RUTİN YAŞAYANLAR ‘BİR ANDA’ YAŞLANIYOR
Olgunluk yaşlarına adım atan her insanın deneyimlediği bir fenomen; zamanın giderek daha hızlı ilerlediği, ömrün su gibi akıp geçtiği hissi. Zamanın kendi akışında bir değişiklik olmasa da algımız bize bu illüzyonu yaşatıyor. Geçen senelerde, yarı bilimsel, yarı felsefi biçimde bu özel durumun ‘insanın ne kadar süre yaşadığı’ ile ilgili olduğu bulunmuştu. Örneğin 1 ay, 8 yaşındaki bir çocuk için ömrünün kayda değer bir süresini ifade ediyor. Ancak 80 yaşındaki bir insan için 1 ay, çok daha kısa bir süre anlamına geliyor ve aylar çok daha hızlı geçen bir algıda yaşanıyor. Şimdiyse önemli bir parametrenin daha etkili olduğu keşfedildi: Hatıralar. İnsan ne kadar çok kalıcı hatıra biriktirirse zamanı o kadar dolu algılıyor ve uzun geçtiğini hissetmesine sebep oluyor. Sabahtan akşama kadar dolu dolu geçirdiğimiz bir günün ardından “Ne kadar uzun bir gündü” deriz. Aylaklık ettiğimiz pazar günleriyse bir çırpıda geçiverir. Aynı durum, beyin için haftalar, aylar, yıllar ölçeğinde de yaşanıyor. Dolayısıyla sürekli aynı şeyleri yaparak rutin hayatlar yaşayanlar bir anda yaşlandıklarını ve ömürlerinin geçiverdiğini hissediyorlar. Duke Üniversitesi’nden mekanik mühendislik profesörü Adrian Bejan, daha uzun yaşadığını algılamak için rutinlerin dışına çıkmayı, yeni yerler keşfetmeyi, yeni hobilere başlamayı ve farklı deneyimler yaşamayı öneriyor. Ayrıca yeni görsel imgeler de zaman algısını zenginleştiriyor. Hiç görülmemiş manzaralar, sanat işleri ve görsel şovlar izlemenin zaman algısını derinleştirip yavaşlatabildiği anlatılıyor.
PORTATİF BİR FİLTREYLE DENİZLERİ İÇEBİLECEĞİZ
Giderek ısınan Dünyamızda içme suyu kaynaklarının azalması, geleceğimizin başlıca problemlerinden… Öte yandan gezegenin dörtte üçünün sularla kaplı olması herkesin aklına aynı soruyu getiriyor: “Deniz suyunu içilebilir hale getirebilir miyiz?” ABD’nin MIT laboratuvarlarında geliştirilen bir cihaz, deniz suyunu çok az enerji kullanarak içme suyuna çevirebiliyor. Bir bavul büyüklüğündeki sistem, konsantre iyon polarizasyonu tekniğini kullanarak Dünya Sağlık Örgütü’nün standartlarını da geçen kalitede içme suyu üretebiliyor. Mevcut tuzdan arındırma sistemleri suyun şiddetli biçimde filtrelere pompalanmasını gerektirdiği için büyük yer kaplıyor ve çok enerji gerektiriyordu. Sistem, elektrik akımları kullanarak sudaki parçacıkların ve tuzun ayrışmasını sağlıyor ve filtreye gerek duymadan deniz suyunu içilebilir hale getiriyor. Cihaz şimdilik yarım saatte bir bardak doldurabiliyor.
Geçen hafta içinde, yapay zekânın (YZ) geleceği hakkında birbirine tam tezat oluşturan görüşler yayımlandı. Biri The Guardian’da, diğeriyse Fortune Magazine’deydi. Üstelik görüş verenler büyük isimler: Dijital teknoloji duayeni Ray Kurzweil, Midjourney gibi AI (Artificial Intelligence ) görsel üreticilerinin kullandığı ‘diffusion’ teknolojisini geliştiren Stability AI’ın eski CEO’su Emad Mostaque ve İngiliz makroekonomik araştırma şirketi MacroStrategy’in kurucu ortağı James Ferguson. Kurzweil iyimser tarafta. The Guardian’a verdiği demeçte yapay zekâyla insan zekâsının birleşeceği ütopik bir geleceği tasvir ediyor. Üstelik geçmişteki tahminlerinden daha da yakında olacağını söylüyor. Diğerleriyse karşı tarafta, yapay zekâ etrafında büyük bir balon oluştuğunu savunuyorlar.
