Yalçın Doğan

Badana bu sefer yüzümü kızarttı

28 Ağustos 2010
BÖYLE bir olaya ilk kez tanık oluyorum. Benzerlerini hepimiz çok duyuyoruz, yaşıyoruz. Örneğin, öğretmen. Aldığı aylık yetmiyor, geçinemiyor. Akşamları şoförlük yapıyor. Bunu hepimiz biliyoruz.

Örneğin, üniversite öğrencisi. Ailesinden ya da bursundan aldığı para yetmiyor, geçinemiyor. Bir işte çalışıyor. Çalışması iyi. Dünyanın her yerinde, en gelişmiş ülkelerde bile, üniversite öğrencileri çalışıyor. Ama, bizdeki gibi inşaatta çalışırken ölerek değil.

Örneğin, herhangi bir memur. Aldığı aylık yetmiyor, geçinemiyor. Mesleğine uygunsa, defter tutuyor (muhasebecilik), özel bir şirkette gece bekçiliği yapan bile var.

“Memuru enflasyona ezdirmeyeceğiz” nutukları var ya, işte onu tekzip eden binlerce örnek var.

DOÇENT ADAYI

Ama, böyle bir örneği ilk kez duyuyorum, duymak değil, yaşıyorum.

Karşımda genç bir adam duruyor. “Geçinemiyorum” diyor, aylığı yetmiyor. Evli, çocuğu yok.

“Allah’tan elim işe yatkın, badana yapıyorum, özellikle yaz aylarında badanacılık yapıyorum, para biriktiriyorum.”

Ne kadar iyi diyecek halim yok. Çünkü:

Karşımdaki genç adam İstanbul’da devlet üniversitelerinin birinde öğretim üyesi, doktor asistan, doçentliğine hazırlanıyor. Bir sosyal bilim dalında doçent adayı.
Bilim adamı. Okuyacak, bilim yapacak, bilimsel makaleler yazacak, bilimsel sempozyumlara katılacak, öğrenci yetiştirecek, araştırma yapacak, Türkiye’de ve başka ülkelerde meslektaşlarıyla rekabet edecek.

Bilimsel belleğini rafa kaldırıyor, şimdi yaz aylarında badanacılık yaparak bütçesini denklemeye çabalıyor.

Utanıyorum, yüzüm kızarıyor. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Doçent adayı devam ediyor:

“Normal büyüklükte evleri işin ustaları üç bin liraya badana ediyor, bana bin beş yüz lira verseniz olur.”

Bir memurun ek iş yapmak zorunda kalmasından öte bir şey. Adam doçent olacak, var mı ötesi, şimdilik badana ile idare etmeye çalışıyor. Bu olayı nereden mi biliyorum?

Başımdan geçti, geçen hafta bizim evi bir doçent adayı badana yaptı.
Bu yazıyı yazmak için, ondan izin aldım. Üniversitesi, kürsüsü, adı bende saklı.

Kitaptaki en kritik paragraf

HANEFİ Avcı’nın yazdığı kitap ilk satırından son satırına kadar insanı dehşet içinde bırakıyor. Biz nerede yaşıyoruz?

“Haliç’te Yaşayan Simonlar” ilk satırından son satırına kadar büyük iddialar içeriyor. O iddiaların özet bir paragrafı var:

“Karşı karşıya olduğumuz durum hukuken yanlış yapılan birkaç işlemden ibaret değildir ya da birkaç polisin hatası veya birkaç hakim ve savcının hukuku yanlış uygulaması veya taraflı davranışı değildir. Olay bir örgütün, cemaatin devlet içindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir.”

Aynı paragrafın devamı daha da tüyler ürpertici:

“Karşımızdaki kişiler polis, hakim ve savcı değil, örgütün, cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler” (s.584).
Avcı’ya göre, hukukun yerlerde süründüğü böyle bir düzende kime şantaj yapılacağı, kimin tehdit edileceği, kimin başına ne geleceği belli değil. Ama savcı olun, ama yargıç, ama emniyet müdürü, ama rektör, ama gazeteci.

Cemaatle kuşatıldığımıza göre, bu iddiayı kim araştıracak?

Avcı bir kitapla düzene kılıç çekiyor.

Ufukta Almanya ile sorun görünüyor

60’lı yıllarda işgücüne çok ihtiyaç duyuyorlar. Sermaye var, ama emek yetersiz. Türkler o yıllarda Almanların bu ihtiyacını karşılıyor.

