kuzey Kore, Amerika’nın elli yıldır düşmanı. Üstelik, son yıllarda, araları iyice açık. Kuzey Kore nükleer denemeler yapıyor. Amerika buna karşı. Ayrıca, Amerika Kuzey Kore’yi terörist ülkeler listesine alıyor.

Şimdi ilişkiler tersine dönüyor. Elli yıldır, Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmüş Kore liderleri bir süredir birbirilerini ziyaret ediyor. Yedi yıl önce atılan adım, şimdi ürün vermek üzere.

DERİN UÇURUM

Kuzey ile Güney Kore arasında derin uçurum var.

Güney sanayileşmiş, alıyor başını gidiyor. Kişi başına gelir Güney’de 25 bin, Kuzey’de bin dolar. O sefalete rağmen, nükleer deneme gibi, çok pahalı teknoloji ile halkını avutan Kuzey Kore tam bir diktatörlük. İki ülke arasında ekonomideki uçurum, sağlığa, eğitime, konuta, her şeye yansıyor. Ve şimdi düşmanlık ortadan kalkmak üzere. Amerika’nın baş rolde olduğu bir senaryo ile.

Kuzey-Güney yakınlaşmasında son yumuşama 25 milyon dolar üzerinden. Kuzey’in, nükleer denemelerden vazgeçmesi karşılığında, Amerika 25 milyon dolarlık blokajı kaldırıyor. Kuzey o para için, inim inim inliyor.

Ne var ki, banka kara para akladığı için, Amerika parayı oradan çekemiyor. Çin’e göndermek istiyor. Çin, bu belalı paraya dokunmaktan kaçınıyor, sonunda Beyaz Saray bir Rus bankasını devreye sokuyor, para Rus Bankası üzerinden Kuzey’e gidiyor.

Aynı anda, yine Beyaz Saray, Kuzey Kore ile serbest ticaret anlaşması imzalamak üzere, masaya oturuyor.

Dünyanın öbür ucunda yaşanan bu olay, kendi içine kapanmış Türkiye’nin umurunda değil. Oysa, olay sadece dış politika açısından değil, baştan sona, iç politikada yaşadığımız uzlaşmazlıkların, karmaşanın, gerilimin, düşmanlar arasında bile nasıl giderilmekte olduğunun müthiş bir örneği.

Değişen dünyada, değişen motifler. Türkiye bu motivasyona çok uzak, izlemiyor bile.

Ermeni tasarısının eli kulağında

ANKARA’da umutlar, yerini tedirgin bir bekleyişe bırakıyor.

Başbakan Erdoğan kaç gündür Bush’tan telefon bekliyor. Dün öğle saatlerine kadar, o telefondan haber yok. Amerikan Temsilciler Meclisi’nin Ermeni Soykırım tasarısını kabul etmesi, kesin gibi. Erdoğan tasarıyı önlemek üzere, son bir hamle düşünüyor.

Hatta, bir ara Abdullah Gül Bush’a mektup yazmayı düşünüyor. Ankara’ya, "bu iş bitti, tasarı geçiyor" yolunda haberler gelince, Gül mektuptan vazgeçiyor.

Tasarının iki haftaya kadar kabul edileceği bildirilirken, Türk-ABD ilişkilerinde varolan tatsızlığın iyice artacağına kuşku yok.
Yazının Devamını Oku

Öğrenci, hoca gereksiz açılış tamam

5 Ekim 2007
ÖĞRENCİSİ yok. Hocası da yok. Ama, üniversite yine de açılıyor. Muş’ta. Üstelik açılış için tören bile düzenleniyor. Tam kara mizah. Muş’taki üniversitenin kurucu rektörü Elazığ Fırat Üniversitesi rektörü. Açılışı o yapıyor. Vali, vali yardımcısı, savcı, garnizon komutanı ve oda başkanlarının katıldığı bir törende. Törende, kentin büyükleri var, ama üniversitenin asli ve temel üyeleri, yani öğrencileri eksik. Üniversitenin adı var, resmi açılışı var, ancak öğrencisi yok.

