Antik zamanlarda insanlar yaşamın kaynağı olan doğal varlıkları ilahi karakterde algılamaya meyilliydi. Afrika’daki nehirler, Asya’daki dağlar, Kuzey Avrupa’daki ormanlar... Tüm insanlar ve kabileler için ortak akılda -veya sezgide- birleşen ilahi sembolse gökyüzünde ve bir taneydi: Güneş.
İlkel insanların idraki ilerledikçe kabileler klanlara dönüştü ve medeniyetler ortaya çıkmaya başladı. Erken medeniyetler zamanında, yaklaşık 3 bin yıl önce evrenin üzerinde ve her şeyi yaratan bir güç, bir yüce tanrı olduğu fikrini herkesten önce idrak eden Göktürkler için Güneş ve onun ötesinde Sirius gibi yıldızlar daha derin bir anlam taşıyordu. Amerika’daki yerli kabilesi Hopiler bugün bile biliminsanlarını şaşırtan astronomik bilgilere ulaşmıştı.
Semavi dinlerin yükselişiyle birlikte toplumların ‘evrene hâkim bir yüce bilinç’ algısı tek bir yaratıcı odağında toplanmaya başladı ve böylece doğadaki ilahi addedilen güçlere dair algı değişir oldu. Öte yandan 8 milyarlık dünya nüfusunun semavi dinlere mensup olmayan, çoğunluğunu Hinduların ve Budistlerin oluşturduğu 3,7 milyarlık, yani yaklaşık yüzde 45’lik kesimi içinse durum farklı. Farklı kültürlerde ‘doğa, yaradan ve evrenin ilahi bilinci’ fikirleri çeşitli geleneklere ve tarihsel olgulara göre şekilleniyor.
Hemen hepsinde elementlere ve doğa varlıklarına bir nevi bilinç atfedildiğini görmek mümkün (Eski Şaman Türklerde bunlara ‘kültler’ deniyordu; dağ kültü, ağaç kültü, iyeler kültü gibi... Türkler bunlara tapınmaz fakat iradeleri olduğunu bilerek saygı, korku ve sevgiyle karışık bir duygu besler, adaklar sunar ve sunaklar yaparlardı). Güneş’in varlığını ve ışığını selamlamak Batı kültüründeyse daha çok edebi, şiirsel ve romantik bir karşılık bulur. Daha bilinçli bir hali bugün halen ünlü yoga akışı ‘Güneş’i Selamlama’ (Surya Namaskar) ile dünyanın her yerinde uygulanıyor. Surya, Sanskrit dilinde Güneş demek.
ÇEVRESİYLE ETKİLEŞİMLİ
Bilinç konusu spiritüel ve pozitif bilimler için gizemli alanlardan biri. Yakın zamanlarda, Cambridge mezunu, ödüllü biyolog Rupert Sheldrake spiritüel yaklaşımın dışına çıkarak, elektromanyetik alanların ritmik salınımlarla bilinç akışları oluşturabilmesi suretiyle Güneş’in bilinçli, ne yaptığını bilen ve uzaydaki çevresiyle etkileşime giren bir varlık olabileceği hipotezini ileri sürdü.
Biliminsanının 21 sayfalık İngilizce makalesi akıcı bir dille yazılmış, ezoterik dünyadan ve felsefecilerden yaklaşımlarla desteklenen ve fizik etrafında dönen keyifli bir okumaya sahip. Dünya gezegeninin canlı, bilinçli bir varlık olduğunu kati biçimde öne süren ilk felsefecinin Platon olduğunu öğrenmek heyecan vericiydi. Yer Ana ismiyle hitap ettiğimiz, mitolojide tanrı Gaia adıyla anılan Dünyamızın biyolojik, bilinçli bir varlık olabileceği fikrine geçmişteki yazılarımda değinmiştim.
Yapay yaşam deyince akla belki hemen tuhaf, ucube yaratıklar gelebilir. Neyse ki şimdilik yaratık sayılabilecek bir organizma ortada yok ve var olanlar mikroskobik düzeyin epey altında seyrediyor. ABD’li Salk Enstitüsü’nden biliminsanlarının biyoloji alanında büyük gelişme sayılan çalışmaları, geçen haftalarda The Washington Post’a verdikleri bir röportajla gündem konusu oldu. Biliminsanları laboratuvar ortamında yaşamın kendi kendine ortaya çıkmasıyla ilgili evrim teorisinin temel bir adımını ispatlamaya yaklaştılar. Bir başka deyişle, laboratuvar ortamında, ikinci bir canlıya ihtiyaç duymadan ‘yaşamın’ belirmesi, yani bir anlamda üretilmesiyle ilgili araştırmalarda önemli bir adım atıldı.
