Yanı başımızda bulunan Çakmacık Koyu'nda Gülden Aydın ve kızının uğradığı yobaz saldırısını nefretle kınıyorum. Şundan emin olun ki, siz bikinililer o haşemalılara aynı şekilde saldırsaydınız sizi de nefretle kınardım.
Memleketimizin koyları, şu çılgın Türk dedelerimizin sayesinde Türkünü, Kürdünü, Lazını, Çerkezini, Alevisini, Sünnisini ve ay yıldızlı bayrağımızı gördüğü zaman heyecanlanan herkese bağrını açmış bekliyor.
Bu vatanı israf etmezsek hepimize yeter.
Hepimiz kardeşiz. Laiklik, İslam'ın ta kendisidir. Peygamberimiz, İslam'ı yayarken kimseye baskı yapmamıştır. Dinde zorlama yoktur. Kuran-ı Kerim'de bir ayetin meali dinimizin hoşgörüsünü yansıtmaktadır ki; şöyledir:
Benim dinim bana, sizin dininiz size. Her düşüncenin bağnazları olduğu gibi İslam yobazları da çoktur.
- Orman yangınları nasıl çıkar?
- Eğer sabotaj yapılmazsa, kırık bir cam mercek görevi yapıp kıvılcım yaratmazsa, elektrik telleri kontak yapmazsa, yıldırım düşmezse, orman kendi kendine yanmaz. Mutlaka insan elinin değmesi gerekir. Hava aşırı sıcak ancak bir günde 25-30 yerde birden yangın başlıyorsa bu olaylarda bir 'yanık kokusu' aranmalıdır. Soruşturmada, daha önce aynı bölgelerde orman yaktığını 'iftihar'la açıklayan PKK'dan, imar rantçılarına kadar şüphe duyulmalıdır. Türkiye'de milyonlarca ağaç dikme projesini yürüten, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi, Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Doğan Kantarcı'nın bir sözü vardır: "Ormanı karıncalar, tilkiler, tavşanlar yakmaz, insan yakar." Böyle olayda suçlu bulmak çok zordur.
1 KİŞİ 1000 KİŞİ
- Yangın nasıl söndürülür?
- Bir orman yangını birkişi ayağıyla basarak söndürülebilir. Ama hava durumu, arazi durumuna bağlı müdahale şartları uygun değilse 1000 kişi bile söndüremez. Türkiye'de son 3-4 yıldır yangınlar yıllık 2.700 hektara kadar inmiştir. Diğer ülkelere göre Türkiye yangın söndürmede büyük başarı kazanmıştır.
- Bu yaz sezonu iyi giderken Ayvalık
Bunlardan en çarpıcı örneklerden biri de Dr. İlhan Eğilmez'in başına gelenler. Yaşadığı haksızlıkları 'Konfeti gibi savrulan değerler' (5.7.2005) ve 'AKP'nin sağlıkta adalet anlayışı' (27.12.2005) başlıklı yazılarımızda anlatmıştık. Dr. Eğilmez'in başına gelenler hala dinmedi. Ümraniye Devlet Hastanesi başhekimliği görevinden 8. kez alındı.
Hatırlatırsak... Dr. Eğilmez bilinen normal bürokratlardan değil; çetin ceviz... Kendisine yapılan her türlü haksız uygulamaya karşın yargı yoluyla hakkını arıyor. Sağlık Bakanlığı'nın üst yönetimini adeta canından bezdirmiş durumda; müsteşar Yargıtay'da yargılanıyor. Müsteşar yardımcısı ve personel genel müdürü haklarında tazminat davaları açmış. Kendisine kim yasadışı işlem yaptıysa, o da hukuk yoluyla hakkını aramış, adli ve idari mahkemelerde 32 dava açmış, hepsinin de takibini avukatsız bir şekilde kendi yapıyor. Görülenlerden 16'sı lehine sonuçlanmış. En son kendisine 'fotokopi paralarını çalışıyor' diyen eski sağlık müdüründen 1.500 YTL tazminat kazanmış.