Elazığ Fırat Üniversitesi rektörünün yükü ağır. Muş’tan önce de, Bingöl’deki üniversitenin açılışını yapıyor. Muş ve Bingöl’de rektör ve öğretim kadroları bulunmadığı için, Fırat Rektörü oradan oraya koşuyor, açılışlara yetişiyor, kurucu rektör sıfatıyla.

81 İLE ÜNİVERSİTE

Geçenlerde Meclis’teki resepsiyonda, Tayyip Erdoğan şunu söylüyor:

"Şu anda dokuz ilimizde üniversite yok. En kısa sürede bu dokuz ile üniversite kurulmasına ilişkin yasayı Meclis’e getireceğiz."

Halen üniversitesi bulunmayan dokuz il Şırnak, Hakkari, Iğdır, Ardahan, Gümüşhane, Bayburt, Bartın, Yalova ve Tunceli. Hedef şimdi bu illere de üniversite kazandırmak.

Muhteşem bir fikir. Ama, hocası olmayan, öğrencisi olmayan üniversiteler kervanına, benzerleri eklemek ne anlama geliyor, orası ayrı. Üniversite üzerinden siyasal rant sağlamak mı? Üniversite kurarak, o ile ve çevresine ekonomik katkı sağlamak mı? Ne?

Olaydaki bir başka kara mizah, o üniversitelere ayrılan bütçe. Acı gerçeği Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Akaydın dile getiriyor:

"Yeni üniversitelere ayrılan yatırım bütçesi ile, İstanbul’da bir daire alamazsınız."

Devamı var:

"Bizde 115 üniversiteye ayrılan bütçe, Amerika’da bir üniversitenin bütçesi ile aynı."

Bunları söyleyen bir rektör.

HAVAALANLARI GİBİ

Geçmiş iktidar dönemlerinde adet başka. Onlar da, her ile havaalanı açmak sevdasına kapılıyor.

81’ine değil belki ama, altmışına havaalanı yapılıyor. O havaalanlarında bugün ya hayvanlar otluyor ya da çoğu depo olarak kullanılıyor. Elbette, uçak seferi yapılanlar da, var, ama sayısı sınırlı.

Üniversitelerle ilgili farklı bir gerçek var. Üniversite kurulan iller, sosyal ve ekonomik ilerleme gösteriyor. Belki yirmi yıl sürüyor, ama katkı sağlıyor. Bu doğru, sadece biraz dolambaçlı.

Yeni kurulan üniversitelerin bazılarında ne sıra var, ne öğrenci, ne hoca. Olsun, her ilde açılış törenlerine katılacak vali, vali yardımcısı, garnizon komutanı, savcı, ticaret odası başkanı ve kentin diğer büyükleri nasıl olsa var. Gerisini boş ver.

Otellerde iftar patlaması

BU yıl ramazan ayında iftarlarda farklı bir manzara var.

Büyük kentlerde lüks otellerin lokantaları iftar saatlerinde tıklım tıklım dolu. Karşılıklı iftar davetleri nedeniyle, özellikle lüks otellerin lokantalarında yer bulmak mümkün değil. Lüks otellerde iftar, bu yıl geçen yıllara göre patlama halinde.

AKP geride kalan beş yıl içinde kendi sermaye sınıfını yaratıyor. Önümüzdeki dört yılın iktidarı da sağlam olduğuna göre, o sınıf artık kendi kabuğundan çıkıyor. Lüks otellerde manzaralar değişiyor. Giyim, kuşam, zevk, görgü, sohbetin türü, kullanılan Türkçe eskiye göre çok farklı. Yeni palazlanan sermaye sınıfına göre.

Yeni sermayenin ilk gösterisi iftarlar.
Yazının Devamını Oku

XIV. Louis’den Erdoğan’a kanun benim

4 Ekim 2007
HİÇ biri sormuyor. Dünkü gazetelere bakıyorum, Abdullah Gül ile aynı uçakta Strasbourg’a giden gazetecilerin hiçbiri gündemdeki en önemli soruyu sormuyor:<br><br>"Halk anayasa değişikliğine evet derse, siz ne yapacaksınız?" Hukuk sistemini, herkesi, ama en başta Abdullah Gül’ü ilgilendiren halkoylaması 21 Ekim’de. O anayasa değişikliğinin geçici maddesi şöyle:

"11. Cumhurbaşkanını halk seçer".