VAROLUŞUN TEMEL SORUSU
Dünya’da ya da kâinatın herhangi bir yerinde yaşamın ortaya nasıl çıkmış olabileceği biyoloji biliminin ve varoluş felsefesinin temel sorusu kabul edilebilir. Nereden geldik ve neden varız? Yanıt olarak teorilerden öteye gitmemiz, şayet o bilgi bize ‘gönderilmediği’ sürece mümkün olmayacak gibi görünüyor. Ama yaşamın temel mekaniği hakkında biraz fikir sahibiyiz. En azından yaşam ortaya çıktıktan sonrasına dair... DNA’nın kodunu çözdüğümüzden beri genetik konusunda muazzam ilerleme kaydeden bilim, işi tasarım bebekler seviyesine kadar getirse de yaşamın nasıl yoktan ortaya çıktığına dair anlayışımız halen oldukça kısıtlı ya da yok seviyesinde. Konuyu en ufak ölçekte, hücresel düzeyde anlamaya yönelen biliminsanları, DNA ve proteinlerden de önce RNA’yı anlamaya yönelmişler. Yaşamın, yani canlılığın ilk belirişine dair klasik teorilerden biri, genetik kodu kopyalama yoluyla hücreleri çoğalttığı bilinen RNA’nın durup dururken kendini kopyalamaya başlamış olabileceği yönünde. Bu süreci yapay ortamda geliştirmeyi amaçlayan biliminsanları, laboratuvarda bir RNA üretmişler. RNA’yı tek başınayken bir kopyalama makinesi olarak düşünebiliriz. Salk Enstitüsü’ndeki çalışmanın başarısı da yapay üretilen RNA’nın doğru çalışmasından, yani yakınındakileri kopyalayabilmesinden kaynaklanıyor. Üstelik RNA sonunda işe yarar bir enzime dönüşmeyi de başarmış. Bir anlamda, kendi kendini çalıştırabilen, çok küçük ölçekte bir makineden söz ediyoruz. Gerçekten büyük bir başarı sayılsa da mucizevi veya ‘ilahi’ bir durum söz konusu değil. Öte yandan, şayet RNA kendi kendini kopyalamaya başlarsa işler değişebilir.
Asıl mesele, RNA’ya iş yaptıran kodun nerede durduğunu ve kaynağını anlamaktan geçiyor olmalı.
Darwin’in evrim teorisinin oluşabilmesi için RNA’nın aslına çok yakın kopyalar üretmesi gerekiyor. Aksi halde DNA birbirine tutunamıyor ve hücre dağılmaya, bozulmaya başlıyor. Ancak RNA’nın kendini bire bir kopyalaması da çözüm değil çünkü gelişimin ve evrimin sağlıklı gerçekleşmesi için kodun içinde küçük mutasyonlar olması gerekiyor. Yani RNA yaşamın kodunu kopyalarken onu eşsiz ve çevreye uyumlu olabilecek şekilde mutasyona uğratmazsa evrim sağlıklı gerçekleşemiyor.
Mutasyonlar varyasyonları yaratıyor ve sonunda var olan koşullara adaptasyon kabiliyeti en yüksek olanları, evrimin halkalarını oluşturmaya başlıyorlar. Şayet kopyalar birbirine çok benzerse, ‘evrimi reddettikleri için’ yine hayata tutunamıyorlar; genetik hastalıklar, sözgelimi akraba evliliklerindeki gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor. RNA’nın mutasyon zorunluluğuna bakılacak olursa, orada sanki bizim bildiğimiz anlamda bilgisayar koduna benzeyen bir koşullama, bir mantık işlemi olduğunu sezebiliriz. Asıl mesele, RNA’ya iş yaptıran kodun nerede durduğunu ve kaynağını anlamaktan geçiyor olmalı.
Kısa yoldan özetleyeyim; biliminsanlarının çalışmalarıyla laboratuvarda yaşamın yapay olarak üretilebilmesi için aslında RNA’ya yüklenmesi gereken programın bir adı var: ‘Doğal Seçilim’. Hangi dille yazıldığını bilmemiz ve bir yerden yüklememiz teknolojik olarak mümkün görünmese de kodlayanın kim olduğuna dair fikir yürütmemiz zor olmasa gerek. Ona, doğanın üstün bilinci diyebiliriz.
