Tanımsız bir zaman diliminde insanlar neden, nasıl olduğu bilinmeyen bir durumla karşı karşıyadır. Piyangonun kime çıktığı belirsizdir ve bazıları mutasyon geçirerek hayvan formlarına dönüşür. Yemek sektöründe şef olarak çalışan François Marindaze ve 16 yaşındaki oğlu Émile’in de kapısını bu tuhaf mesele çalmıştır. Birinin eşi, diğerinin annesi olan Lana bir tür ‘kurt kadın’a dönüşmüş ve tedavi altına alınmıştır. İkili, Lana’nın kaldığı rehabilite merkezine yakın olmak adına Fransa’nın güneyine taşınır. Bu hem baba hem oğlu için yeni bir hayat anlamına gelir. Derken çevrede çıkan çok sert bir fırtına, merkezdeki yaratıkların firar etmesine ve yöredeki ormanlara sığınmalarına sebep olur. Sonrası bir sürek avıdır...HAYVAN KRALLIĞI
◊ Yönetmen: Thomas Cailley
◊ Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert, Saadia Bentaieb, Gabriel Caballero
Fransa-Belçika ortak yapımı
Senaryosunu Pauline Munier’nin yazdığı, Thomas Cailley imzalı ‘Hayvan Krallığı’ (Le règne animal), geçen yıl Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılış filmiydi. Bu son derece aykırı ama bir o kadar da çekici ve kulak kabartmaya değer öyküye sahip yapım, metaforlarla örülü dertlerini yer yer aksiyonun öne çıktığı bir anlatımla sunuyor. Ortada zamanla bütün gezegeni sardığını anladığımız bir dert var ve bu diğer tüm şimdiki zaman dertleri gibi sosyolojik unsurlarla dolu. Öyle ki Émile’in gittiği lise, ilgi duyduğu Nina, yöre halkı, babasına yardımcı olan jandarma Julia Izquierdo derken senaryonun gezindiği duraklar bize sağlam bir sosyolojik bilimkurgu öyküsü anlatıyor. Mesela tıpkı baba-oğul gibi François’nın çalıştığı restorandaki garson Naima’nın da kız kardeşi bu yaratıklardan biridir ve onun hayatını sürdürmesine gizli gizli yardımcı olmaktadır. Yani aramızdan birilerinin en yakınları bu dertten mustariptir. Yaratıklar, canavarlar, ne derseniz deyin onlar aslında ilk elde göçmenler akla gelmek suretiyle günümüzün ‘öteki’leri olabilir. Film bu yanıyla artık bütün dünyaya hâkim olmuş görünen ve kendinden olmayan herkese nefretini, öfkesini kusan sağ politikalara ve politikacılara da göndermelerde bulunuyor. Örneğin Émile’in sınıf arkadaşlarından bazıları birlikte yaşama çabasına vurgu yaparken kimisi de mutasyona uğramışlara karşı klasik ırkçı tavırları (yok etmek, öldürmek vs.) gösteriyor. Ama asıl olarak Thomas Cailley’nin filminin güzelliği sadece bu tür güncel mesajları öne çıkarması değil. Bu öykü aynı zamanda da ‘Sevdiklerimizi her koşulda sevebiliyor muyuz’un cevabını bulmaya çalışıyor. Ortada tek bir mutasyon vakası yok. Émile’in de giderek vücudunda başlayan değişimler, onun karşı cepheye doğru yol almasına neden olan gelişmeler, henüz uçmayı beceremeyen Fix ve yanında duran Froggy’yle ormanın derinliklerinde başlayan dostluk derken seyirci olarak farklı sulara çekiliyoruz. Bu bir yanıyla bir ergenin büyüme öyküsü aynı zamanda. Keza bir babanın oğlunu her koşulda kabul etmesi de filmin bir başka odak noktası.