Oysa, TBMM Gül’ü 11. Cumhurbaşkanı olarak seçiyor. Ancak, halkoyuna sunulacak Anayasa değişikliğinin geçici 19. maddesi de, üstüne basa basa, 11. Cumhurbaşkanını halk seçer, diyor.

Tayyip Erdoğan partisinin grup toplantısında, halkı evet oyu kullanmaya çağırıyor. Eğer, halk evet derse, Gül’ün durumu ne olacak?

1-Gül istifa edecek, aday olacak ve halk 11. Cumhurbaşkanını seçmek için sandığa gidecek. Hukuk mantığı açısından, makul çözüm bu.

2-Hayır, istifa etmeyecek ve yeni bir hukuk karmaşası doğacak. Ama, Gül meşru mu, değil mi, tartışması başlayacak.

11 BİR ANDA 12

Ufukta bu tehlikeyi gören Erdoğan aynı grup toplantısında ekliyor:

"Bu anayasa paketi ile 12. Cumhurbaşkanı ve ondan sonra gelecekleri seçme yetkisi aziz milletimizin olacaktır".

Hayır, öyle değil. Erdoğan’ın bu sözü hukuk açısından geçersiz. Çünkü, o anayasa paketinde 12 demiyor, çok net 11. Cumhurbaşkanı yazıyor.

Erdoğan, halk oyuna sunulacak paketteki 11 rakamını, kendiliğinden 12 yapıyor. Halkoyuna sunulan geçici maddeyi yok sayıyor. Halkın iradesini yok sayıyor.

Tıpkı, "kanun benim" diyen Fransa Kralı XIV. Louis gibi. Ancak, XIV. Louis 17. yüzyılda yaşıyor. Şimdi yıl 2007.

KAŞI ÇATIK YSK

Konu, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Muammer Aydın’a soruluyor.

Aydın’ın kaşları sürekli çatık. TV’de akşamları çocuklar görse, korkudan uyuyamaz. O eda, o hışım. Ciddiyet sadece sert bakışlar, kısa cümleler, ipucu vermeyen açıklamalardan ibaretmiş gibi. Gazeteciler soruyor, Aydın yine kaşlar çatık, haşin bir edayla kestirip atıyor:

"Evet çıkarsa, bakarız".

Nasıl bakacak? Orada 11 yazıyorsa ve evet çıkarsa, hálá nasıl bakacak? YSK kararları kesin olduğu için, aman vermez Muammer Bey’in bakışı önemli.

Dün sohbet ettiğim önemli bir hukukçu-siyasetçi dalga geçiyor:

"11’i hep birlikte 12 okuruz".

Halk oylamasından büyük olasılıkla evet oyu çıkacak. Gümbürtü ondan sonra. Gül yerinde oturacak mı, yoksa 11. Cumhurbaşkanı seçimi için halka mı gidilecek?

Bir maddeyi yazma tekniği bile bu kadar eksikse, bu ülkede her şey olur.

TRT’de sıra değişti

YILLAR, ama yıllardır TRT’nin değişmez kuralı, bu kez değişiyor.

Devletin organı olarak, TRT yıllardır haberlerinde protokol uyguluyor. Günün haberlerini protokol sırasına göre veriyor. Meğer ki, ülkede ya da dünyada çok önemli bir olay var, o zaman ekrana önce o olay geliyor.

Yoksa, protokol gereği, niteliği ne olursa olsun, önce Cumhurbaşkanı, sonra Başbakan’a ilişkin haberler, ardından diğer haberler veriliyor.

Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, bakıyorum, TRT’de adet değişiyor, önce Erdoğan, sonra Gül haberleri. Son örnek, Gül’ün Strasbourg gezisi. TRT’de önce Erdoğan’ın grup konuşması, sonra Gül’ün gezisi.