KARŞIT 33 SORUŞTURMA
Dr. Eğilmez, 2002 kasım seçimlerinden sonra 'muhalif' görülerek Şile'den Ankara'ya, Erzurum'dan Aydın'a kadar bir çok yere 'sürgün'e gönderildi.
Hakkında, mal beyanı vermediğinden tutun da hemşehrilerini işe alıyor gibi gerekçelere dayanan iddialarla 33 soruşturma açıldı. Adeta 'müfettiş bombardımanı'na tutuldu. Ama her seferinde yargıda haklı olduğunu ispatladı.
Bürokrasi tarihinde ender örneklerden biri
"THY Yönetim Kurulu, Genel Kurulu'nu 23.8.2006 çarşamba günü olağanüstü toplantıya çağırdı.
Gündem maddeleri olarak; öncelikle Maliye Bakanlığı'ndan bir müfettişin hazırladığı basit rapora göre görev yaptığımız dönemde, THY'ye helikopter alarak kurumu zarara uğrattığımızdan bahisle TTK 341. maddesi gereğince Yönetim Kurulu eski üyeleri (Cem Kozlu, Yusuf Bolayır, Sühan Özkan, Önder Doğu, Ahmet Ertuğrul, Tolga Akgün ve Mehmet Gök) aleyhine dava açmak için yetki istemektedirler.
Helikopter alımı bizim yönetimde bulunduğumuz dönemde yapılmıştır; fakat satışını bizden sonraki mevcut yönetim yapmıştır. Bu satış işlemi ile ilgili bir zarar ve sorumluluk söz konusu ise bu mevcut yönetim uhdesinde olan bir sorumluluktur. Ayrıca bu konuyla ilgili işlemler bu iktidar ve bu THY yönetimi döneminde Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun herhangi bir usulsüzlük bulunmadığı tespit edilmiştir. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun herhangi bir usulsüzlük bulamadığı işlem bu kez bir Maliye müfettişinin basit raporu ile olağanüstü toplantı çağrısına gerekçe yapılmaktadır."
'HUZUR HAKLARI'
Sühan Özkan, dikkate değer bir başka konunun da olağanüstü toplantıya ek bir gündem maddesiyle Yönetim ve Denetim Kurulları'nın 'huzur haklarını'nın görüşülecek (yani arttırılacağı) olmasına dikkat çekerek, şöyle diyor:
"Özetle, tek başına kendi
Gürtuna, Gökçek, Cemil Çiçek gibi isimler 'Yeniden Milli Mücadele' isimli siyasetten geliyorlar. Başbakan ise 'Milli Görüş'ten...
Başbakan Erdoğan, 1994-99 döneminde belediye başkan vekili olan Gürtuna'yı 2004 seçimlerinde aday göstermedi. Halbuki Gürtuna, İDO'nun yeni feribotuna 'Recep Tayyip Erdoğan' adını vermiş, Erdoğan'ın doğduğu Kasımpaşa futbol sahasını modern bir stadyum haline getirmişti.
Çok beklediği ve umutlandığı halde Gürtuna, ‘Büyükşehir adayı’ yapılmayarak dışlandı.
Gazetecilerin Gürtuna ile ilgili sorusu üzerine o zaman Erdoğan "Ben babama bile kefil olmam" diyerek olumsuz tavrını sergilemişti.
Daha sonra Erdoğan, İstanbul'da 'göstermelik' olarak dört aday adayı çıkartmış, sonunda kafasında belirlediği Kadir Topbaş'ı seçtirmişti.
GÜRTUNA'NIN ADI KALDIRILDI
Olayı okurlarımız tarafından kınanırken, bu husumetle Türkiye'nin nereye gitmekte olduğu soruları dikkat çekti.
Resmi kayıtlara geçen gerçekler karşısında bu olayın doğru olamayacağını saunanlar da çıktı. Hatta bazı 'kafalar' ise bunun haşemalıların ve tesettürlülerin 'rövanşı' biçiminde saydıkları görüldü.
Bütün bunlara karşın en güzelini bir din adamı söyledi:
"Olay ibret vericidir, İslamla uzaktan yakından bağdaşır bir hali yoktur. Bu bir husumettir. Çünkü İslam'da kimsenin başkalarını tahkir ve taciz etmeye hakları yoktur."