Ray Kurzweil ‘singularite’ yani tekillik teorisini popülerleştiren isim. 1958’de matematikçi John von Neuman’ın geliştirdiği kavram, teknolojinin çok çok ilerlemesiyle günün birinde insan yaşamıyla ayrılmaz bir noktaya erişmesini ifade ediyor. Bugünkü karşılığı, yapay zekânın insan zekâsının kabiliyetlerini aştığı, IQ gerektiren tüm rasyonel konularda insanlardan üstün hale geldiği AGI (Artificial General Intelligence-Yapay Genel Zekâ) noktasına ulaşması. Tekillikse yapay zekâ ve insan aklının tamamen birbirine karıştığı aşamayı ifade ediyor.
Kurzweil 2005’te ‘Singularity is Near’ (Tekillik Yakın) kitabında, insan aklıyla yapay zekâ birleştiğinde, toplumun her yönüyle dönüşeceğini ve büyük bir sıçrama gerçekleşeceğini anlatıyordu. Kurzweil üç hafta önce yayımlanan yeni kitabı ‘Tekillik Daha Yakın’ ile anlatısını güncelliyor ve tahminlerinin daha yakın tarihte gerçekleşeceğini anlatıyor. Kurzweil’e göre 2029’da yapay zekâ, AGI seviyesine ulaşacak ve bu noktadan sonra insan zekâsını aşmaya başlayacak.
Bu, sadece beş yıl sonra hemen her alanda insanlardan daha iyi iş çıkaran bir zekânın toplumu yönlendirmeye başlayacağı anlamına geliyor. Hikâyenin ütopik sonunu seçerseniz, bizi bekleyen şey adım adım yeniden yapılanan bir dünya. Kurzweil’in kitabında nanobotlarla insan biyolojisinin evrildiği, hatta ömür sınırı sayılan
120 yaşın aşıldığı bir gelecekte, ekonominin küresel ölçekte otomasyona geçtiği bir dünya düzeni tasvir ediliyor.
Dünya ekonomisi AGI tarafından yönetildiğinde, yeryüzündeki tüm resmi vatandaşların yararlandığı ‘evrensel asgari gelir’ sistemini kurgulamak mümkün olabilecek. Böylece yoksulluğun ve şiddetin önü alınacak. Yapay zekânın insanları geçmesiyle birçoklarının işlerini yitirmesi mümkün olsa da teknoloji yeni nesiller için bugün var olmayan yeni iş imkânlarını da beraberinde getirecek. Aynı zamanda tüm endüstrileri ivmelendiren, teknolojik ve bilimsel buluşları da hızlandıran bir geleceği öngören Kurzweil, yenilenebilir enerji ve çok gelişmiş 3 boyutlu yazıcılarla enerji sorununun önüne geçilebileceğini ve dünyanın daha iyi bir yer olacağını savunuyor. The Guardian söyleşisinde “İnsanlık ve yapay zekâ karşı karşıya şeklinde olmayacak; yapay zekâ içimizde olacak” diyen Kurzweil, “Önceden fizibilitesi mümkün olmayan yepyeni şeyler yaratmamıza imkân sağlayacak. Gelecek çok fantastik olacak” cümleleriyle ümit veriyor.
Felaket senaryosu
Gelelim hikâyenin diğer yöndeki akışına… Merak etmeyin, diğer son, yapay zekânın dünyayı ele geçirip başımıza bela olduğu felaket senaryosu değil. Bu da bir ihtimal ancak günümüz realitesinde daha öncelikli bir mesele var. Tam şu anda, yeni bir ‘altına hücum’ fenomeni yaşanıyor ve yatırım şirketlerinin milyarlarca dolar dökmeye başladığı, .AI uzantılı yüzlerce YZ şirketi kuruluyor.
Temmuz sonunda yapılacak olan Paris 2024 Olimpiyatları’nda dünyanın dört bir yanından atletler yeteneklerini, güçlerini ve akıllarını ortaya koyarak mücadele ederken bizler de dört yıl öncesine göre daha fazla teknolojiyle donatılmış, yapay zekâ destekli yayınların, anlık analizlerin ve istatistiklerin tadını çıkaracağız. Olimpiyat denince akla rekorlar geliyor. Tarihe ismini yazdırmak için rekor kırmak belki her atletin hayali. Ancak yalnızca kendini gerçekten adayabilenlere ve doğru koşullar için şansı yaver gidenlere nasip oluyor. Rekor kırmak, insan gücünün limitleriyle doğru orantılı olduğu için atletlerin performansını arttırabilecek her türlü bilimsel veriden ve teknolojiden yararlanılıyor. Rekor denilince akla ilk gelen sporlardan biriyse koşu. Sprintlerden maratonlara koşu sporlarının olimpiyatlar içinde özel bir yeri var çünkü ‘dünyanın en hızlı insanı’ unvanını kişiye bahşeden yegâne spor dalı koşu.