Erdoğan vaziyete hakim. Alem bu ise, kral benim, vaziyeti.
Yazının Devamını Oku

Asıl adı Zeynep ama o Eylem

3 Ekim 2007
HAPİSHANEYE arkadaşının götürdüğü baklavayı ve yine arkadaşının gönderdiği iki yüz lirayı sorguluyor eşi: "Bu parayı, baklavayı kim gönderdi, neden gönderdi, nasıl gönderdi, ama niye gönderdi, kim onlar? Bir örgüt mü? Hangi örgüt?"

Hapiste yatan ünlü şair Hasan Hüseyin Korkmazgil. Yıl 1966. Korkmazgil yazdığı bir şiir kitabından dolayı Ankara’da cezaevinde tutuklu. Şiirden, bir şiirden dolayı tutuklu.

Dünkü Hürriyet’te gördüğüm bir haber beni hem dehşete düşürüyor, hem de benim 70’li, 80’li yıllarımın Ankara’sına götürüyor. Haberde manken ve milli voleybolcu Eylem Şenkal , gerçekte Hasan Hüseyin’in kızı ve gerçek adının Zeynep olduğunu, ama gördükleri baskıdan dolayı, 23 yıldır farklı bir kimlikle dolaştığını anlatıyor.

Müthiş bir dram. Amin Maalouf’un deyimiyle, "ölümcül kimlikler" üzerine ürperten örneklerden biri.

SIKINTILI YILLAR

Solun önde gelen şairlerinden olduğu için, Hasan Hüseyin Korkmazgil bunun faturasını ödemiş olanlardan biri.

O yılların Ankara’sında, gerek günlük yaşamda, gerekse hapis hayatında birlikte olan devrimci, saygın ve kültürlü bir gurup var. Aziz Nesin, Tahsin Saraç, Halit Çelenk, Niyazi Ağırnaslı, Fikret Otyam, Muzaffer Buyrukçu o ekipten bazıları. Tahsin Saraç Fransızca sözlük yazıyor, Aziz Nesin Saraç’a takılıyor, "bir Kürt Fransızca sözlük yazdı" diyerek.

Onlar ve başkaları bazı akşamlar evlerde toplanıyor, saz şairi Feyzullah Çınar türkü söylüyor, Korkmazgil şiir okuyor. Masum, coşkulu, ütopik sol geceler.

Bir diğer arkadaşı, birlikte hapis yattığı, saygın isim Muzaffer İlhan Erdost. Erdost Ülke Dergisini çıkartırken, Korkmazgil orada.

Bir ara, o sırada henüz sağa kaymamış olan Prof. Aydın Yalçın’ın çıkardığı Forum Dergisinde, bir ara Salim Şengil’in çıkardığı Dost Dergisinde çalışıyor. Bir dönemin solcu yazarları, şairleri ciddi geçim derdi içinde. Aynı zamanda polis baskısı altında. Sırf düşüncelerinden dolayı, işkence ve hapis yılları. Hapishaneye gönderilen baklavaya bile, kuşkuyla bakmak, o baskıcı yılların, insan ruhunda yarattığı güvensizlik.

Korkmazgil’in evi o sıralarda yakılıyor. Korkmazgil de ailenin ismini değiştiriyor. Farklı bir kimliğe bürünerek, kendini unutturma isteği.

KAÇMAK VE SALDIRMAK

Hapiste Muzaffer İlhan Erdost’la aynı koğuşta. TİP’in bir ara başkanlığını yürüten Mehmet Ali Aslan, şu anda yurt dışında yaşayan Kemal Burkay yandaki koğuşta.

Hapisten sonra, şu anda Isparta dolayında oturan eşi, Korkmazgil’e ve o döneme ait anılarını yazıyor. O iki kitabın yayın oldukça eski. Halen de, Antalya’da iki yılda bir, Hasan Hüseyin adına konulan ödül için tören düzenliyor.