Dünya dışından alınan sinyaller çoğunlukla kaotik olur ve normal bir insan bunların içinden çıkamaz. Bazen uzaydan gelen, düzenli yapısı herkesçe fark edilebilecek sinyaller tespit edilir. Hepsinde “Acaba bu sefer kesin mi” diye merak edilir fakat hiçbirinden “Evet, uzaylılar da bize selam söylüyormuş” gibi bir yanıt alınmaz. Ama biliminsanları aramaktan vazgeçmez. Şimdiyse elleri güçleniyor, hatta ilk denemeler gayet olumlu sonuçlar verdi. Yapay zekâyla eğitilen yeni bir algoritma milyonlarca sinyalin içinden ‘derinlemesine incelemeye değer’ nitelikte 8 sinyalin ayırt edilmesine yardımcı oldu.
Dünya Dışı Akıllı Yaşam Arama Programı (Search for Extraterrestrial Intelligence-SETI) yıllardır var olan bir oluşum. Başlarda yeterince ciddiye alınmadı fakat sonra dünyanın her yanından binlerce biliminsanı ve araştırmacıyı kazandı. Dönemimizin önemli bilimsel projelerinden biri oldu. Projeyle bağlantılı olan ‘Çığır Açan Dinleme İnisiyatifi’ adlı bilim grubu yapay zekâ yardımıyla gökyüzünün derinlerinden alınan sinyalleri işliyor. Akıllı medeniyet izi olanları ayıklıyorlar. Kanada’daki Toronto Üniversitesi’nden Peter Xiangyuan Ma ve ekibi normalde milyonlarca farklı sinyali araştırmayı gerektiren işi makine öğrenimiyle büyük oranda hızlandırmayı başardı.
Parazit karışabilir
Yıldızlardan gelen sinyallerin ortak noktalarından biri, teleskoplar yalnızca doğrudan yıldıza baktığında alınabilmeleri. En basitinden, teleskopu yıldıza çevirirseniz 1 verisi, dışarı tutarsanız 0 verisi alıyorsunuz. Dışarıdan sonsuz sinyal alınırken doğrudan gelen yıldız sinyallerinin arasına her türlü parazitin karışma ihtimali var. Milyonlarca yıldızdan alınan sinyaller önce potansiyel bir havuza indirgeniyor, ardından yaşam ihtimali olanlar için yeni ayıklamalara başlanıyor. Makine öğrenimi algoritmaya büyük hız kazandırarak 115 milyon sinyalin değerlendirilebilmesini sağlamış (Giderek her şeye yapay zekâ diyor olsak da bunların yüzde 90’ı aslında makine öğrenimi). Astronomlar makine öğrenimini eğitmek için bahsini ettiğimiz pozisyon değişikliği değerini kullanmışlar. Radyo sinyalleri gibi düzenli sinyal yapılarını öğrenen algoritma, rastgele verilerle yıldız verilerini de kıyaslamayı öğrenmiş. Böylece 100 küsur milyon sinyal önce 3 milyona, sonra 20 bin 515 adede indirgenmiş. Geri kalanını biliminsanları -halen yapay zekâdan üstün olan- insan gözleriyle incelemişler. Sonuçta 8 sinyali ‘alien signal’ (uzaylı sinyali) kabul edip bunların akıllı bir kaynaktan gelme potansiyeli taşıdığına karar vermişler.
Şimdilik sinyallerin kaynağını net olarak doğrulayacak belirgin işaretler yok ancak yeni veriler bizi asıl merak ettiğimiz sonuca daha çabuk ulaştırabilir. Üstelik şimdiden ilginç gelişmeler var: 8 sinyalin geldiği yıldızlara yeniden baktıklarında sinyallerin devam etmediği görülmüş.
480 saatlik dinlemeyle oluşturulan veriler 820 farklı yıldızdan geliyor. Genellikle gökcisimlerinin kendi manyetik alanından kaynaklı sinyaller binyıllarca kesilmeden devam edebiliyor. Sinyalin kesilmesi kaynağından bilinçli gönderildiği ihtimalini yaratıyor. Gelen sinyaller Dünya’ya 30 ila 90 ışık yılı mesafede taranıyor. Güneş sistemimiz ortalama 1-1,5 ışık yılı genişlikte. Gelen sinyallerden biri Güneşimize yapı olarak çok benziyor. Bizimkine benzer sistemlerde Dünya gibi yaşam hattındaki gezegenlere rastlama olasılığı güçleniyor.