Mutasyona uğramış tüm varlıkların genel profili, Émile’de baş gösteren fiziksel değişim, yaratıkların yeni doğalarıyla barışma çabaları derken ‘Hayvan Krallığı’, ‘Frankenstein’dan Cronenberg’in ‘Sinek’ine (The Fly, 1986), hatta ‘Dr. Moreau’nun Adası’ndan (The Island of Dr. Moreau, 1996) ‘Gir Kanıma’ya (Låt den rätte komma in, 2008) kadar uzanan sinemasal (ve de yazınsal) bir hatıralar yolculuğuna çıkmamızı sağlıyor. Ama ben bu film dolayısıyla en çok ‘X-Men’ camiasını hatırladım. Lakin Thomas Cailley’nin yapıtı Hollywood’un kahramanlık figürleri eşliğinde sunduğu ‘Süper’ler mitini adeta yalnızlık, izolasyon ve varoluş meselelerini sorgulayan bir çizgide perdeye taşıyor.Adèle Exarchopoulos
Kadronun en tanınmış yüzleri babada izlediğimiz Romain Duris ve jandarma Julia Izquierdo’da karşımıza çıkan Adèle Exarchopoulos. İkisi de çok iyi oynuyorlar ama bence bu filmin açık ara asıl yıldızı Émile’de izlediğimiz Paul Kircher. Genç oyuncu karakterinin geçirdiği evrimin yanı sıra bir ergenin hissiyatını muhteşem yansıtıyor. Keza kuşa dönüşmüş Fix’te ‘Eş Anlamlılar’dan (Synonyms, 2019) hatırladığımız Tom Mercier de çok iyiydi. Bu arada filmdeki hayvan türlerinin tasarımı bizde Baobab Yayınları tarafından kitapları (‘Mavi Haplar’, ‘Kumdan Kale’ ve ‘Oleg’) basılan çizer Frédérik Peeters’a aitmiş.
Öğretmenlik yapan Blanche Renard, ikizi Rose’un ısrarlarıyla gittiği partide çok eskiden tanıdığı Grégoire Lamoureux’ya rastlar. Aralarındaki elektrik yeni bir ilişkinin kapısını aralar. Aradığı erkeği bulduğunu düşünür. Onun için delidivane olduğunu söyleyen biri vardır karşısında. Çok geçmeden evlenirler. Bankacı olan Greg, Blanche’ı taşrada, kalabalıktan uzak bir yöreye taşınmaları konusunda ikna eder. Derken iki çocuk sahibi olurlar, mutlu mesut yaşayacaklar hissi etrafı sarmışken kadıncağız kocasının giderek artan tuhaflıklarıyla yüz yüze gelir. Ve bu süreç zamanla geri dönülmez bir noktaya evrilecektir…
Valérie Donzelli imzalı ‘Narsistle Aşk’ (L’amour et les forêts) Éric Reinhardt’ın 2014 tarihli romanından sinemaya uyarlanmış. Senaryosunu Audrey Diwan’ın kaleme aldığı yapımda, son derece romantik başlayan bir aşkın erkek kanadında sonradan ortaya çıkan karanlık taraf yüzünden beklenmedik noktalara savrulan bir ilişki anlatılıyor. Öykü sakin ve huzur verici akarken ve Donzelli filmine Éric Rohmer’vari dokunuşlar katarken Greg’in buzdağının altta kalan yüzeyi gibi beliren kontrol manyağı kıskanç koca kimliği, kadın tarafı için büyük bir azaba neden oluyor. Sürekli “Neredesin, kiminlesin, aramalarıma neden cevap vermiyorsun, benimle niye ilgilenmiyorsun” türünden aslında çoğumuzun yakın çevresinde ya da gündelik hayatımızın içinde rastladığı bir tipolojinin yansıması Grégoire. Giderek de vites yükseltiyor ve Blanche için hayatı çekilmez hale getiriyor. Mesleki bir yalanla kandırdığı ve annesiyle ikizinden kopararak taşrada yalnız başına bir hayata sürüklediği karısı üzerinden baskıcı profilini sahaya sürüyor.
ERKEKLİĞİNİZ BATSIN!