Hasan Hüseyin’in ailevi dramı, kimlikten kaçış, gerçekte Türk aydınının dramı. Türk siyasal yaşamının baskıcı niteliği sonucu, toplumsal bir dram. Eylem Şenkal’ın 23 yıl boyunca gerçek kimliğinden kaçması, onun sadece babasından dolayı, kendisine bindirilen kimlikten kurtulma çabası değil. Baskılardan bunalan bir küçük kızın insani tepkisi. Kimliğe saldırı iki türlü tepki veriyor. Ya kaçmak ya karşıdakine saldırmak. Zeynep kaçmayı seçiyor. Ama, hayatı değişiyor.

Bir başka ünlü solcu lider biliyorum. Onun da kızı, adını değiştiriyor ve o da modellik yapıyor. Nedeni, yine siyasal.

Çok değişik yönleriyle kimlik çağımızın en önemli kavramlarından biri. Kimlik, toplu halde hedef alındığında, çatışmalara, hatta savaşlara yol açıyor. Bireysel hedeflerin etkileri ise, yıllar boyu silinmiyor.

Baskı sonucu, doğal kimliğini değiştirip, yabancı kimlikle yaşamak. Anne karnında oluşan kimlikten kopmak. Yaşamın baştan sona değişmesi. Dram bu değilse, ne. Sadece Zeynep’in değil, hepimizin dramı.
Yazının Devamını Oku

85 bin kişiye tazminat ödendi

2 Ekim 2007
300 bin başvuru var. Tarihin en büyük başvurularından biri. Güneydoğu’da bulunan her köyden, en az sekiz-on aile devlete başvuruyor. Terör ve terörle mücadeleden doğan zararların karşılanmasını isteyen 300 bin başvuru.

Üç yıl önce, bu yönde bir yasa çıkıyor. O yasa çerçevesinde, zarar gören köylüler, başvuruda bulunuyor. Bunlar tek tek inceleniyor.

300 bin başvurudan pek çoğu sonuçlanıyor ve bugüne kadar devlet 85 bin kişiye tazminat ödüyor.

Terör ve terörle mücadelede, her türlü eziyet, sanki o yöre halkının kaderi. PKK terörü zaten ortada. Mücadele sırasında zaman zaman, devlet baskısı da, yöre halkının zararına yol açıyor. Oradaki insanlar, zararın tazmin edilmesi için, mahkemelere başvuruyor.

Ödenen miktar tam belli değil. 85 bin kişiye zararın ödenmesi, aslında devletin yöre halkına el uzatması. Halktan özür dilemesi.

Tazminat, terk edilen malın piyasa değerine göre belirleniyor. Buna vali yardımcıları başkanlığında toplanan komisyonlar karar veriyor.

AYNI NAKARAT

Şırnak’taki son PKK katliamı, 12 yurttaşımızın öldürülmesi karşısında, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, diğer yetkililer aynı tekerlemede:

"Bunlar teröristlerin son çırpınışlarıdır, bu insanlık dışı cinayetler karşısında, terörle mücadelede kararlılığımız sürecektir, bundan kimsenin şüphesi olmasın", v.s.

1984-2007, 23 yıldır aynı nakarat. Değişen bir şey yok.

Oysa, sadece 300 bin kişinin başvurusu ve onlar içinden bugüne kadar 85 bin kişiye tazminat ödenmiş olması bile, terör dışında başka sorunların varlığını bas bas bağırıyor.

Ya da, terörle mücadelenin sadece silahla yürütülmesinden sonuç alınamadığını açıkça gösteriyor. Çünkü, terörün sonu gelmiyor.

SİYASAL İRADE

Demek ki, terörle mücadelede, silah dışında, başka araçlara, başka kararlara gerek olduğu ortada.

Bunun için çok ciddi ve kararlı bir siyasal irade şart. AKP’nin Meclis çoğunluğu, bu siyasal iradenin varlığını gösteriyor. Siyasal irade işte burada kaçınılmaz. Burada siyasal irade yoksa, Türkiye’nin başka hiçbir sorununda yok.

Ancak, o siyasal irade her katliamda benzer nutuklar atmaktan ileri gitmiyor. Sorunun çok derinde, çok temelde yattığını, en çok bilgiye sahip olarak, elbette iktidar biliyor. Ama, anlamsız nutuklar birbirini izliyor.