Bu araştırmalar sonuç verecek mi, bizler yaşamımızda o meşhur ‘ilk kontağı’ görecek miyiz? Mukadderat; hisler güçleniyor. Ben yalnız olmadığımızı hissediyorum. Sürekli taradığım kaynaklarda bir ifşa durumunun yakında gerçekleşebileceğinden söz ediliyor. Hatta CIA kökenli ifşacılardan biri 2027’nin önemine dikkat çekti ve büyük hükümetlerin ifşa gerçekleşmeden insanlığı hazırlamak için telaş içinde olduğu iddialarını ortaya attı. 2027 ezoterik bilgilerle astrolojik bir dönüşüm yılı aynı zamanda. Farkındalığı yüksek tutmakta yarar var. Ayrıca kim bilebilir; belki çoktan karşılaştık, belki daha çok var, belki eli kulağında.
Telepati insana egzotik gelen bir konu; bilginin hiçbir araç olmadan, eşyanın tabiatına aykırı şekilde insanlar arasında iletilmesi... Hatta hayvanlar ve ağaçlar arasında bile... Ve dahası elementlere tesir eder şekilde... İspatlaması zor görünen fakat birçok insanın hissettiği bir aktarımdan söz ediyoruz.
Aşağı yukarı 300 yıl önce, elektrik bulunmadan, eğitimli insanlara bile telepatinin muhtemel işleyişini anlatmak imkânsız olabilirdi. Biz bugün Wi-Fi dalgaları, GSM şebekeleri, radyo antenleri ve bilumum araçla bilginin enerji dalgaları şeklinde gönderilip alınabileceğini biliyoruz. Kafaları kurcalayansa insan beyninin bu kapasiteye sahip olup olamadığıydı. Sesin bir enerji dalgası olduğu malum ve fakat kulak-gırtlak gibi alıcı-verici görevi gören organlar olmadan aktarım nasıl gerçekleşecekti?
Düşünce gücüyle maddeyle etkileşim de bir başka boyut. Psikokinezi veya telekinezi, düşünce dalgalarıyla nesneleri kıpırdatmak veya bir enerji akımını etkilemek anlamına geliyor. Bu iki fenomenin nadiren karşılaşılan gerçekliği, bilim insanları için daimi bir çekicilik yaratmış. Yakın zaman önce de maddenin beşinci halinin ‘bilgi’ olabileceği üzerine, bilim çevrelerinde ilgi gören yeni bir hipoteze yer vermiştim. Her atomun özünde kendisine dair bir bilgi parçacığı olabileceği fikri anlatılıyordu.
Araştırmacılar bugüne kadar telepatiyi çoğunlukla beyin dalgalarıyla anlamaya çalıştılar.
TERS KÖŞE HİPOTEZ
Telepatiye dönersek... Biliminsanları, bu hadise çoğunlukla beyinde algılandığı için işi beyin dalgalarıyla anlamaya çalıştı. Beynin 5 duyu olmadan nasıl bilgi iletebileceğini araştırdılar. Şimdi sıkı durun, güncel ve kapsamlı bir araştırma, tam tersi yönde bir hipotezi büyük oranda ispatladı!
Sora yalnızca bir metin girdisi (prompt) alarak tasvir ettiğiniz herhangi bir film sekansını son derece gerçekçi animasyonlara dönüştürebilen bir yapay zekâ sistemi. Türünün ilk örneği değil ancak kabiliyetleriyle Meta Emu, Stable Video Diffusion, Runway Gen-2 ve Google Lumiere gibi yapay zekâ video üreticilerinden çok daha başarılı. En yakın rakibi Google Lumiere’den 4 kat daha yüksek çözünürlüğe, neredeyse HD kalitesine sahip. Lumiere ortalama 5 saniyelik videolar üretebilirken Sora 60 saniyeye kadar detaylı ve adeta yaşayan film parçacıkları yaratabiliyor.
Sora’nın ve yapay zekânın nasıl dünyayı başka bir yere dönüştürmeye hazırlandığını gözlerinizle görmek için openai.com/sora internet sitesinden hiçbir modifikasyona sokulmadan paylaşılan videoları izleyebilirsiniz. Işıltılı Tokyo sokaklarında salınarak yürüyen kadının hareketlerindeki gerçeklik göz alıcı. Şakaklarındaki bebek saçlarından tenindeki lekelere, yerdeki su birikintilerinden gözlüklerindeki yansımalara kadar incecik detaylar şapka çıkarılacak nitelikte. Meraklısına ortamda satılacak bir bilgi de ekleyeyim: YouTuber teknoloji nördleri hemen Sora’nın ürettiği videolardaki hataları fark etmişler. Tokyolu kadının bacaklarını izleyin, birkaç adım sonra ayaklarının yer değiştirip eski haline döndüğünü görebilirsiniz.