Koşucuları hızlandırmak için antrenman tekniklerinden ayakkabı ve kıyafetlerine, beslenmelerinden performans analizlerine kadar pek çok yönde araştırmalar, geliştirmeler yapılıyor. Ancak uzun süredir ilk defa, koşu pistine bir güncelleme yapmak söz konusu oldu. Kayıtlara göre en son 1968 Olimpiyatları’nda yenilik olarak sunulan, her türlü hava koşuluna uygun tartan pistten sonra kayda değer bir geliştirme yapılmamış. Feldspar isimli bir İngiliz girişim şirketiyse koşu pistini yeniden icat ederek seri halde yeni rekorlar kırılmasına imkân sağlamayı amaçlıyor. Üretimine gelecek sene başlanacak olan teknolojik pist, koşucuların hızını maksimize etmek üzere tasarlanıyor. Teknoloji, koşucunun gücünün daha fazla ileri doğru odaklamasına destek oluyor. Hareket enerjisinin yatay doğrultuda itiş gücüne dönüşmesine imkân veren zemin, koşucuların yukarı ivmelenme ihtiyacını azaltıyor ve daha fazla gücü ileri yönlendirmelerine olanak veriyor. Enerji dönüşümünü geliştirmesi sayesinde koşucunun daha az yorulmasını da sağlıyor ve böylece yine hıza katkıda bulunuyor. Ayrıca gelişmiş sensörleriyle direkt zeminden ve koşucunun tabanından aldığı veriler sayesinde izleyenlere çokyönlü analizler, koşucu profilleri ve hikâyeleştirilmiş veriler sunma imkânı veriyor.
Olimpiyatlarda kabul edilmeyebilir ama spor ve rekabet söz konusu olunca herkes daha fazlasını ister.
Akıllı pist fikrini geliştiren Alvina Chen, kendisi de eski bir profesyonel atlet. Ancak henüz kariyerinin başındayken sağlık sorunları sebebiyle atletizmi yarıda bırakmak zorunda kalmış. Koşuya olan tutkusundan vazgeçmeyen Chen, devrim olabilecek fikrini hayata geçirmeye odaklanmış. The Next Web adlı blog’da yayımlanan röportajında Alvina Chen “Bu sporda devrim yapmak için büyük bir fırsat var. Koşu pistini dijitalize ederek yalnızca atletlerin ve insan performansının sınırlarını zorlamakla kalmıyoruz, atletizmi coşku dolu, yüksek enerjili uluslararası etkinliklere dönüştürmenin yolunu da açıyoruz” diyor. Sınırları aşmak ve yeni rekorlar kırmak tüm dünyanın ilgisini çektiği için kârlı bir girişim planı olduğu muhakkak. Hong Konglu yatırımcıların finanse ettiği teknoloji, atletlere rekor motivasyonu kazandırmak adına gerçekten yararlı olabilir. Öte yanda, işin gelecekte nereye varabileceğini düşünmek de ilginç.
Transhumanizm yani insan vücuduyla cihaz teknolojisinin birleşmeye başladığı bir gelecekte, sporcuların hiç görülmemiş yeteneklere kavuşması olası. Tabii ki atletizm yalnızca güç sergilemek değil; insanın fiziki ve zihinsel sınırlarını aşmayı da gerektiriyor. Kasları güçlendiren mikromotorlarla yarışan cyborg’lar, bilimkurgu fantezisi olduğu kadar geleceğin dünyasında gerçeğe de dönüşebilirler. Yüksek olasılıkla teknoloji önce, sporcudan alınan anlık verilerin nasıl en hızlı biçimde performansa dönüşeceğine yönelecek. Şimdiden gündemde olan beyin çipleriyle ileride hedefe kilitlenme, konsantrasyon, hesaplama, çevresel veriyi işleme gibi kabiliyetleri arttırmak ve hızlandırmak mümkün olabilir. Bunlar sporcuya önemli avantajlar sağlayacağı için olimpiyatlarda kabul edilmemesi elbette yüksek ihtimal. Yine de spor ve rekabet söz konusu olunca herkes daha fazlasını ister. Serbest dövüş turnuvası UFC’nin cezbettiği ilgi açısından kurallarla sınırlı bütün dövüş müsabakalarını geride bırakması buna iyi bir örnek. Öyleyse gelecekte ‘Cyborg Olimpiyatları’ yapılır mı, neden olmasın? Kulağa hafif distopik gelse de eğlenceli ve heyecanlı olacağı kesin!