Türklerin işçi olarak oraya gitmesi, Türkiye’nin de işine geliyor. Yıllar yılı işçi dövizleri Türkiye’nin döviz açığına ilaç gibi.

Son yıllarda balayı sona eriyor. Almanlar emek-sermaye dengesini kurunca, göçmen işçileri, bu arada Türkleri en büyük dert olarak görmeye başlıyor.

Başbakanından bakanlarına, sivil toplum örgütlerine kadar, bu şikayetlerini fırsat buldukça, dile getiriyor.

Şimdi Alman Merkez Bankası yöneticisi Thilo Sarrazin yazdığı kitapla, verdiği röportajlarla Türklerin Almanya’da artık istenmediğini söylüyor. Çok acı ve aşağılayıcı deyimlerle. Türklerin Almanya’yı işgal ettiklerini, devlet tarafından beslendiklerini, çocuklarına düzgün bakamadıklarını, buna karşılık yeni türbanlı kızlar ürettiklerini yazıyor ve söylüyor.

Sözleri Türk ve İslam bağlamında. Örneğin, “torunlarımın ülkesinde ülkemin bir bölümünün İslam’a kayacağını bilmek istemiyorum”.

Çok radikal düşüncelerle, göçmen Türklerin Almanya ile ilişkilerinin artık kesilmesi gerektiğini savunuyor.

Der Spiegel dergisinin son sayısı (23.8.10) Sarrazin’in düşüncelerine, göçmen tartışmasına ve buna karşı Türk Hükümetinin aldığı tavra geniş yer ayırıyor.

Ufukta Almanya ile bir sorun görünüyor. Bu sözler kişisel değil.
Yazının Devamını Oku

Dostane itiraflar çok acı

27 Ağustos 2010
İLK bakışta, masum bir başlık, sıcak bir kavram, dostane çözüm.<br><br>Ama, özünde “ben suçumu kabul ediyorum” anlamına geliyor. Hrant Dink cinayeti Türkiye’nin yüz karası. Cinayetin öncesi, işlenmesi, Dink’in korunamayışı tam skandal. Acı olan, skandal bitmek bilmiyor, halen saçma sapan olaylarla sürüyor.

Saçmalığın daniskası, Adalet Bakanlığı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına AİHM’e gönderdiği savunma. Dink’i Nazi subayı ile eş tutan savunma.

O savunmayı yazanlara Adalet Bakanı Sadullah Ergin işlem yaptı mı, yapmadı mı?

Bunu geçiyorum. Türkiye’nin AİHM kararı karşısındaki tutumuna geliyorum.

ADINI ANMADAN


AİHM bu davada Türkiye’yi suçlu buluyor, tazminat ödemeye mahkum etmek üzere.

Türkiye ise, telaş halinde. Kendi gönderdiği savunmayı kendisi kabul etmiyor. İyi de, şimdi ne yapmayı düşünüyor?

Dostane çözüm düşünüyor. Böyle zor durumlarda geçerli bir yöntem. Başka ülkeler de başvuruyor buna. Dostane çözüm ne demek? “Suçumu kabul ediyorum” demek. Türkiye’nin suçu ne?

Adını anmadan:

“Yaşama hakkını koruyamıyorum” diye itirafta bulunuyor.

Adını anmadan:

“Bende ifade özgürlüğü yoktur” diye itirafta bulunuyor.

Adını anmadan:

“Benzer bir olayın tekrar etmemesi için herhangi bir garanti veremiyorum” diye itirafta bulunuyor.

Adını anmadan:

“Bizim idari uygulamamız, yasalarımız Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine şu anda uyum sağlayamıyor” diye itirafta bulunuyor.

HANGİ DEMOKRASİ


İtiraf etmekle bitse, kolay. Dostane çözüm için iki koşul var:

Dink Ailesinin kabul etmesi ve AİHM’in onayı gerek. İki koşul gerçekleşirse, Türkiye Dink Ailesine tazminat ödeyecek.

Türkiye uluslararası bir kuruma acı itiraflarda bulunuyor. Resmen yazıya dökerek. O resmi yazı itirafın belgesi olacak.

İnsan haklarının ilki yaşama hakkının korunması. Hükümet koruyamadığını söylüyor. Bir demokraside en temel haklardan biri ifade özgürlüğü. Hükümet bu özgürlük de bizde yoktur demek zorunda kalıyor.