YEPYENİ GÖRSEL DÜNYALAR
Videoların kusursuz olmayışı OpenAI için sorun değil. Ufak tefek hataların yanında görselliğin bu denli etkileyici olması, tabiri caizse internetin aklını başından almaya yetti. Ayrıca OpenAI şimdilik Sora’yı bir ürün olarak konumlandırmıyor. Sitenin ilk paragrafında “Yapay zekâya hareket halindeki fiziki dünyayı simüle etmeyi öğretiyoruz. İnsanların gerçek dünyayla etkileşime girmeyi gerektiren problemleri çözmelerine yardımcı olmak amacıyla modelleri eğitiyoruz” ifadesi var. Sora sayesinde gelecekte ortaya çıkacak fırsatlar neredeyse sınırsız. Akla gelebilecek her türlü video içeriğinin yalnızca birkaç kelimeyle üretileceği, hayal gücüyle yepyeni görsel dünyaların yaratılabileceği bir gelecekten söz ediyoruz. Geçen haftalarda bahsettiğimiz 290K takipçili sanal model Aitana Lopez aklıma geliyor örneğin. Sora sayesinde fotoğraf karelerinden çıkıp hareketli bir yaşama kavuşabilme ihtimali Barselonalı ajansını heyecanlandırıyor olmalı.
Hayal bile edemediğimiz âlemleri canlandırma potansiyeliyle Sora, teknolojinin en ileri noktalarından biri.
OpenAI yeni teknolojiyi kullanıma açacağı tarihi henüz paylaşmıyor. Araştırma projesi olarak yola koyulan Sora şimdilik bir deney grubu tarafından inceleniyor ve zararlı kullanımlara karşı test ediliyor. Video dünyasında yaratıcılığa yepyeni olanaklar sunarken Sora’nın kötü aktörlerin ilgi alanına gireceği de biliniyor. Deepfake videoları, şantaj görüntüleri, olmayan deliller yaratma ya da gerçek görüntüleri manipüle etme gibi kullanımları değerlendiren OpenAI çeşitli önlemler alıyor. Bunlar arasında Sora’nın üreteceği zararlı içerikleri tespite yarayan bir sınıflandırma sistemi ve güvenlik sorunu yaratabilecek her türlü prompt’u reddedecek bir özellik geliştiriyorlar. “İnsanların teknolojimizden faydalanabileceği tüm yolları bilemeyeceğimiz gibi istismar edebilecekleri bütün koşulları tahmin etmemiz de mümkün değil” şeklinde bir ifadeleri de var.
OpenAI, Sora’nın mevcut modelinin zayıflıkları olduğunu da belirtiyor. Karmaşık bir sahnedeki fizik kurallarını simüle edemeyeceği veya neden-sonuç ilişkilerini tahmin edemeyebileceği anlatılıyor. Örnek olarak bir kişinin kurabiyesini ısırabileceği ancak kurabiyede ısırık izinin kalmayabileceği anlatılıyor. Bunlara rağmen Sora’nın örnek videolarını izlediğinizde etkilenmemek mümkün değil. Sora tek bir fotoğrafı ya da grafiği videoya dönüştürme kabiliyetine de sahip. Tarihi fotoğrafların, hatta tabloların kısa filmlere dönüştüğünü hayal edin… Üstelik mevcut videoları uzatma veya kayıp karelerinin yerini doldurma özelliği var.
Hayata gözlerini yuman insanların ardından yas sürecini yaşamak, ölümle ilgili en zor olan şey. Dünyadan ayrılmak nasıl ki insan deneyiminin mutlak bir gerçeğiyse ardında kalanların yaşayacağı tecrübeler de elbette insanın tekâmülüne yani ruhsal bilincin gelişmesine hizmet ediyor. Şimdilerde güncel teknolojiler sayesinde geride kalanlar için süreci kolaylaştırmaya yönelik yeni servisler çıkıyor. Yalnızca yas duygusuyla sınırlı değil, kıymetli insanların anılarını, dünyaya katkılarını ve değerlerini yaşatmak, yeni nesillere veya aile fertlerine hatırlatmak amacıyla da kullanılıyor.