Valérie Donzelli feminist bir bakış açısıyla sunduğu bu öyküde sonradan gerilime yüklenirken sakinliğini, meselelere soğukkanlı yaklaşımını kaybetmiyor. Bu film Hollywood patentli olsaydı heyecan dozajı artarken daha sert, adrenalini daha üst düzeyde gezinen sahnelere rastlayabilirdik. Ama belki de bir Fransız yapımı olmanın gerekliliğiyle (!) dramatik yapısı daha gerçekçi ve hayatın içinden akıyor. Bu tabloda son zamanlarda ‘Başkalarının Çocukları’ (Les enfants des autres, 2022) ve ‘Paris Hatıraları’ (Revoir Paris, 2022) gibi kimi filmlerde karşımıza sıkça çıkan Virginie Efira’nın Blanche karakterindeki (ikizi Rose’u da canlandırıyor) incelikli performansının etkisi büyük. Keza Grégoire’da da Rohmer’in ‘Yaz Hikâyesi’ (Conte d’été, 1996) filiminde de oynayan Melvil Poupaud etkileyici bir profil ortaya koyuyor.
Valérie Donzelli’nin yapıtında karşımıza çıkan Grégoire toksik erkeklikle yoğrulmuş bir kişiliğin ifadesi.
Roma bir günde kurulmadı derler... Kuşkusuz üzerinde yaşadığımız coğrafyada da Cumhuriyet bir günde kurulmadı. Çöken bir imparatorluk, yurdun dört bir yanını saran işgalciler, bu duruma isyan eden vatanseverler ve onlara önderlik eden bir büyük figür... Çok değil, birkaç ay önce 100’üncü yaşına basan bir rejimin kurucusu konumundaki Mustafa Kemal’in yaşadığı dönüşümü, geçirdiği evreleri, aştığı engelleri, verdiği savaşları, bulunduğu cepheleri onun kişisel öyküsü eşliğinde anlatan ve iki adımdan oluşan ‘Atatürk 1881-1919’ adlı çalışmanın ilk bölümü hatırlanacağı gibi 3 Kasım 2023’te vizyona girmişti. İkinci film ise bu haftadan itibaren seyirci karşısına çıkıyor. Yönetmen olarak Mehmet Ada Öztekin imzasını taşıyan, senaryosunu da Necati Şahin’in kaleme aldığı bu ikilemenin ilk ayağında Mustafa Kemal’in Selanik’te başlayan serüveninden ve ordu içindeki yükselişinden kesitler aktarılırken aynı zamanda dönemin kimi gelişmeleri de tarihsel bir süreç içinde perdeye taşınıyordu.
İkinci filmde de aynı mantığın uzantısı bir yapım izliyoruz. Genç bir subay olarak muhalif bir çizgideyken dönemin siyasi konjonktürü içinde İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleriyle girdiği mücadele, ülkenin kara bahtını aydınlığa çıkarma çabası, nihayetinde de Sultan Vahdettin’in kadrajına girerek yavaş yavaş Samsun’a doğru yola çıkacak Bandırma adlı vapurundaki yerini alma çabası...Atatürk 1881-1919 (İkinci Film)
◊ Yönetmen: Mehmet Ada Öztekin
◊ Oyuncular: Aras Bulut İynemli, Songül Öden, Sarp Akkaya, Esra Bilgiç, Şahin Sancak, Pedja Bjela, Emre Mete Sönmez, Şehsuvar Aktaş, Sahra Şaş, Berk Cankat, Bertan Asllani, Oğulcan Arman Uslu, Alican Barlas, Alpay Kenan Atalan, Cahit Gök, Meriç Özkaya, Dieter Rupp, Alex Dave, Emre Yetim, Serhat Talay, Orkuncan İzan
Türkiye yapımı
‘Atatürk 1881-1919’ (İkinci Film) üslup, atmosfer ve sinematografik biçim açısından beklendiği gibi ilkinin izlerini sürüyor ve devamlılık mantığıyla genel resmi tamamlayan bir bütünlüğe ulaşıyor. İdeolojik bakış olarak da benzer bir durum var ortada; ilk filmin açtığı parantezlerde dolaşılıyor, yine Ata’nın hayatından kimi kişisel virajları perdeye taşıyor ve sonuçta görsel, estetik ve içerik açısından son derece doyurucu bir toplam ortaya çıkıyor.
İlk filme ilişkin eleştiri yazımda oyunculuklar hakkındaki görüşlerimi belirtmiştim; başta Mustafa Kemal’i canlandıran Aras Bulut İynemli olmak üzere kadrodaki herkesin son derece etkileyici performanslar ortaya koyduklarını hatırlatayım. Kadronun genel toplamı içinde özellikle Enver Paşa’da karşımıza gelen Sarp Akkaya’yı çok beğendiğimi de bir kez daha not olarak düşeyim.