AİHM’DE 13 BİN DAVA


Bütün bunlar Hrant Dink davasıyla bağlantılı.

Peki, ülkeye büyük demokrasi getireceği söylenen yeni Anayasa paketinde bunlardan hangisi düzeliyor? Hiç biri.

“Bu anayasa ile ülkeye demokrasi gelecek” diye evet oyunu vereceğini açıklayan yazar, çizer, sanatçı, aydın ve şürekasına şaşıyorum.

Bizzat hükümetin vurguladığı acı itiraflarla onları başbaşa bırakıyorum.

Türkiye aleyhinde açılmış on üç bin dava var AİHM’de. Kim bilir, hangi davada, daha hangi itiraflara tanıklık edeceğiz.
Yazının Devamını Oku

Avcı’dan Türkiye’nin ciğeri

26 Ağustos 2010
“HALİÇ’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet, Bugün Cemaat” öyle bir kitap ki, okuyup bittiğinde, insan dehşet içinde kalıyor, “Biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz” sorusu, her satırda insanı çarpıyor. Örneğin, PKK ile yirmi altı yıldır süren savaş neden bitmiyor?
“Antalya’ya sızan PKK’lıların yeri belli idi. Elimizde gurubun sayısı, ellerindeki silahların fotoğrafına kadar tüm detaylı bilgiler vardı, Emniyet Genel Müdürlüğünden ve Jandarma Genel Komutanlığından özel tim istiyorduk, birkaç gün süren tüm görüşmelerimize rağmen, özel harekat timini Ankara’dan Antalya’ya getiremedik. O PKK gurubu turistik tesislere roket attı, ormanları yaktı, oysa özel tim gelseydi, o gurubu o gün imha etmek mümkündü” (s.233, 234).
80’li yıllardan itibaren, PKK ile mücadelede “güvenlik kuvvetleri PKK’yı bilmiyor” (s.93). PKK ile mücadele eden güvenlik güçleri PKK ile ilgili ne istihbaratı, ne teknik donanımı var. Hanefi Avcı bu yönde pek çok ibretlik olay anlattıktan sonra, “ülkenin en önemli problemleri Allah’a emanetti” (s.163) diyor. Aktardıkları, savaşın çeyrek yüzyıldır neden sürdüğünü iyi anlatıyor.
CEMAAT HER ŞEYE HAKİM
Son yıllarda Türkiye’yi sarsan kaçakçılık, banka soygunları, ihracat yolsuzluklarının perde arkası tek tek anlatılıyor. Cem Uzan’dan Ergenekon’a, Susurluk’tan, Erzincan Savcısı İlhan Cihaner’e, Baykal’ın kaset olayına kadar.
Ve eğer, “arka planda cemaat tarafından desteklenen Ergenekon operasyonları dolayısıyla, mahkemelerin Ergenekon örgütü hakkında, Emniyet Genel Müdürlüğüne sorduğu soruya, istenenin aksine, Ergenekon diye bir terör örgütü olmadığını yazanların” (s.473) başına Emniyet Genel Müdürlüğü APK Başkanı bile olsa, neler gelebiliyor. O başkan AKP eğiliminde olsa bile, cemaatin iradesi dışında iş yapınca, ortada ne hukuk kalıyor, ne kural.
Cemaat sadece emniyette, yargıda değil, ülkede her şeye hakim. Kimsenin dikkatini çekmiyor. Ama Avcı farkında. “Van Rektörü Yücel Aşkın neden cemaatin hedefiydi bilmiyorum ama o olay cemaatin adli sistemi kullandığı ilk operasyondu” (s.527).
Öyle bir düzen ki, kendi çıkarı için cemaat kişi, makam, mevki tanımıyor. Ama bu Kara Kuvvetleri Komutanı, ama Erzincan Savcısı, ama emniyet müdürü, ama siyasi parti lideri, ama işadamı. Kendine engel olan kişilere tuzak kurmak, komplo hazırlamak, ihbarsız mektuplarla insanların hayatlarını karartmak, hukuku unutmak günlük, sıradan olaylar haline geliyor. Ve bunların uzantısı Ankara’ya dayanıyor.
“Bütün kurumlarda tüm devlet ihaleleri, ruhsat vs. işleri rüşvetle dönüyor” (s.217, 218).
Çürümüş bu düzen demokrasi filan değil. Cemaat üzerinden despot bir yönetim.