‘Ölüm sonrası hizmetler’ adı verilen bu yeni sektör, yapay zekâ ve sanal gerçeklik teknolojileriyle tamamen dijital dünyada yapılanıyor. Hizmeti kullanmanın anıları dijital ortamda biriktirmekten ölmüş kişiyle sanal ortamda sohbet etmeye kadar kademe kademe uzanan yolları var. Bunlardan en makul ve başlangıç düzeyinde olanı, kişinin ardında bıraktığı verilerin ve dijital ayak izinin korunması yöntemi.
Facebook Legacy veya Google İnaktif Hesap Yönetimi gibi sistemler alışıldık biçimde herkes tarafından kullanılıyor. Bir adım ötesindeyse vefat eden kişiye sanal bir kimlik yaratma yolu başlıyor. Ölüm sonrası hizmetler, vefatın ardından yakınlar tarafından kullanılabildiği gibi ‘vaktin yaklaştığını’ hisseden veya vizyoner kişiler tarafından hayattayken de oluşturulabiliyor. LifeLegacy gibi mirasını, yapacağı yardımları ve vasiyeti derli toplu tutmaya faydalı platformlar akla gelen ilk örnekler.
Sesli anı kütüphanesi
HereAfterAI, yas sürecini nispeten sevimli hale getirmeyi başaran uygulamalardan biri. Yapay zekânın mülakatla yardımcı olduğu, kendi hazırladığınız ses kayıtlarıyla anılarınızı kaydederek bir sesli anı kütüphanesi oluşturabiliyorsunuz. Fotoğraflarla hikâyeleri zenginleştirmek mümkün. Son olarak kendinize benzeyen bir sohbet avatarı oluşturuyorsunuz. Bu sayede dünyadan ayrıldığınızda geride kalanlar, örneğin torunlar aile büyüklerinin hikâyelerini, karakterlerini kendilerinden, animasyonlu sohbet havasında bir ortamda dinleyebiliyorlar.
İncelediğim benzer sistemler arasında favorim StoryFile.com. Basit bir fikir üzerine kurgulanmış ve makine öğrenimiyle çalışan sistemde, hikâyenizi gelecekte bire bir sizden öğrenmek isteyenler için bir video sohbet alanı yaratıyorsunuz. StoryFile geçmişinizle, anılarınızla, karakterinizle ilgili belirli sorular sorup anlatmanıza yardımcı oluyor. Kayıtları telefondan veya bilgisayardan yapabiliyorsunuz. Yapay zekâ, izleyicilerin soru yönelterek hikâyenizi interaktif videonuzdan dinlemesini sağlıyor.
Video hikâyelerinden bir adım öteye geçip kendisinin sanal kopyasını bırakmak isteyenler için de
Teknoloji dünyasının etkili mecralarından The Verge, ürün eleştirmenlerine sağduyulu bir prensip öneriyormuş: “Ürün incelerken markanın vaatlerini değil, kutunun içinden çıkanı değerlendirin.” Fikri benimsemek kolay fakat Silikon Vadisi civarında yaşamıyorsanız bütün ürünleri elde inceleme seçeneğiniz olmayabilir. Neyse ki internet, her cihazı en küçük vidasına kadar açıp incelemeyi sevenlerle dolu. Yılın en sansasyonel ürünü Vision Pro, geçen haziranda dünyaya tanıtıldığında henüz bir kutusu bile olmadığı için onu sadece Apple’ın vaatleri üzerinden değerlendirmiştik. Şimdiyse o gün geldi; Vision Pro’lar teknolojinin nabzını tutan global YouTuber’ların eline ulaştı. Ürün bizde satışa sunulmadı ama saatlerce izlediğim videolardan denemiş kadar olduğumu söyleyebilirim.
Dolaylı kaynaklardan Vision Pro’nun Türkiye’de hemen satışa sunulmayacağını öğrendik. Çok makul... 3.500 dolarlık oyuncağın kapışılmayacağı aşikâr. Haziranda yazdığım değerlendirmeye bakıyorum;
o sıra dolar 23 liraya yeni fırlamış, ülkece şoktayız. Haber servisinde “Türkiye’ye gelince 100 bin hatta 200 bin olur” diye mavrasını yapmışız. Ne kehanet ama! Bu arada Vision Pro, Türkiye’de ikinci el platformlara düşmüş. Yurtdışından getirilen sıfır kutuların ortalama fiyatı 150-200 bin lira. En uygunuysa Erzincan’daki bir satıcıdan 115 bin liraya, dosta gider. ABD’li sıradan vatandaşın 2-3 asgari maaşıyla alabildiği ürün bizde 10 asgari maaşa, normal fiyatının da 1.500-2.000 dolar fazlasına olunca kaldırımlarda garip hareketler yapanlara rastlamak biraz hayal kalıyor.