KART’IN SORUSU

CHP Konya milletvekili Atilla Kart yazılı olarak yanıtlaması istemiyle, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a soruyor:

"Mayınlı arazilerin temizlenerek, topraksız yöre halkına dağıtılması konusunda ne yapıyorsunuz?"

AKP, bir süre önce, yap-işlet-devret yöntemiyle, mayınlı arazileri temizleyecek şirketlere, o toprakların ihale yoluyla, 49 yıllığına kiralanmasını öngören bir karar alıyor. CHP’nin itirazıyla, Danıştay yürütmeyi durdurma kararı veriyor.

Şu anda, o araziler mayınlı ve öyle duruyor. Kaldı ki, aynı topraklar yeraltı zenginlik kaynaklarına sahip.

Bölgede halkın büyük çoğunluğu topraksız. Uluslararası firmalara ihale yerine, o topraklar mayından temizlenip, topraksızlara neden dağıtılmıyor?

Topraksız halka toprak dağıtmak, terörle mücadelenin bir parçası olamaz mı?
Yazının Devamını Oku

GAP’tan Washington’a eğitime gittiler üç günde mucize gibi değiştiler

30 Eylül 2007
Washington’da Türklerin kurduğu sivil toplum örgütü HasNa, Güneydoğu Anadolu’da sosyal gerilimi azaltmayı hedefleyen projeler yürütüyor. Farklı illerden GAP yönetiminin seçtiği kişileri Amerika’ya davet edip, iki haftalık iletişim ve mesleki beceri kursu veriyor. Sonuçlar şaşırtıcı.

Kaşlar çatık, yüz asık, dediği dedik. Yumruk gibi sıkılmış ruh hali içinde, yıllarca hep ve sadece kendisi haklı. Doğduğu ve büyüdüğü yerde hayat böyle.

Amerika’ya geliyor. Üç gün, tam üç gün sonra, şunları söylüyor: "Biz hep kendimizin haklı olduğunu sanıyoruz, başkalarını dinlemeyi bilmiyoruz, birbirimize tahammül edemiyoruz, başkalarının sorununu dinlemediğimiz için, hata yapıyoruz. Şimdi köye döndüğümde, aynı sorunla karşılaşırsam, yapıcı yaklaşırım."

Mucize gibi değişim. Üç gün içinde. Sihir nerede?

Washington’da HasNa isimli bir sivil toplum kuruluşu var. Kurucuları Türk. ABD’de yaşıyorlar, ama Türkiye ile sıkı bağları var. HasNa uyuşmazlıkların çözümüyle uğraşıyor. Toplumsal bağlar zayıfsa, insanlar farklı kültürlerden geliyorsa, okuma-yazma parlak değilse, orada uyuşmazlık çok fazla. Orada toplumla ve birbiriyle çatışma çok fazla. Üstelik, alabildiğine önyargı. Hele Türkiye, nereye baksak, uyuşmazlık ve çatışma.

SEKİZ ÇİFTÇİ ABD BAŞKENTİNDE

HasNa bu tip insanlara ulaşarak, çatışmaları önlemeye çalışıyor. O insanlara iki ayrı program uyguluyor. Bir, iletişim, iki, mesleki beceri geliştirme programı.

HasNa, bizim GAP yönetimi ile bağlantı kuruyor. GAP değişik illerden, o bölgenin lider çiftçilerini seçiyor. Kimi köyünde muhtar, kiminin geniş arazisi var, kimi köyünde kendini kabul ettirmiş. GAP sekiz kişi seçiyor ve Washington’a gönderiyor.

Urfa’dan Mustafa Aktar, Batman’ın Kuyubaşı Köyü’nden Vehbi Gönülaçar, Mardin’in Çağıl Köyü’nden Halil Karahan, Siverek’in Kes Köyü’nden Mehmet Tahir Karakeçili, Gaziantep’in Ermiş Köyü’nden Fikret Kurt, Adıyaman’ın Kahta ilçesinden Sırrı Öztürk, Urfa’nın Çanakçı Köyü’nden Ahmet Polat, Siverek Aşağı Alinca Köyü’nden Ahmet Tokdemir. Yanlarında GAP’tan iki ziraat mühendisi İsmail Uğur Gümüş ile Deniz Özcan. Masrafların çoğu, kaynağı kıt olan HasNa’dan, küçük bir katkı GAP’tan.