Anlattıkları dehşet vericiydi ve Türkiye'nin nereye gittiğinin açık bir göstergesiydi.
"Onların ruhlarında demokrasi yoktu, vicdan ve mertlik de..." diyen Gülden Aydın'ı dinlerken irkiliyoruz:
"Yıllık iznimde, üniversite öğrencisi kızım Ceren'le birlikte ablamın İzmir-Karaburun'daki yazlık evine gittik. İlk iki gün şahaneydi. Çakmacık mevkiindeki koyda yüzerken batık bir kentin kalıntılarını keşfetmiştim. Ancak bu koya ablam ve komşuları gelmek istemiyordu. Üç yıldır tesettürlü mayolu kadınlarla haşemalı erkekler, Çakmacık'a geliyor ve mayolu, bikinili kadınları sözleri ve bakışlarıyla rahatsız ediyorlardı. Her akşam arkalarında bıraktıkları çöpleri toplamak da ablam ve komşularına düşüyordu. 9 Ağustos Çarşamba günü, yine Çakmacık'a gitmekte ısrar ettim. Bana neydi onların haşemasından, tesettüründen. Koca koyda herkese yer vardı. Hem aramızda yüzlerce metrelik mesafe vardı.
BİKİNİ GİYEN 'PİSLİKLERİ' İSTEMİYORUZ
Ablam, kızım ve komşunun lise öğrencisi iki kızıyla indik Çakmacık'a... Dini bütün grup, kaya gölgesinde oturuyordu. Kızım ve arkadaşları müzik dinleyip kağıt oynamaya, ablam gölgede uyumaya başladı. Ben de başlığımı, gözlüğümü takıp anfi tiyatroya benzettiğim kalıntıya doğru yüzmeye hazırlanıyordum. Kızımın "Lütfen temizler misiniz" diye seslendiğini duydum. Başımı çevirdiğimde bir kadının altı yaşındaki bir kız çocuğunu 15 metre kadar yakınımıza getirip kakasını yaptırdığını gördüm. Bir gün önce de kirli bebek bezini kaya oyuğuna bırakmışlardı. Kadın, uyarıya aldırış etmeden kız çocuğunun elinden tutup gitti. Kızım yine seslendi. "Burası herkese açık bir alan. Lütfen o pisliği temizler misiniz?" Haşemalı iki erkek ve arkasından birkaç kadın, bizim bulunduğumuz tarafa geldi. Erkeklerden biri kızıma "Sen buranın çevre sağlık müdürü müsün?" dedi. Kalabalık çoğaldı. Ben şaşkın ve biraz sonra olacakları aklımın ucuna dahi getirmeden seyrediyordum. Adamın biri kızımın göğsünü avuçlayıp bağırmaya başladı. "Bikini giyen pislikleri istemiyoruz. Gideceksiniz buralardan!" Kızım göğsünden tutan eli itip "Burası Türkiye Cumhuriyeti. Tabii bikini giyeceğim. Beğenmiyorsanız İran'a gidin" dedi. Ve pirhanalar gibi hep birlikte kızımın üzerine abanıp didiklemeye başladılar. Tam bir 'Vurun Kahpeye' romanındaki gibi bir linç harekatı başladı. Ben fırladım. Kızımı ellerinden almaya çalıştım. Şiddeti öyle doğal, öyle sıradan bir maharetle arz ediyorlardı ki... Oysa benim yerden bir taş alıp atmak aklıma bile gelmedi. Uçar gibi gittim, durun, dedim. O saniye ben de yerde, kızımın üzerindeydim. Kollarımdan tuttu bir adam, kaldırdı, birkaç kadın bana da vurmaya başladı. Dizlerimin bağı çözüldü, başım döndü, yığıldım. Ablam geldi, "Durun, Allah ilah aşkına ne yapıyorsunuz? Kardeşim gazeteci" dedi. Evet, sihirli ama beni utandıran sözcük buydu. Gazeteci! Olmasaydım ne olacaktı? Ben mi yoksa onlar mı acizdi? Elleri havada durdu. Linç halkası gerileyerek açıldı. Kızımın koluna girdik ve havlusunun üzerine yatırdık.