Apple her zaman ‘hype’ yani heyecan ve tantana yaratabilen bir marka... Sosyal medyada rastlamışsınızdır; Vision Pro’sunu takmış sokakta yürürken elleriyle havada bir şeyler kontrol eden tipler gerçekten eğlenceli görünüyor. Bilimkurgu tadında bir karizmaları da var. 12 milyon takipçili YouTuber Casey Neistat, Vision Pro’sunu hiç çıkarmadan New York metrosuna biniyor, kafeden donut alıp yiyor, hayranlarıyla fotoğraf çektiriyor. Vision Pro’nun yarattığı ilgiye rağmen fiyatını hak etmediği ve yolun başında olduğu konusunda diğer eleştirmenlerle hemfikir. Yine de kendisini en çok etkileyen şeyin, ‘Azınlık Raporu’ (Minority Report, 2002) gibi bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz, o herkesin beklediği deneyimin sonunda gerçekleşmesi olduğunu anlatıyor.
Haziranda Vision Pro’yu ‘Apple’ın gerçeküstü vizyonu’ başlığıyla tanıtmıştım... Gerçek dünyanın üzerine dijital unsurlar ekleyen arttırılmış gerçeklik (AR) teknolojisi, son yıllarda Apple CEO’su Tim Cook’un odağında. Yeni cihaz da bu idealinin bir parçası. Ancak Vision Pro’nun asıl işlevi bilgisayar ve akıllı cihaz deneyimini çevresel sonsuzluğa yansıtmak. Apple ürünleri kullananların bildiği üzere Apple ekosistemi, tüm cihazların akıcı ve kolay biçimde etkileşmesini sağlar. Vision Pro ekosisteme muazzam özellikler katıyor. Macbook ekranını 50 inch’e büyütebiliyor, diğer ekranları da istediğiniz yere yansıtabiliyor ve havada dokunabiliyorsunuz. Üçboyutlu filmlerin sinema genişliğinde, eşsiz bir derinlikte izlendiği anlatılıyor. Ancak uygulamaları sınırlı olan Vision OS’ta Netflix, YouTube gibi servisler şimdilik yok. Macbook ekranından yansıtıp izlemek mümkün. Rakiplerine kıyasla yüzde 25 daha ağır olan kasasıyla eleştirilen başlık, gücünü kablolu harici pilden alıyor. 18 milyon takipçili Marques Brownlee’nin de aralarında olduğu teknoloji guruları, ilk jenerasyon olması ve yüksek fiyatı nedeniyle ürünü şimdilik satın almaya teşvik etmiyorlar. Bununla beraber Vision Pro’nun ilk Apple bilgisayarları gibi vizyoner bir cihaz olduğuna hepsi katılıyor. Ben de Vision Pro’nun gelecekte bilgisayar kullanma alışkanlığımızı şekillendirecek, öncü bir teknoloji olduğunu hissediyorum.
Sanal gerçeklik başlığı
Vision Pro dış dünyayla etkileşime giriyor ancak teknoloji bakımından aslında bir arttırılmış gerçeklik değil, virtual reality (VR) yani sanal gerçeklik başlığı. Bugün sahip olduğumuz teknoloji, şeffaf bir ekranın ardındaki gerçek dünyaya dijital öğeler yerleştirecek derecede gelişmiş değil. Vision Pro dış dünyayı kameralarla görüntülüyor, gelişmiş göz tarayıcılarıyla kullanıcısının baktığı noktayı kusursuz algılıyor ve ellerini takip eden kameralarla arayüzü kontrol etme imkânı sağlıyor. Kullanıcısını insanlardan soyutlamamak için dışarıya gözlerini yansıtan vizör, reklamlarda sunulduğu kadar gerçekçi değil. Gözler gerçek cihazda daha bulanık görünüyor ve yapay duruyor. Ancak Vision Pro’nun içeriden kullanıcısına sunduğu görüntü kalitesi çok yüksek. Dış dünyanın kameralardan iç ekrana yansıtılması 12 milisaniye, neredeyse gerçek zamanlı gerçekleşiyor. İnsan gözüyse aynı işlemi 13 milisaniyede yapıyor.