GOOGLE VE ADİDAS’TAN ŞUTLARIN HIZINI ÖLÇEN CİHAZ
Uzaylılar konusunu ulusal mesele haline getiren New Paradigm Institute (NPI, Yeni Paradigma Enstitüsü), yeni ABD başkanının gizemli uzay fenomenleri hakkında daha şeffaf politikalar sergilemesi için lobi faaliyeti yürütüyor. Perşembe akşamı CNN’de yayımlanan başkanlık tartışma kürsüsü ‘Presidential Debate’, Amerikan halkı için en önemli kararı ifade ediyor. Halka verilen sözlerin ve yapılanların değerlendirildiği ve başkan adaylarının kozlarını paylaştığı buluşma, doğal olarak dünyanın kaderini etkiliyor. Biden ve Trump’ın karşı karşıya geldiği münazara için NPI, dünya dışı yaşama dair soru sorulmasına yönelik kampanyasıyla tarihte bir ilk oldu.
‘Şeffaflık vakti geldi’
UFO’ları ifşa etme konusunda başkanların tavrı elbette önemli. Ancak daha önemlisi, bu konuda haber almanın artık vatandaşlık hakkı olarak görülmesi. Dünya dışı yaşam, yani kısaca uzaylılar konusunda Pentagon, dolayısıyla ABD en fazla gizli bilgi barındırdığı düşünülen ülke. ‘The X-Files’, ‘Man in Black’ gibi devlet-uzaylı konusunu inceleyen çok fazla dizi, film ve belgeselle Amerikalıların bilimkurguya yatkınlığı bu düşünceyi destekliyor. NASA’nın uzaydaki öncülüğü ve Pentagon’un gelişmiş askeri izleme teknolojisi UAP’lerle (tanımlanamayan hava olayları) karşılaşma olasılığını arttırıyor. Fakat ABD’nin uzaylılara en yakın ülke olacağını garantilemiyor. Rusya ve Çin’in de uzaylılara dair kanıta sahip olduğu düşünülüyor.
3 yıl önce Pentagon’un Dünya dışı varlıklara dair verileri açıklamaya başlamasıyla ‘uzaylı’ konusu kızışmıştı. O zamandan beri ilgi kaybetmediği gibi şimdilerde daha fazla gündeme gelmeye başladı. Son olarak NPI yöneticisi Daniel Sheehan, geçen haftaki genelgelerinde olan “ABD’nin yeni başkanı, UAP’lerin ifşası ve hükümetin şeffaflığı konusunda kritik kararlar alacak” ifadesine dikkat çekti ve “Tüm başkan adayları için UFO/UAP’leri ifşa etme ve şeffaflık vakti geldi” çağrısında bulundu. Sheehan’a göre ABD ordusu, istihbaratı ve hava sanayisi, UFO’lar hakkında 80 yıldır halktan gizli tutulan çok miktarda bilgiye sahip. Yakın zaman önce hükümet memurlarıyla Politico’da (haber sitesi) yapılan bir röportajda, Pentagon’daki ‘Gizli bir Cemaat’in UFO sırlarını sakladığı ifadesi vardı. Röportaja göre güçlü isimlerden oluşan özel grup, halka ifşa olmaması için “Çok ilginç bilgileri koruyorlar”.
Başkanlık yarışında Trump seçilirse UFO’lar hakkında ne yapacağını kestirmek kolay değil. Çılgın bir anında cebinden uzaylı videosu göstermesi mümkün. Biden seçilirse ‘kontrollü ve tadında ifşa’ yoluna devam edebilir. Öte yandan dünyanın farklı yerlerinden de hükümetlere baskı geliyor. Geçen ay Japonya’da bir grup politikacı, UFO fenomeniyle ilgili araştırma yapması için hükümete çağrıda bulundu. Eski savunma bakanı Yasukazu Hamada’nın önderlik ettiği grup, Pentagon’un AARO birimine benzeyen, UFO’lar gibi olayları inceleyecek bir departmanın kurulması için hükümeti harekete geçmeye çağırdı.
Son yıllarda biliminsanları bile Dünya dışı yaşam olasılığını destekliyor ve kamuoyuna farklı açılımlar getiriyorlar. NASA Başkanı Bill Nelson “O askeri pilotlarla konuştum. Bir şey gördüklerini biliyorlardı ve radarları o şeye kilitlenmişti” sözleriyle fenomenlerin üst düzeyde gerçekleştiğine işaret etmişti: “Ne olduğunu bilmiyorlardı, biz de ne olduğunu bilmiyoruz. Umuyoruz ki dünyada bu teknolojiye sahip biri düşmanımız değildir.” Nelson’ın bahsettiği ünlü ‘Tic Tac’ vakası, elips şeklindeki şekere benzeyen bir UFO’nun inanılmaz hız ve manevra kabiliyetiyle hatırlanıyor.