Hanefi Avcı: Belki bedeli olur, ama sonu iyi olur

EMNİYET örgütünün çeşitli kademelerinde bulunuyor. Terörle mücadeleden kaçakçılık ve organize işlerden sorumlu başkanlığa kadar önemli görevlerde, Türkiye’nin son otuz yılına damgasını vuran olayların araştırılmasında yer alıyor. Kısaca, Türkiye’nin ciğerini biliyor. İçinde yaşıyor. Müthiş bir kitap yazıyor.
Kitabın yazarı şu anda Eskişehir’de Emniyet Müdürü Hanefi Avcı. Dün Avcı’yı arıyorum:
- Kitabınızı bir solukta okudum. Böyle bir kitabı yazmak, hele de halen görevde olan bir emniyet mensubu için cesur bir iş.
- Yazılması gerektiğine inandım. Bu gerçekleri yazmanın belki bir bedeli olur, ama sonu iyi olur. Bu kadar ilgi beklemiyordum.
- Sizi kitaptan dolayı Ankara’dan arayan oldu mu?
- Hayır, kimse aramadı. Zaten bir müfettiş atanmış, kitap inceleniyormuş.
- Nasıl bir gelişme bekliyorsunuz?
- Basına bilgi vermenin cezası var, belki o kapsamda değerlendirirler, ama bu kitap öyle değil. Yine de, bilgi vermek denirse, belki az bir ceza gelebilir.
- Kitapta anlattıklarınız insanın tüylerini diken diken ediyor.
- Onlar gerçek. Yazılanlara tepki duyanlar olabilir. Kitap incelendikten sonra, idari olarak kusurlu görürlerse, savcılık beni çağırabilir.
Yazının Devamını Oku

Hitler’i durduran adam

25 Ağustos 2010
YAZMAKTA olduğu kitabıyla ilgili olarak Hitler’le görüşmek istiyor. Arkasında denizcilik, içişleri, maliye, ticaret ve sömürgeler bakanlığı var, ama o bir süre için gençliğinde kalmış gazeteci kimliğine dönüyor. İngilizlerin efsanevi Başbakanı, İkinci Dünya Savaşının kaderini belirleyen Winston Churchill siyasete atılmadan önce güçlü kalemiyle savaş muhabirliği yapıyor.
Sudan, Hindistan, Küba ve Güney Afrika’dan yazılar gönderiyor.

Politikaya girince, çeşitli bakanlık koltukları ile o popüler bir siyasetçi. 1915’te Çanakkale yenilgisi ile Denizcilik Bakanlığı elinden gitse de, başka bakanlıklar
onu bekliyor.

Siyasetteki itişmelerden bıkıyor, yeniden kitap yazmaya yöneliyor. 1932 ilkbaharında dünyada kendisinden en çok söz ettiren liderle, Hitler’le buluşma ayarlıyor.

Münih’te bir otelde Hitler’le yemek.

Otele kadar gelen Hitler, Churchill’i son anda pas geçiyor, yemeğe katılmıyor. İkisi ömürlerinde bir daha hiç bir zaman bir araya gelmiyor.

Bu ıskalanma Churchill’e fena koyuyor. İlerde Hitler’in kaderini belirleyecek nefretin tohumları orada atılıyor.

SEÇİM VE SAVAŞ KAZANIYOR


İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Hitler’in yükselişi başlıyor. Polonya, Çekoslovakya, Hollanda, Fransa iskambilden şatolar gibi, arka arkaya düşüyor.

Hitler her şeye egemen, mutlak hakim. Ne söylerse doğru, ne yaparsa doğru. Ne Alman Halkından birileri, ne yakın çevresi, ne partisi, onun karşısında kimse ağzını açamıyor.

Önce yargıyı, sonra orduyu ele geçiren Hitler’i durdurmak imkansız. Karşı çıkmak güç, çünkü hem seçim kazanıyor, hem savaş. Kimin haddine onu eleştirmek.

1940 Mayıs’ında Başbakanlığa atanan Churchill’e Hitler “hoş geldin” merasimi hazırlıyor. Üç ay sonra Nazi uçakları Londra’yı bombalıyor.