‘Geldikleri gibi giderler’
Bir Skandalın Peşinde
◊ Yönetmen: Todd Haynes
◊ Oyuncular: Natalie Portman, Julianne Moore, Charles Melton, Gabriel Chung, Elizabeth Yu,
Cory Michael Smith, D.W. Moffett, Lawrence Arancio, Piper Curda, Kelvin Han Yee, Jocelyn Shelfo, Andrea Frankle, Joan Reilly
ABD yapımı
Savannah-Georgia’da, su kenarında enfes bir ev... Verilecek ziyafete ilişkin hazırlıklar sürmekte, sosisler mangalın üzerinde kızarmaktadır. Derken en önemli konuk gelir; genç ve ünlü bir kadın oyuncu olan Elizabeth Berry. Rol alacağı yeni ‘bağımsız’ projede ev sahibesi konumundaki Gracie Atherton-Yoo’yu canlandıracaktır ve sebebi ziyareti, bu kişiye ve yakın çevresine dair daha derin gözlemler yapmaktır.
‘Velvet Goldmine’la (1998) tanıdığımız, sonraları da ‘Cennetten Çok Uzakta’ (Far from Heaven, 2002) ve ‘Carol’ (2015) gibi yapıtlarıyla daha bir sevdiğimiz Todd Haynes, yukarıda genel çizgilerini aktardığım son adımı ‘Bir Skandalın Peşinde’de (May December) hassas çizgilerde gezinen bir öykü anlatıyor. Filmde 23 yıl önce, evcil hayvan dükkânında çalışırken
80 sonrası sinemamız ‘12 Darbesi’nin toz bulutları arasında kendine yeni güzergâhlar ve yol haritaları ararken az biraz kenti ve kentliyi, özellikle Atıf Yılmaz vasıtasıyla da kadınları keşfedip öykülerini bu odak noktaları üzerinde inşa etmeye çalıştı. Derken ilk adıyla ‘İstanbul Sinema Günleri’, sonraki adıyla da ‘İstanbul Film Festivali’ önce ‘Yedi tepeli şehrin’, ardından da ülkenin tüm kültürel ikliminin yatağı değiştirecek bir etkileyici unsur olarak hayatımızda belirdi ve yepyeni bir izleyici kuşağı ve ruhu yarattı.
İstanbul kent yaşamında (nisan ayında düzenlenmesi dolayısıyla) adeta baharın da bir tür müjdecisi olarak eklenen bu faaliyet, bir parça geçmişteki Sinematek’in işlevini görüyor ama asıl olarak insanların sinema zevklerinin, bakış açılarının, izleme ve yorumlama biçimlerin yeniden oluşumuna katkıda bulunuyor, farklı birikimlere, kazanımlara vesile oluyordu.
Bu damardan beslenen onca ‘sinefil’den kimileri yazar-çizer, kimileri sektör çalışanı, kimileri de yaratıcı (yönetmen) oldu. İlham kaynakları ve bilgi-görgüleri bu yolla oluşan bir kuşak çok geçmeden kamera arkasında yerini alırken sinemamızda adına da yeni bir dile, ekole kapı araladılar. 90’lı yılların başları itibarıyla da ilk ürünlerini vermeye başladılar.
BİRİ DOSTOYEVSKİ DİĞERİ ÇEHOV
Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan da bu kuşağın koçbaşı isimlerindendi. Demirkubuz emekçi olarak kimi işlerde çalışıp ayrıca siyasi görüşlerinden dolayı sistemin gadrine uğrayarak hapis yatmış ve işkence görmüş bir geçmişin ardından Zeki Ökten’in asistanı kimliğiyle sinemaya adım attı ve zaman içinde her biri ayrı çarpıcılığa sahip filmleriyle bugüne geldi. Nuri Bilge Ceylan ise sanatsal adımlarını fotoğrafçılık üzerinden biçimlendirdi, sonrasında o kendine özgü bakışıyla donattığı yapıtlarıyla yürüyüşünü hızlandırdı ve nihayetinde o da günümüz Türk sinemasının en önemli yaratıcılarından biri olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.