UFO’lar konusu hükümetler için milli güvenlik meselesi ama herkes için öyle değil. Birçok insan uzaylıları dostane varlıklar olarak görüyor. Saklı kalmayı tercih etmeleriyse düşmanlık bilincinin insanlardan kaynaklanmasıyla açıklanıyor. Ayrıca insanlığın kaderini ‘vaktinden önce etkilememe’ kuralları olduğu düşünülüyor. İnsanlar gezegene kalıcı zarar verecek olursa veya kadersel sıçramalar yaşanırsa sürece dahil olduklarına inanılıyor. Nitekim UFO’ların çoğunlukla nükleer tesislerin yakınında görüldüğü, geçmişte askeri üniteleri paralize ederek bazı nükleer atakları engellediklerine dair belgeler var.
‘Aramızda yaşıyor olabilirler’
İnsan bedeni gibi karmaşık bir yapının oluşması bile en başta iki adet hücrenin, anne yumurtasıyla baba sperminin kavuşumuyla meydana geliyor. İki hücrenin kromozomlarını birleştirerek çoğalttığı yeni hücreler sayısız bölünme, çoğalma ve özelleşmeyle embriyoyu oluşturmaya başlıyor. Birlikte kurdukları biyolojik yapı karmaşıklaştıkça hücrelerin arasında muazzam bir iletişim ve işbirliği gözlenmeye başlıyor.
Biliminsanları, son dönemde hücreler arasındaki bu etkileşimin ‘mikrozekâyla’ ilişkisini sıklıkla inceliyorlar. Popular Mechanics dergisinde bu ay ‘Duyarlı Hücre: Bilincin Hücresel Temelleri’ adlı yeni kitabıyla dikkat çeken evrimsel biyolog William B. Miller söyleşisi vardı. Miller hücrelere bakışımızı baştan aşağı değiştirebilecek yeni bilimsel akımın öncülerinden. Farklı düşünen biliminsanları, hücreleri emir uygulayan pasif robotlar gibi görmeyi bırakmamız gerektiğine inanıyorlar. Aksine, bedenimizi oluşturan 37 trilyon hücrenin her birinin kendi bilinci olduğunu savunuyorlar.
Miller’a göre hücrelerin özgün bilinçleri olduğunu varsaymak, karmaşık biyolojik süreçleri anlamamızı kolaylaştırabilir. Bunlar arasında hücrelerin nasıl iletişim kurduğu ve karar verdiği, hatta bir kök hücrenin nasıl belli bir organa dönüşmeye yöneldiği gibi bilinmezler var.
İnsandaki karmaşık hisleri hücrelere atfetmek söz konusu değil ancak onlar da deneyimler yaşıyor.
Hücrelerin bilinç düzeyi anlaşılabilirse, doku rejenerasyonu, kanser ve çeşitli hastalıklar için yeni tedaviler geliştirmek, hatta plastik yiyen bakteriler gibi çevreye faydalı üretimler mümkün görünüyor. ‘Varoluşsal bilinç’ tabir edilen bu yeni yaklaşımla biyomühendislik alanında önemli ilerlemeler bekleyen Miller, evrim kavramının babası Charles Darwin’in ‘doğal seçilim’ teorisini tartışmaya açıyor. Şayet hücrelerin bilinçli olduğu anlaşılırsa, gizemli bir gücün seçiminden ziyade hücrelerin kararlarıyla ilerleyen bir evrim mekanizmasının daha mantıklı olacağını ifade ediyor. Bilincin kaynağı ve doğası bilenemediğinden, bilim dünyasının bu konuda ortak bir anlayışa varması kolay olmayabilir. Bilinç, en genel tabiriyle ‘Kendisinin, düşüncelerinin ve eylemlerinin farkında olan’ demek. İnsandaki karmaşık düşünceleri, hisleri ve duyuları, en alttaki hücrelere atfetmek söz konusu değil; ancak hücreler de birtakım deneyimler yaşıyor ve farklı eylemler, seçimler yapıyorlar. Miller’a göre örneğin hücre zarından içeri ışığın girmesi, hücreye bir deneyim sunuyor ve hücre, ışığı bilgi olarak analiz edip bununla ne yapacağına karar veriyor. Bazen öngörülebilir, bazen öngörülemez oluyorlar: “Mikroplarsa birbiriyle haberleşiyor, kaynakları paylaşıyor, besin aktarım yolları yaratıyor ya da birbirleriyle rekabet ediyorlar. Problem çözmeyle karar verme becerisi gösteriyorlar ve bu da demek oluyor ki bilişsel bir faaliyet sergiliyorlar.”