İngiltere’yi ele geçirmek için yanıp tutuşuyor, çünkü Hitler’e göre, İngiltere ırkçı imparatorluğun simgesi.

Buna karşılık Churchill, “Hitler’in artık yenilgiyi tatması şart oldu” diyor büyük bir inat ve inançla.

İkisi arasında askeri ve diplomasi alanında satranç başlıyor. Biri ne yaparsa, karşı hamle ötekinden. Örneğin, İngiltere Stalin’le anlaşıyor, bir süre sonra Hitler de Stalin’le el sıkışıyor.

Savaş boyunca Churchill 180 bin kilometre yol gidiyor. Bazen cephede tankın üstünde, bazen dünyaya yön veren liderler konferansında.

BEKLENMEYEN ANDA


Dünyayı ateşe veren Hitler, kendi ülkesindeki insanlara da kan kusturuyor. “Ya benden olacaksın ya benden”. Vay haline ona destek çıkmayanın.

Yahudilere gaz odaları, ona destek vermeyen Alman vatandaşlarına hapis, sürgün ve kurşun.

Birilerinin Hitler’e dur demesi gerek. Nazi olmayan Almanlar ve bütün dünya bunda anlaşıyor.

Bir sabah tıraş olurken Churchill banyodan fırlıyor, oğluna:

“Buldum, Amerikalıları yanımıza çekmek gerek.”

Churchill bunu nasıl planlayacağını düşünürken, imdadına Japonlar yetişiyor. Japonların Pearl Harbor baskını Amerika’yı Almanya’ya karşı savaşa sokuyor.

Üstüne üstlük, kendine olağanüstü güvenen, hiç yanlış yapmadığına ilahi olarak inanan Hitler Sovyetlere savaş açıyor.

Churchill’in işi kolaylaşıyor. Hitler karşısında diplomatik blok oluşturuyor. Cephelerden gelen yenilgi haberleri diplomasiyle bütünleşiyor.

Kendini en güçlü sandığı anda Hitler tepetakla iniyor. Tarih böyle bir şey. Birileri geliyor, yıkılmaz sanılan kaleleri yerle bir ediyor. Ülkede hayat normal seyr ine dönüyor.

Kimler ‘Evet’ diyor

ANAYASAYA referandumda “evet” oyu vermeyi düşünenler arasında bir bütünlük yok. Her evet diyenin kendine göre bir gerekçesi var.

- Kimi AKP politikalarına inandığı için.

- Kimi bu anayasa değişikliğinin demokratik değişiklik olduğuna inandığı için.

- Kimi evet oyu ile iktidara yanaşıp, oradan pay kapmayı tasarladığı için.

- Kimi AKP ile iyi geçinmek gerektiğine inandığı için.

- Kimi, örneğin medyada, yerini sağlama alacağını düşündüğü için.

- Kimi kendi partisine, kendi çevresine küskün olduğu için.

Ben kendi adıma, “hayır” diyorum. Aslanlar gibi “Hayır”.
Yazının Devamını Oku

Haydi ‘Toplu görüşmecilik’ oynayalım

24 Ağustos 2010
EVCİLİK, çelik çomak, saklambaç, seksek, yok bu hafta biz başka bir oyun oynayalım. Hükümet bugün memur sendikalarıyla masaya tekrar oturuyor. 28 Ağustos’ta da, memurlara verilecek mali ve sosyal haklar görüşülecek.

Bunlardan önce bir başka soru var.

Hükümet ya da hükümete yakın bürokrasi memur sendikalarını referandum öncesinde “evet” demeye zorluyor mu, bu yönde doğrudan ya da dolaylı baskı yapıyor mu?

Geçen hafta KESK Başkanı Sami Evren’in baskı yapıldığına ilişkin sözleri var. Baskı iddiasında adı geçenlerden biri de, Kamu İşveren Kurulu üyesi Adnan Çiçek.

EVREN-ÇİÇEK TARTIŞMASI

KESK’in önerisi var. “Görüşmeleri referandum sonrasında bırakalım”. Bugünkü koşullarda makul bir öneri.

Bu noktada, farklı anlamaya yol açmış olan Adnan Çiçek’in sözleri var. Geçen gün beni arayan Adnan Çiçek şöyle diyor:

“Tutanaklarda var, benim toplantıda söylediğim aynen şu. Referandumda evet de çıksa, hayır da çıksa, hukuken sakınca var.