Sinema tarihine ‘Heat’ gibi bir klasiği armağan eden emektar yönetmen Michael Mann’in son adımı bir araba markası olmanın yanı sıra motorsporlarının da öncü grubu Ferrari’nin geçmişinde dolaşıyor ve bu devasa imparatorluğun sancılı bir dönemini perdeye taşıyor. Film 1957’de açılıyor. Bir zamanların otomobil yarışçısı Enzo Ferrari’nin eşi Laura’yla birlikte kurdukları şirket krizdedir. Bir yanda oğulları Dino’nun erken yaşta (24) ölümü, öte yanda zor koşullarda ayakta durma çabası derken kurtuluş İtalya’da düzenlenen ünlü ‘Mille Miglia’da alınacak başarıya endekslenmiştir. Bütün bunların yanı sıra Enzo’nun 12 yıla varan yasak ilişkisi ve bu ilişkiden doğan oğlu Piero’nun annesi Lina Lardi’nin meseleyi legalleştirme isteği kopmaya hazır bir başka fırtınanın da habercisidir. Enzo hem iş hem de özel hayatındaki gelgitler karşısında dik durmaya çabalarken yarış takımındaki pilotların yaşadığı trajediler de cabasıdır.
Brock Yates’in 1991 tarihli, ‘Enzo Ferrari: The Man, The Cars, The Races, The Machine’ adlı kitabı esas alınarak 2009’da aramızdan ayrılan Troy Kennedy Martin tarafından yazılan senaryodan çekilen filmde Michael Mann, odağını iki ana arterden oluşturmuş. Bir yanda savaşta babasını ve abisini kaybetmiş, sonrasında oğlunun vefatının yarattığı travmayı bir türlü atlatamamış ve mutluluğu yasak bir ilişkide bulmuş bir patron profili var. Öte yanda da şimdilerden çok uzakta seyreden koşullarda gerçekleştirilen ve ölüm riskinin yüksek olduğu sert otomobil yarışları dünyası ve rekabet ortamı... ‘Ferrari’ bu genel güzergâhlarda gezinirken kocasının, memleketleri Modena’da herkesin bildiği yasak ilişkisinden habersiz yaşayan Laura karakteri dolayısıyla da hırslı, tutkulu, öfkeli ve gerektiğinde silahına başvuran bir profili seyircisiyle paylaşıyor.
Michael Mann bu hikâyeyi görselleştirirken kendince dengeli bir dağılıma gitmiş; film ele aldığı hayat(lar)ın dramasında dolaşırken kamera piste dalıyor mesela, buradan trajik bir kesit sunuyor, tekrar karakterlerin hayatlarında geziyor, peşi sıra yeniden piste dönüyor ve büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz. Elbette yarış sahasında da bir hayli trajik safhalar var. ‘Ferrari’ bence sinematografik açıdan üç zirve bölümüne sahip; biri huzur verici bir opera sahnesi ki burada karakterler kendi geçmişlerine uzanıyor ve bir tür hesaplaşma yaşıyor. Diğer ikisi de önce test sürüşü sırasında pilot Eugenio Castellotti’nin hayatını kaybettiği sekans ve beşi çocuk, dördü yetişkin toplam dokuz kişinin hayatına mal olan, 1.600 millik ‘Mille Miglia’ yarışının son bölümlerinde, Guidizzolo kasabasında takımın İspanyol pilotu Alfonso de Portago’nun da karıştığı unutulmaz kaza sahnesi. Michael Mann özellikle bu iki kaza bölümünde görsel virtüözlüğü, bir başka deyişle sanatını konuşturmuş...
Filmde karakterlerin hayatlarında gezinirken adeta büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz.
2021 tarihli ‘Gucci Ailesi’nde Maurizio Gucci’yi canlandıran Adam Driver, Enzo Ferrari’yle yeniden ‘Çizme’ye dönüyor. İtalyan aksanına sahip İngilizce eşliğinde tatlandırarak sunduğu bu yeni karakterine kırlaşmış saçlarıyla hayat veriyor. Ferrari’nin gerçek biyografisini okuduğunuzda daha Akdenizli bir profil canlanıyor zihninizde, Amerikalı aktörün önümüze getirdiği kişilikse Anglosakson çizgilere daha yakın seyrediyor.