“Bir bütün, kendini oluşturan parçaların toplamından fazladır” sözü, bir arada ahenkle yaşayan hücrelerimizin topyekûn ölçüde beden bilincimizi oluşturabileceğini düşündürüyor bana. Hani şu hayatta kalmak için ne yapması gerektiğini zihnimizden daha iyi bilen bedenimizi... Acaba Yunus Emre “Bir ben var benden içerü” derken yüzyıllar önce, içindeki ayrıksı bilinci keşfetmiş olabilir miydi?
KANSER TEDAVİSİNE YEPYENİ BİR BOYUT
Dünya borsalarının en değerli şirketi Apple, epeydir beklenen yapay zekâ (AI) ekosistemini tanıtarak geriden yetiştiği büyük AI ligine hızlı girdi. Öte yandan üst düzey Open AI çalışanları ve uluslararası yapay zekâ duayenlerinin olduğu bir inisiyatif, yapay zekânın insanlığı yok etme tehdidi oluşturmaya başladığına dair açık bir mektup yayımladı. Birkaç gün öncesindeyse Birleşmiş Milletler başkanlığında yapay zekâ ve nükleer silahlarla ilgili önemli uyarı yapılmıştı. Gündemde neler var birlikte göz atalım.
DIŞ SUNUCULARA BAĞLI DEĞİL
Microsoft ve Google gibi rakipleri yapay zekâ dünyasını her geçen gün daha fazla domine ederken Apple’ın önemli bir çıkış yapması bekleniyordu. Takvimler 10 Haziran’ı gösterdiğinde Apple CEO’su Tim Cook, Apple Intelligence adlı yeni ekosistem bileşenleri sunumuyla insanlığın karşısına çıktı. Apple, akıllı telefon ve bilgisayar deneyimine yüksek standartlar getiren işletim sistemleri ve cihazlarıyla yalnızca dijital dünyayı değil, medeniyetimizi şekillendiren markalardan biri. Dolayısıyla yapay zekâyla dünyaya ne sunduğu ayrı bir öneme sahip.
Apple Intelligence sunumu, yapay zekânın gelecekte tüm Apple cihazları için vazgeçilmez olacağının sinyallerini veriyor. Ancak yüksek beklentileri karşıladığını söylemek doğru olmayabilir. Apple uygulamalarının kâh içine gömülen, kâh bağımsız sunulan yapay zekâ bileşenleri, özünde metin ve görsel üreteçlerinden fazlasını barındırmıyor. Yani çığır açan bir yenilik sunmadı Apple. Sunması bekleniyor muydu peki? Apple olduğu için evet.
Aslında Apple, yeni teknolojilerin mucidi olmaktan ziyade, iyi fikirleri alıp mükemmel hale getirmesiyle ünlü. Akıllı telefonlar, MP3 çalarlar ve tablet bilgisayarlar bunun en iyi örnekleri. Şimdiyse aynısı yapay zekâ için geçerli.
Apple AI, iOS deneyimini yapay zekâyla her yerden destekleyebilmek için cihazdaki verilerin içine dalıyor.
Apple Intelligence ekosisteminin en ayrıksı özelliği, dış sunuculara bağlı olmaması. Yani ChatGPT gibi başka bir yerde değil, doğrudan cihazınızın içinde çalışıyor. Bu sayede veri güvenliği konusunda endişeleri gidermiş oluyor. İşin aslı, güvenlik endişesini yaratan da kendisinden başkası değil. Apple AI, iOS deneyimini yapay zekâyla her yerden destekleyebilmek için kullanıcının cihazında saklı tüm verilerin içine dalıyor. Örneğin Siri’den “Ayşe’nin batik tişörtüyle paten yaptığı anı bul” gibi ayrıntılı şeyler istemek mümkün. AI destekli Siri, fotoğrafları ve hatta video görüntülerini tarayabiliyor. Apple Intelligence sayesinde Siri’den “Okunacaklar listemdeki ağustosböcekleriyle ilgili makaleyi getir” veya “Pazar günkü piknik fotoğraflarını anneme yolla” gibi gelişmiş taleplerde bulunabiliyorsunuz. Anlayacağınız üzere, Siri her şeyinizi çok iyi bilen bir asistana dönüşüyor ama tüm verilerinizin içinden geçmesini kabul etmiş oluyorsunuz.