Hayır çıkarsa, toplu sözleşme yapamayız, Anayasal engel var. Evet çıkarsa, uygulama yasalarının çıkmasını beklemek gerekir.”

Şimdiki Anayasada memurlara toplu sözleşme hakkı yok. Hayır çıkarsa, şimdiki durum devam edecek, Anayasa toplu sözleşmeye engel. Evet çıkarsa, bir dizi uygulama yasasının çıkması gerek.

Adnan Çiçek toplantıda devam ediyor:

“Toplu sözleşme için Anayasanın değişmesi gerekir.”

Değişmesi için evet çıkması şart. Bu mantıktan hareketle, bu son cümleyi KESK Başkanı Evren “bize evet için baskı yapılıyor” biçiminde yorumluyor. Oysa,
Çiçek’in altını çizdiği nokta, hukuki durum.

BAKANIN EĞİLİMİ

O hukuki durum işin püf noktası. Farklı anlamaya yol açıyor ama, ince nokta orası.

Doğru olan, toplu sözleşme için referandum sonrasını beklemek gerek. Evet de çıksa, hayır da çıksa, durumun hukuken netleşmesi gerek.

Dolayısıyla, KESK’in önerisi yerinde. Zaten konunun sorumlusu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı da benzer eğilimde.

Memurları küstürmemek için, hükümet bir süre daha toplu görüşmecilik oynayabilir. Ama, mantık beklemenin daha doğru olduğunu gösteriyor.

BDP kötü oynuyor

BDP referandumu boykot edeceğini söylüyor.

Ama, Diyarbakır toplantısı sonrasında BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, istekleri AKP tarafından yerine getirildiği takdirde, “boykottan vazgeçeriz” diyor.

Referandumu boykot etmek, aslında AKP’ye yarıyor. Gerçi, “evet” demiyor ama, “hayır” demediği sürece, sadece oylamaya katılım oranı düşüyor. Kaldı ki,
Demirtaş ve BDP istediği kadar referandum üzerinden kendine göre siyaset yapsın, Kürtlerde “evet” giderek ağırlık kazanıyor.

Bunun ötesinde, boykotun anlamı ne? Boykot ne ifade ediyor? Neyi amaçlıyor? Neye hizmet ediyor? Saçma sapan bir şey.

BDP anayasaya karşı ise, boykot ne demek, lafı dolaştırmaya gerek yok, “hayır” der. Yok, karşı değil ise, “evet” der, olup biter.

Bir söylediği ötekini tutmuyor, BDP kimseye güven vermiyor.

CHP İstanbul’da üç ayrı yerde

ÇAĞLAYAN’da toplanan kalabalıktan çok memnun kalan Kemal Kılıçdaroğlu, miting sonrasında İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek’e “çak” diyor.

CHP Ecevit’li yıllardan bu yana, İstanbul’da ilk kez bu kadar büyük bir kalabalık topluyor. Otuz yılı aşkın süre sonra.

Kılıçdaroğlu 5 Eylül’de yeniden İstanbul’da. Aynı gün, üç ayrı yerde Kartal, Gaziosmanpaşa ve Bağcılar’da konuşmak üzere.

Danışmanın itirafı

YALÇIN Akdoğan, sıradan bir AKP milletvekili değil. Tayyip Erdoğan’ın kara kutusu.

AKP’yi destekleyen Star Gazetesi’ndeki yazıları bir yana, yaşanan iç ve dış olaylarla ilgili günlük tuttuğu öne sürülüyor. Erdoğan’ın hep yanı başında, çok şey bilen adam.

İki gün önce Star’da PKK ile ilgili bir yazı yazıyor. Yazıda şöyle diyor:

“Hükümetin PKK gibi bir terör örgütü ile müzakere etmesi söz konusu değildir. Elbette devletin kuruluşlarının cezaevinde kalan bir mahkumla ister istemez diyaloğu olacaktır”.

Müzakere değilmiş diyalogmuş. Güzel Türkçemize katkı niteliğinde. İşin özünde Akdoğan, Apo ile görüşüldüğünü itiraf ediyor. Zaten “biz pazarlık ettik” diyecek hali yok.

İyi de, PKK ile görüşüldüğü söylendiğinde, Başbakan küplere biniyor, herkesi hesap vermeye çağırıyor, demediğini bırakmıyor, tehditlerine yenilerini ekliyor.