◊ Yönetmen:
Zeki Demirkubuz
Oyuncular:
Miray Daner, Burak Dadak, Cem Davran, Melis Birkan, Umut Kurt, Osman Alkaş, Doğu Demirkol, Ozan Dağara, Kayhan Açıkgöz, Muttalip Müjdeci, Seyit Nizam Yılmaz, Berfun Beşel, Hande Özen, Özlem Türkad, Caner Cindoruk
Türkiye yapımı
Rıza kendisini büyüten dedesinin işlettiği fırını amcasıyla birlikte ayakta tutan iki emekçiden biridir. Yakın zaman önce fotoğrafı vasıtasıyla gördüğü ve toplamda iki kez buluştuğu Hicran’la nişanlanmış ama kız aniden sırra kadem basıp gitmiştir. Genç adam zaten ortada pek bir yaşanmışlığın olmadığı bu olayı kafasına takmamış gibi görünse de içten içe bir huzursuzluk benliğini sarmaya başlar. Taşranın yalnızlığında dert ortağı arkadaşlarıyla acısını bir nebze azaltmaya çalışsa da bir noktadan sonra kendisine engel olamaz, İstanbul’da olduğunu öğrendiği Hicran’ın peşinden koca kentin bilinmezliğine doğru yelken açar. Burada kimi cılız ipuçlarını takip eder ve…
Zeki Demirkubuz, sinematografisinin bir önceki adımı 2016 tarihli ‘Kor’un ardından tam yedi yıl sonra yeniden karşımızda. Girişte konusunu özetlediğim ‘Hayat’ yönetmenin kendine özgü dünyasındaki temel meselelere bir kez daha bizleri çeken bir öyküye ve derinliğe sahip. Demirkubuz’un filmleri insan doğasının yer yer kötücül, bilinemez, tahmin edilemez yanlarında dolaşan, Fyodor Dostoyevski, Albert Camus gibi çınarların dünyasına selam ve saygı gönderen, sunan, temalarını edebiyatın engin sularından çekip çıkardığı ve bu coğrafyaya ait reflekslerle özgün bir tada ulaştırdığı genel bir tablonun ifadesi oldu hep. Sinemamız açısından da 90’lar başı itibariyle filizlenen ve kısa bir süre içinde ana gövdesini ortaya çıkaran bir ruhun, hareketin (ekol de denebilir elbet) birkaç öncelikli isminden biriydi. Anlattığı öykülerin ana damarına ilişkin en belirgin tanım ‘takıntı’, ‘saplantı’, ‘tutku’ sözcükleriydi belki de. ‘Hayat’ geride kalan bütün toplama bakıldığında ‘Kader’ ve ‘Masumiyet’in izlerini takip eden, yeni bir harmanla sunan, daha geniş bir sosyolojik katmanda dolaşan ve kimi yan karakterler yoluyla da ‘Yeni Türkiye’ye ait sözlerini, düşünceleri peliküle yansıtan bir çalışma olmuş.
Önce şu noktadan meseleye gireyim; Rıza’yı Hicran’ın peşinden sürükleyen motivasyona bakıldığında, tamam iki kez buluşulmuş ama asıl sürükleyici unsurun bir fotoğraf karesi olduğunu zamanla anlıyoruz. Bu açıdan ‘Hayat’ın uzaktan uzağa Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’na bir göndermede bulunduğunu söyleyebiliriz (ya da ben söylemiş olayım). Sonrasında yan karakterler meselesini açmak lazım; mesela Rıza’nın dedesi muhteşem bir portre olmuş. Eski toprak, kadir kıymet, üslup, insanlık bilen bir karakter. İstanbul’da Hicran’ı ararken evinde kaldığı memleketlisi mesela.