ÇOK SİNİRLİYİZDİYALOG ŞART

Geçen hafta Washington’da bu insanlarla bir süre sohbet ediyorum.

Köylerden gelenler arasında, bırakın yurtdışına çıkmayı, kendi ilinin dışına ilk kez çıkan var. Güneydoğu’da bir köyden Washington’a. Çatışmanın merkezinden, çatışmaların çözümüne dönük üç günlük iletişim programına. Üç günde ne öğrenebilir insan? Sorularıma aldığım yanıtların özeti şöyle.

"- Biz insanlarla kopuk yaşıyoruz. Çok sinirliyiz, oysa diyalog şart.

- Sert mizaçla değil, sakin ve yavaş yavaş konuşmak, anlaşmak lazım, bu benim beynime yerleşti.

- Karşımdaki kişiyi kabul etmem, kolektif hareket etmem lazım.

- Amerikalılarla farkımız sosyal davranışta, altyapıda.

- Kimse korna çalmıyor, kimse kırmızı ışıkta geçmiyor burada. Çünkü, insanlar birbirine saygılı.

- Çevreye nasıl zarar vermem, anlayışı var burada. Dönünce ben de öyle yapacağım.

- İnsan önce kendisiyle barışık olacak, sonra ailesiyle ve köyündekilerle uzlaşacak. Bizde sosyal dayanışma yok."

Kapalı bir dünyada yaşayanlar, üç günün sonunda aynı dünyaya farklı bakıyor:

"Kürt sorununu kendinden başlayarak çözeceksin. Birbirimize kardeş gözüyle bakarsak, mesele kalmaz. Amerika’ya adamlar dünyanın her yerinden gelmiş, ama şimdi hepsi Amerikalıyım diyor. Bunu öğrendik."

İçlerinden biri atılıyor:

"İletişim dersini bizim siyasilere vermek lazım. Bir hafta ders alsalar, hem Türkiye’yi daha iyi yönetirler, hem birbirleriyle kavga etmezler."

BUGÜN DÖNÜYORLAR

İletişim programının ardından tarım programı başlıyor. Her gün bir çiftliğe gidiyorlar. Hayvancılık, tarım, pazarlama teknikleri. "Bir tohum ekici makine var, bizim dört seferlik işi, bir seferde yapıyor, bu makine bizde olsa, var ya, ne çabuk ekeriz."

Programlardan sonra, kendilerine iki haftalık iletişim ve çiftçilik programında neleri öğrendikleri soruluyor. Gördüğü üç en iyi, üç en kötü uygulama nedir, sorusunu yanıtlamak üzere.

Bir insan, gözle görünür biçimde değişiyor. Hem de, kısa sürede. Çünkü, çatışmadan uzak yaşamak istiyorlar.

Onlar bugün Türkiye’ye dönüyor. HasNa, para bulursa, yeni insanları davete hazırlanıyor.

HasNa’nın eğitim programı için Washington’a gelen Güneydoğulu çiftçilerden bazıları kendi ilinin dışına bile ilk kez çıkmıştı. Üç gün süren iletişim programından sonra dünyaya farklı baktıklarını hissettiler. Bu programın ardından tarım programı başladı. Her gün bir çiftliğe giderek bu alanda da eğitim aldılar.
Yazının Devamını Oku

Sıcak takipte skandal yenilgi

29 Eylül 2007
EN yetkili ağızlardan birinden, özel sohbetimiz sırasında duyduğum söz, her geçen gün biraz daha doğrulanıyor. Halen Türkiye’nin en etkin görevlerinden birini yürüten o yetkilinin sözü şöyle: "Amerika müttefikimiz gibi değil de, bize düşmanmış gibi davranıyor, Türkiye’nin belini doğrultmasını sanki hiç istemiyor."