Bu durumda danışmanın suyu kaynar mı, kaynamaz mı? Erdoğan danışmanına “one minute” der mi, demez mi? Yoksa, danışıklı bir vaziyet mi? Anlayan beri gelsin.
Yazının Devamını Oku

Tarih düşelim: Apo ile masaya oturuldu

21 Ağustos 2010
SANKİ ömür boyu hapse mahkum olan o değil. Atıyor, tutuyor, yüksek perdeden konuşuyor. Görüşme masasına oturmuş taraflardan biri havasında. İmralı’da Apo’nun çizdiği son profil bu. Avukatları aracılığı ile verdiği mesajın tonu ve içeriği bu profile uygun:

“Bana burada dört kez, seçim var, bekle, dediler. Sonuç ortada. Bizi oyalıyorlar. On iki yıldır sabrettim. Ancak, benim de sınırım var. Referandum sonrasında yine, seçim var oyalamasına izin vermeyeceğim. Bir kerede her şeyi bozabilirim. Kim ne yaparsa yapsın, diyebilirim.”

Apo pervasız, kozlar bende, havasında. Belli bir siyasal üstünlük kazanmış, bunu masaya yatırma ve sonucunu alma çabasında.

Apo’yu bu havaya sokan olaylar dizisine, kronolojik olarak bakınca, ateşkes süreci ve devamıyla ilgili kimlerin doğruları söylediği daha netleşiyor.

Daha da önemlisi, terör-referandum denkleminde nereye geldiğimiz açıklık kazanıyor.

TEHDİT VE GÖRÜŞME

31 Mayıs. Apo aradan çekildiğini açıklıyor. Haziran’da, 1993 benzeri, terör azgınlaşıyor, kırka yakın şehit veriyoruz.

Temmuz Başı. Apo’dan Diyarbakır’da demokratik özerklik lafları. Dörtyol’da polislerin şehit edilmesi ile İnegöl’deki gerilime vurgu yaparak, “Bu olaylar başka yerlere sıçrar, çok insan ölür” tehdidini sürdürüyor.

4 ve 11 Ağustos. Tehditler üzerine, Apo’nun 4 ve 11 Ağustos tarihlerinde avukatlarıyla yapması öngörülen olağan görüşmesi iptal ediliyor.

28 Temmuz-11 Ağustos. Bu süre içinde devletin bazı yetkilileri Apo ile görüşüyor.

Bu görüşmeler sonucunda:

1- 15 Ağustos’ta ilan edileceği öne sürülen demokratik özerklik geri bırakılıyor.

2- Ateşkes kararı çıkıyor.

3- Daha da ballısı, Kürtlerin referandumda evet oyu kullanmaları netleşiyor.

AKP SIKIŞTI

Apo’nun bunun karşılığında ne istemiş olduğu kendi açıklamasında var:

“On iki yıldır sabrettim, benim de sınırım var.”

Şimdi AKP’ye destek veriyor. Edası, konuşma tonu, “şimdi koz bende” havasında, Yaşadıklarımıza bakılırsa, siyasal üstünlük kazanmış havasında.

Yine konuşmasına göre, AKP’ye verdiği bu son fırsat. AKP referandum sonrasında ya onun isteklerini, en azından bazılarını, yerine getirmek zorunda kalacak ya da terör yeniden azacak.

AKP referandumda evet uğruna, fena sıkışmış durumda. AKP’nin reddettiği bu pazarlığın devamı olacak. Kaçınılmaz biçimde.

28 Temmuz-11 Ağustos, Apo ile görüşmeler. Buraya tarih düşelim. İlerde lazım olacak.

HES ölüm getiriyor

ELİNDE tüfekle köyünden geçen deresini bekliyor. 84 yaşında. Ahmet Türkkan. Çocuklarına ve torunlarına daha temiz bir dünya bırakmak için.

Daha temiz bir dünya, o anda köyünden geçen derenin üzerine yapılacak hidroelektrik santralı (HES) engellemeye ayarlı. Ahmet Türkkan santral için kazma vurmaya gelen firmanın adamlarını kovalıyor. Köylüler geliyor, itiş, kakış derken, hep birlikte karakola gidiyorlar.

Antalya’ya bağlı Kumluca’da. Santralın oradan geçen Alakır Çayı üzerinde yapılması öngörülüyor.