Zihin terbiyesine odaklanan Budizm öğretisini dünyaya nakleden Siddhartha Gautama Buddha’ya (Buda) göre insanın kendini sabit ve değişmeyen bir varlık olarak kabul etmesi, büyük bir zandan ötesi değil. İnanç sistemlerine aldırış etmeseniz bile yeni araştırmalar ışığında Buda’ya hak vermeye başlayan biliminsanları size ilham olabilir...
Kanada’daki British Columbia Üniversitesi’nden felsefe profesörü Evan Thompson ile söyleşi yapan ve nöroloji alanındaki güncel çalışmaları değerlendiren kültür sitesi Big Think’in yazarı Lori Chandler, beynin işleyişini anlama konusunda bilim ve inanç sistemlerinin arasındaki açığın giderek kapandığını aktarıyor. Bilimsel yönden Budist öğretiyi destekleyen Thompson’a göre bugünkü kendimizi geçen yılki insanla aynı kişi sanmak, hatta bir an öncesi ve sonrasıyla bile aynı insan olduğumuzu farz etmek sadece bir yanılsama. “Beyin ve beden daima değişken bir akış içinde. Sistemimizde sabit bir kendilik hissiyatını karşılayan hiçbir şey yok” diyen Thompson’a göre Budizmin temel öğretisi Anatta, varoluşumuzun esasını açıklayabildiği gibi, bizi duygusal yüklerden kurtarabilecek genişliğe sahip. Anatta insanın ‘benlik’ fikrini bir yanılsama olarak değerlendiriyor ve kişinin sabit olmayıp her an değişen, her an evrilen ve şekil değiştiren bir varlık olduğunu anlatıyor.
Günlük tutmak akıl ve ruh sağlığını korumaya faydasıyla bilinir. Zihni sakinleştirmenin ve süzmenin kolay bir yoludur. Günlükteki geçmiş haftaları, ayları ve yılları okumak insana en kıymetli özdeğerlendirmeyi sunar. Eski günlüklere baktığınızda, o sayfayı kaleme alan kişinin şimdikinden daha farklı biri olduğunu hissedebilirsiniz. Benzer bir duyguyu eski fotoğraflarınızı veya videolarınızı görünce de yaşayabilirsiniz. Kendini irdeleyen, kendinin farkında olma merakıyla yaşayan insanlar benliklerindeki değişimleri, köklü dönüşümleri daha kolay fark ederler. İnsan yedisinde neyse yetmişinde öyle olsa bile, kimse gençliğin toyluğuyla ileri yaşların olgunluğunu bir tutmaz. En az değişen şey kişilik olabilir; içe veya dışadönüklük ya da genelde pozitif olmak gibi. Ancak dürüstlük, ahlak, tembellik veya azim gibi kavramlar karaktere ait olup zaman içinde değişebilir.
Modern bilimin 2 bin 600 yıllık Budizm öğretisine yakınlaştığı noktaysa kişilik ve karakterin üstündeki benlik mefhumunun daima değişime tabi olduğu. ‘Ben’ veya ‘sen’ kavramlarının önemini sorgulayan Lori Chandler, ‘Hardwiring Happiness and Buddha’s Brain’ (Mutluluk ve Buda’nın Beynini Kablolamak) adlı kitabın yazarı Dr. Rick Hanson’un ferahlatıcı tespitlerini de aktarıyor: “Hanson kişinin sabit bir kendilik inancı olmadığında, yani kendisini hep aynı görmediğinde olayları da kişisel almayabileceğini söylüyor ve düşüncelerin insanı tanımlamadığını savunuyor.”
‘Zihnimizdeki düşünceler yalnızca düşüncelerdir ve bizi tanımlamaz’ demek yeterli...
Dışarıdaki olaylar aslında yalnızca birtakım hadiseler ve hepsini üstümüze alınmamız gerekmiyor. Bu fikir, dünyanın etrafımızda döndüğü düşüncesinden özgürleşmeyi, yani egonun ve nefsin boyunduruğundan kurtulmayı da içeriyor. Zira ‘ben ve diğerleri’ diye düşünmeye odaklanmak, bir şeylerin hep kendi başına geldiğini, kendine yapıldığını zannetmeye yol açabiliyor. Huzursuzluğun bu yanılsamalardan kaynaklandığı malum. Aksi anlaşılınca gelen rahatlamaysa yine bunun bir göstergesi. Chandler’a göre kendimizi düşüncelerle ve ideolojilerle tanımlamayı bırakmak son derece özgürleştirici olabiliyor. Büyüme ve değişimin kolaylaşması, insanı gerçekten duygusal yüklerden ve sıkıntılardan kurtarabiliyor. Doğru ya, kendi işimizi kendimiz zorlaştırırız. Dirençlerimizle başkalarının alanını daraltır ve neticede sonuçlarına katlanırız.