Yakın bir zaman önce ‘Napolyon’ vasıtasıyla uğradığımız Fransız tarihine ve Versailles Sarayı’ndaki şatafata yeniden dönüyoruz. Ridley Scott’ın filmi giyotine teslim edilen Marie Antoinette sonrasında yani ‘Devrim’in artçılarında dolaşıyordu, haftanın yenilerinden ‘Jeanne du Barry’ ise daha erken bir zaman dilimine, XV. Louis dönemine uzanıyor. Yönetmenlik kariyerinde daha çok 2011’de Cannes’da ‘jüri ödülü’ kazandığı ‘Polis’le (Polisse) tanınan Maïwenn’in yönetip ana karakterini kendisinin canlandırdığı film, taşrada iyi yetiştirilmiş, daha sonra Paris’e giderek başkentin zevk ve sefa ortamında sivrilmiş, peşi sıra hayatını Fransız Sarayı’nda Kral’ın metresi olarak sürdürmüş tarihi bir kişiliğin öyküsünü perdeye taşıyor.
Bu ‘seks işçisi Kral’ın dikkatini elbette önce gece hayatındaki şöhretiyle çekiyor ama sonrasında aralarındaki çekimin gerçek odağı; Jeanne’ın XV. Louis’nin son derece resmi, mesafeli, soğuk sınırlarda biçimlenen gündelik rutinine kattığı neşe, hareketlilik ve muziplik oluyor. Karısı hasta yatağında yatarken Kral’ın hayatla bağını alt sınıftan gelen, her şeyi tiye alan, sarkastik kişiliğiyle ilgi odağına dönüşen bu kadın sağlıyor adeta.
Yönetmen ve oyuncu olarak günümüz Fransız sinemasının önde gelen profillerinden biri olan Maïwenn’in yukarıda konusunu aktardığımız bu son adımı, bu yılki Cannes Film Festivali’nin açılış filmiydi. ‘Jeanne du Barry’yi beğenenler oldu ama genelde çok iyi eleştiriler almadı; kimileri kötü, kimileri vasat buldu, bazıları da #MeToo çağında karikatürize bir portre olarak değerlendirdi.Depp’le başrolü paylaşan ve filmi yöneten Maïwenn senaryoya da ortak.
Filmin bir başka özelliği de eski eşi Amber Heard’le mahkeme salonlarından tüm dünyaya taşan olaylı sürecin ardından ilk hacimli rolüyle Johnny Depp’i karşımıza çıkarması. Amerikalı aktör film boyunca dönem kostümleri eşliğinde gezinirken XV. Louis’de kötü bir performans ortaya koyduğunun altını çizen bazı eleştirmenler ancak Kral’ın çiçek hastalığına kapıldığı bölümde yüzüne ifade geldiğini yazmışlar!
Sofia Coppola’dan ilhamla
Bana sorarsanız Maïwenn’in yapıtı Wikipedia’daki ‘Jeanne du Barry’ maddesini birkaç ilgi çekici sahne, geniş perspektiflerle çekilmiş saray kadrajları, tarihsel kostümler ve ‘yer yer başarılı’ notu düşülecek performanslar eşliğinde görselleştirmiş. Senaryonun da kimi yerlerde hicivlerle süslü olduğunu belirtmeliyim... Ne kadar başardığı tartışmalı elbette ama yönetmenin, kendisinin hayat verdiği gerçek karakter eşliğinde cazibesi, zekâsı ve mizaha yatkın kişiliğiyle sınıfsal katmanları aşarak sarayda kendine yer edinen bir kadını, tarihin tozlu sayfalarından çekip çıkararak günümüz seyircisinin hafızasında yer edinmesi için çaba harcadığı iddia edilebilir. Kral ve Jeanne birbirlerini seviyorlar ama ortada bir tutku olduğu söylenemez, Maïwenn’in Teddy Lussi-Modeste’yle kaleme aldığı senaryo da zaten ikili arasındaki bağı özellikle Kral’ın saray içindeki yalnızlığı üzerinden yansıtıyor.
Filmi izlerken aklınıza Sofia Coppola’nın 2006 tarihli ‘Marie Antoniette’i geliyor. Ki Maïwenn de söz konusu yapımdan etkilendiğini ve orada Asia Argento’nun canlandırdığı Jeanne du Barry karakterini perdede göründüğü an büyülendiğini belirterek “Kendi filmimin de masal gibi olmasını istedim” demiş. Sinemada çok daha iyi anlatılmış, daha çarpıcı öykülere sahip masalları izlediğimi(zi) belirterek son noktayı koyayım...