Türkiye’nin dün Irak’la terörle mücadele adı altında imzaladığı anlaşma tam bir skandal. En kritik konu, Türkiye aleyhine sonuçlanıyor. Anlaşmadan sıcak takip maddesi çıkartılıyor. Sıcak takip, herkesin bildiği sınır ötesi operasyon. Hukuken imkansız hale geliyor.

Anlaşmanın imzalanması zaten bu madde için uzuyor. Sonunda, Amerikan baskısıyla, Türkiye sınır ötesi operasyon hakkından vazgeçtiğini dünyaya ilan ediyor.

O etkili ve yetkili makamın sözlerini ister istemez bir kez daha anımsıyorum.

ASKERE RAĞMEN

Uluslararası deyimle, sıcak takip, bizde günlük deyimle sınır ötesi hareket.

Askerler aylardır, sınır ötesi operasyon, diye bas bas bağırıyor. Her kapalı toplantıda, her açık fırsatta. Sınır ötesi operasyon olmadan, PKK ile mücadele güç. Elbette, önce kendi evini düzenlemek gerek. Ama, bataklık Kuzey Irak’ta. Sokakta çelik çomak oynayan çocuklar biliyor bunu. Yine de, Irak’la yapılan anlaşmadan sıcak takip maddesi kaldırılıyor.

AKP iktidarı Amerika’ya boyun eğiyor. Çünkü, Amerika bastırıyor.

Böylece, askerin sınır ötesi operasyon sözleri askıda kalıyor. Bu anlaşmanın içerde ciddi sıkıntı yaratacağını şimdiden söylemek, erken bir tahmin değil.

İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı’nda müzakere tekniği iflas ediyor. Konu iki bakanlığı da ilgilendiriyor. Müzakereyi fiilen yürüten İçişleri Bakanlığı. Zaten, Amerika bastırmış, teknik filan laf.

Yeni Dışişleri Bakanı Ali Babacan, yeni İçişleri Bakanı Beşir Atalay ilk sınavlarında çakıyor.

BM HAKKI GİTTİ

Bundan daha vahim bir sonuç var.

Sıcak takip, Birleşmiş Milletler kuralı. Koşullar oluştuğunda, BM ülkelere sıcak takip hakkı tanıyor.

Şu ya da bu biçimde, tehdit altındaki bir ülkenin kullanabileceği bir hak. Her ülke için, bütün zamanlarda geçerli.

Şimdi Irak’la imzalanan anlaşmadan sıcak takip maddesinin kaldırılması, Türkiye’nin BM nezdinde bu hakkını kaybetmesi anlamını taşıyor.

Sıcak takip maddesini özel bir anlaşmaya koymak istediğinde, o madde reddedilirse, BM hakkı kayboluyor. Bundan sonra artık imkansız ama, günün birinde, bir başka iktidar, sıcak takip kararı verirse, adamlar başımıza dikilip, "anlaşma ile siz bu haktan vazgeçtiniz, size geçmiş olsun" diyecek.

Terörle mücadelede, AKP’nin bugüne kadar attığı en geri, en skandal adım. Pratikte sınır ötesi hareket artık yok, teoride ise, uluslararası hakkın askıya alınması var.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan New York’ta ABD Bakanı Rice’a belki de, bininci kez, "PKK ile mücadelede somut adımlara ihtiyacımız var" diye dert yanarken, Ankara’da sıcak takip maddesi anlaşmadan çıkıyor.

DALGA GEÇER GİBİ

Anlaşmada sıcak takip yok ama, dalga geçer gibi, bir kurul var.

Bu kurul oturacak, altı ayda bir, terörle mücadelede neredeyiz, sorusunu ele alacak. Sürekli oyalama.

Geçen yıl da, ABD Terörle Mücadele Koordinatörü atıyor. Bu girişim hiçbir işe yaramıyor. Şimdi yeni numara, bu kurul. Dostlar alışverişte görsün.

Türkiye terörle mücadelede ciddi darbe alıyor.
Yazının Devamını Oku