İnsan aklının yapay zekânın gölgesinde kalması ihtimali kimileri için büyüleyici, kimileri içinse korkutucu bir fikir olabilir. Fazlasıyla zihinde kalan ve rasyonel düşünceye saplantılı biri için örneğin, endişe verici olmalı. Teknolojiden büyük beklentileri olan ve dünyayı gelişmiş siber beyinlerin yönetmesinin en iyisi olacağını düşünenler içinse heyecanlı bir hayal belki.
Bir de Elon Musk gibileri var; teknoloji milyarderleri... Onlarsa bambaşka bir grupta; insan ve teknolojinin birleşmesi en büyük idealleri. İnsanların AI (artificial intelligence- yapay zekâ) ile birleşerek “yapay zekâyla ortak bir yaşam formu” haline gelmesini arzuladığını söyleyen Musk, sonunda yaşamının belki de en büyük amacına doğru büyük bir adım attı. Nörobilimci ekibiyle 2016’da kurduğu Neuralink şirketi, tartışmalı hayvan deneylerinin ardından geçen pazar günü ilk kez bir insana beyin implantı taktı. Neuralink’in blog’undan ve Musk’ın X hesabından duyurulan gelişme, teknoloji ve tıp dünyasında merak yarattı. Birkaç ay önce ABD Gıda ve İlaç Dairesi FDA tarafından insan deneylerine izin verilmesinin ardından 280 milyon dolarlık yatırım alan şirket, çalışmalarını hızlandırmıştı. Söz konusu insan ve diğer canlıların beyni olunca, çalışmaların hızlanması sanıldığı kadar iyi bir şey olmasa da neticede Neuralink önemli bir kilometre taşına ulaştı. Deney yeni gerçekleştiği için sonuçlarına dair fazla veri yok. Sağlığının iyiye gittiği belirtilen hastanın kimliğiyse açıklanmadı. Elon Musk ilk sonuçların ‘nöron faaliyetlerini tespit etme’ konusunda ümit verici olduğunu belirtmekle yetindi. Neuralink blog’undaysa insan deneyinde kullanılan cerrahi robotun ve implant cihazının güvenilirliğine bakıldığı, aynı zamanda nöral faaliyetleri okuma ve deşifre etme kabiliyetinin denendiği belirtildi. Kablosuz şarj edilen mikropille çalışan beyin implantı, kameraları, sensörleri ve insan saçından ince iğnesi olan özel bir cerrahi robot vasıtasıyla nakledilmiş.
Söz konusu insan ve diğer canlıların beyni olunca çalışmaların hızlanması sanıldığı kadar iyi bir şey olmasa da neticede Neuralink’in yaptığı bu alanda bir kilometre taşı.
Neuralink’in teknolojiyi pazarlama stratejisi, nörolojik hastalıklara ve hasarlara karşı tedavi geliştirmek üzerine kurulu. Öte yandan Musk, şirketin vizyonunu insan biyolojisini geliştirerek makineler ve yapay zekâyla birleştirmek şeklinde anlatıyor. İnsan ve bilgisayar arasında düşünce gücüyle yönetilen bir arayüz yaratma planı var. Musk deneyin ertesi günü yaptığı açıklamada ilk Neuralink ürününün ‘Telepathy’ ismini taşıyacağını duyurdu. Beyin implantı sayesinde düşünceyle bir telefonu veya bilgisayarı, onlar aracılığıyla da her tür cihazı kullanma imkânı vaat eden Musk, ilk kullanıcıların uzuvlarını kaybeden insanlar olacağını kaydetti.
Neuralink’in söz konusu ürünü piyasaya sunabilmesi, yani isteyen her insanın beynine takılabilmesi için alması gereken izinler, insan deneyleri, son aşamadaki çok ayrıntılı kontroller, bilim kurulu incelemeleri ve dahası derken şirketin önünde upuzun bir süreç var. Üstelik sürecin herhangi bir aşamasında FDA tüm izinleri askıya alabilir, iptal edebilir ya da ürünü çok kısıtlı bir hasta grubunun kullanımına sunabilir. Yine de böyle zorlukların Musk’ı vazgeçirebileceğini düşünmüyorum. FDA onaylı beyin implantını piyasaya sürmek kolay değil fakat Neuralink’in insan deneyleri hakkı olması, şirketin derin vizyonuna yönelik ‘başka’ deneylerin yapılabileceği ihtimalini de düşündürüyor.
Mary Shelley’nin ünlü romanındaki Frankenstein’ı yaratan doktor da özünde kötü biri değildi, çılgındı sadece.