Kendinin değişmeyecek bir şey olduğu fikrini terk etmek, serbestleşmenin yanı sıra bağımlılık ve muhtaçlıktan kurtulmayı kolaylaştırabiliyor. Hatta ötekileştirme, ırkçılık gibi tavırlara mâni olabiliyor. İçsel özgürlük adına ‘Ben yalnızca kendimim’ düşüncesi, mantrası veya zikri, kendini bilenlere kâfi... Öyle ya; insan ne oldum dememeli... Yarın değişecekse kişi, bugün kim olduğunun kalır mı önemi?
Beyindeki empati devresi keşfedildi
Herhangi bir işi ruhsuz biçimde, özgünlük ve yorum katmak yerine sadece bilgiye ve belli bir sistematiğe bağlı yapan insanlar için ‘robot gibi’ tabirini kullanırız. Eğitim yılları boyunca hemen herkesin karşısına ‘robot gibi’ öğretmenler çıkar; bazıları gelir, sadece dersi anlatır ve gider... Robot gibi hocaları kimse pek sevmez ama yeni bir araştırma özellikle 3-6 yaş aralığındaki çocukların, robotları öğretmen olarak insanlara tercih edebileceğini hatta onlarla arkadaş olmaya, sırlarını paylaşmaya daha yatkın olabileceklerini ortaya koydu.
Computers in Human Behavior (İnsan Davranışlarında Bilgisayarlar) dergisinde yayımlanan araştırma, robotların ve diğer teknolojik aletlerin çocukların hayatlarında giderek artan varlığını ve onlarla etkileşimlerinin öğrenme ve gelişimlerine nasıl etki ettiğini anlamayı hedefleyerek çocukların güvenilirlik konusunda nasıl karar verdiklerini incelemeye almış. İsveç Kraliyet Teknoloji Enstitüsü, Almanya’dan Constructor Üniversitesi ve Avustralya’dan Griffith Üniversitesi’nin ortak yürüttüğü çalışmanın çok ilginç bulguları var. Özetle çocuklara video izletilerek yapılan deneyde bir insan, bir de robot temsilci bulunuyor. Küçük çocuklara saç fırçası, oyuncak ayı, plaj topu gibi tanıdık objeler gösteriliyor. Ardından robot ve insan temsilciler bunları doğru veya kasten yanlış olarak isimlendiriyor. Aşamaları olan bu yöntemle çocukların temsilcileri güvenilir veya güvenilmez olarak tanımaları sağlanıyor. Araştırma sonucunda çocukların robotlara karşı daha toleranslı ve yakınlık kurmaya daha hevesli olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin çocuklar, yanlış isimlendirme yapan insanı “Bilerek hata yaptı” diye nitelendiriyor ancak robot için aynı düşünceye sahip olmuyor. Robotun daha akıllı ve daha tutarlı olabileceğini düşünme eğilimi gösteriyorlar.
Bulgular çocukların robotlara güvenme fikrini, onlarla arkadaş olma isteğinden ve onların ne kadar ‘canlı’ oldukları hakkındaki düşüncelerinden ayrı tuttuklarını ortaya koyuyor. Yani bir robotun hata yapması çocukların onunla arkadaş olma isteğini azaltmıyor. Bu noktada marifet robotta gibi görünse de işin derinliği farklı. Bilerek hata yapan insana güveninin azalması, alternatifi olan robota yönelmesini kolaylaştırıyor olmalı. Güvenin kurulması en zor, yıkılmasıysa en kolay şey olduğunu hepimiz biliriz. İşin içinde insan faktörü olduğunda sezgiler devreye giriyor ve günlük hayattaki ilişkilerimizde olduğu gibi güven azaldığında uzaklaşma ve hatta alternatif arama ihtiyacı ortaya çıkabiliyor.
Yapay zekânın hâkim olduğu bir dünyada gücümüz zihnimizden değil, sezgisel açıklığımızdan gelecek.
YAPAY ZEKÂ YANILGISI
Daha büyük yaştaki çocuklar değerlendirildiğindeyse robotlara olan yatkınlığın yaşla ilgisi olduğu ve büyük çocukların insanlara güvenmeye daha yatkın olduğu gözlenmiş. Ancak bu, robotlardan sadece çocukların ‘etkilenebileceği’ anlamına gelmiyor. Araştırmada kullanılan robot oyuncak görünümlü. Yine de videolarda ikna edici olması için kendi sesi değil, yapay zekâ yardımıyla üretilen daha insani bir ses kullanılmış.