Ahmet Türkkan 84 yaşında. Hava sıcak, hava nemli. Karakola gidiyor, ifade veriyor, ama bu gerilime Ahmet Türkkan’ın canı dayanmıyor. Kalp krizi geçiriyor ve hayata veda ediyor.

Böyle bir ölüm “ben yaptım oldu” zihniyetinin en çarpıcı örneklerinden biri. Dün köylülerle konuşuyorum, kimse gidip köylülere dere üzerine yapılacak santralı anlatmıyor. Onların itirazlarını dikkate almıyor. Onları ikna etmeye çalışmıyor.

Neden? Çünkü, ben iktidarım, benim çoğunluğum var, istediğimi yaparım, mantığı. İstediğini yaparsın, vatandaşlarının ölümü pahasına, işte yaptığın gibi.

Bakan Çağlayan: Bende öyle anlayış olmaz

REFERANDUM sürecinde bazı bakanlar evet için değişik yöntemler uyguluyor. Dün bu sütunda Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın bir sözünü aktarıyorum:
“Referandumda hayır çıkarsa, işadamları beni aramasın.”

Bakan Çağlayan dün beni arıyor ve:

“Evet, öyle bir söz söyledim ama, önü arkası var, tek başına o cümleyi alırsanız, anlamı, sizin yazdığınız gibi çıkıyor.”

Çağlayan gerek Ankara Sanayi Odası Başkanı, gerek Sanayi Bakanı, gerekse şimdi Devlet Bakanı olarak işadamlarına sürekli kolaylık tanıdığını, özellikle vergi borcundan dolayı yurt dışına çıkışları yasaklanan işadamlarının sorunlarını çözdüğünü aktarıyor. Zaman zaman vergi borcu olmayanların, yurt dışına çıkışlarının yanlışlıkla engellendiğini belirtiyor. Sonra sadede geliyor:

“Ben bunları anlattım, yoksa, referandum nedeniyle şöyle oy kullanın, kullanmazsanız, böyle olur, gibi bir anlam çıkacak söz söylemedim. Ben demokrat bir insanım, bende öyle bir anlayış olmaz.”

Aynı anlayışa keşke herkes sahip olsa.
Yazının Devamını Oku

Hayatta kalmanın ölçüsü ‘Evet’ demek

20 Ağustos 2010
“HAYIR” demek bir süre yasaklanıyor. “Hayır” demek zinhar yasak. Oy pusulasında hayır oyunun rengi mavi, evet oyunun rengi beyaz.<br><br>Bırakın hayır demeyi, hayır oyunun rengi olan mavi demek bile yasak.

Ne zaman? 1982’de, askeri diktatörlük altında. 12 Eylül Anayasasının referanduma sunulduğu günlerde.

O Anayasasının referanduma sunuluşu sırasında, o propaganda sürecinde sadece darbenin lideri Kenan Evren konuşuyor. Hiç kimsenin anayasa aleyhinde konuşma hakkı yok.

Konuşma hakkı olmadığı gibi, mavi sözcüğünü kullanan “hayır” demiş kabul ediliyor, Milli Güvenlik Konseyi bildirisine aykırı davranmaktan, bir aydan üç aya kadar hapis cezası alıyor.

Ne zaman? Askeri rejim altında, diktatörlük altında.

Yazının Devamını Oku

Çarşı Anayasaya karşı

19 Ağustos 2010
ONLAR Beşiktaş’ın efsane taraftarı. Taraftar ruhunu farklı vücut diliyle, alışılmadık söylemle, renkli giysileriyle tribünlerde dalgalar halinde köpürtüyor.

Yorulmak bilmeyen tezahüratları sadece sahadaki oyunculara değil, bir bütün halinde Beşiktaş’lılara güven aşılıyor. Önce futbola, önce spora, ama sonra yaşamın her alanına Beşiktaş’lı olarak onlar katılıyor.

Onlar dünya futbol tarihinde pek az taraftar kitlesine nasip olacak üne sahip, haklarında bilimsel kitaplar yazılıyor. Çoğu okumuş çocuklar. Aralarında felsefe eğitimli olanlar var.

Onlar Beşiktaş’ın Çarşı Gurubu.

Sportmen ruh onların günlük gıdası. O ruhu her alana yayıyorlar. Son olarak, siyasete. Zaten ülkedeki siyaset gündemi ne ise, o gün tribün sloganlarında o var.

Yazının Devamını Oku