96.kez düzenlenecek Oscar töreni her zamanki gibi bu sene de Los Angeles’taki Dolby Theatre’da.
Popüler sinemanın dünyadaki öncelikli adresi olan Hollywood yapımlarının yanı sıra gezegenin diğer yöresindeki filmlerin de yarıştığı ve verilen ödüllerle takdir edildiği eski bir organizasyonun yeni bir ayağındayız yine. Evet, Amerikan Sinema Akademisi Ödülleri’ni, diğer adıyla Oscar’ları kastediyorum. Bu gece sabaha karşı her zamanki salonu Los Angeles, Dolby Theatre’da düzenlenecek törenle heykeller 96’ncı kez sahiplerini bulacak.
23 Ocak’ta açıklanan adaylara göz atıldığında öncelikli kategorilerden En İyi Film’de olan 10 yapıt üzerinden şunları söyleyebiliriz: 13 dalda yarışan Christopher Nolan imzalı ‘Oppenheimer’ 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının mucidi Robert Oppenheimer’ın hayatını perdeye taşıyordu. Hem karakterin çalkantılı öyküsüne hem de hakkındaki komünizm suçlamasıyla açılan soruşturmaya odaklanıyordu.
Tarihsel hesaplaşma
Martin Scorsese’nin 10 dalda aday olan çalışması ‘Dolunay Katilleri’ (Killers of the Flower Moon) geçen yüzyıl başında topraklarında petrol çıkmasıyla zenginleşen Osage Kızılderililerinin malına mülküne el koyan beyazların oluşturduğu bir çetenin işlediği cinayetleri anlatıyordu. Keza Johathan Glazer’ın yönettiği, 5 dalda Oscar’a aday ‘İlgi Alanı’ (The Zone of Interest) da Auschwitz Toplama Kampı’nın komutanı Rudolf Höss ile eşi Hedwig’in onca insan yakılırken neşe içinde süren kaygısız hayatlarında geziniyordu.
Görüldüğü gibi öne çıkan üç yapım bir tür tarihsel hesaplaşmaya soyunuyordu. Diğer dikkat çekici iki yapıttan 11 dalda adaylığa sahip, Yorgos Lanthimos’un ‘Zavallılar’ı (Poor Things) kimilerine göre feminist bir öykü kimilerine göre de erkek seks fantezisi anlatıyordu. Keza ‘Zavallılar’la uzaktan akraba olan ve geçen yıl popüler
kültür cephesine damga vuran ‘Barbie’ de pembe bulutlar arasında feminist mesajlar veren bir yapıttı. Ne var ki Akademi Greta Gerwig imzalı yapıtı 8 dalda aday göstermesine rağmen yaratıcısını En İyi Yönetmen’in beşlik listesine dahil etmedi.
‘Geride Kalanlar’ bir Noel filmi ve bizde ne yazık ki vizyona geç giriyor. Ama ne zaman izlerseniz izleyin etkileneceksiniz.
Geride Kalanlar
◊ Yönetmen:
Alexander Payne
◊ Oyuncular:
Paul Giamatti, Dominic Sessa, Da’Vine Joy Randolph, Carrie Preston,
Brady Hepner, Ian Dolley, Jim Kaplan, Michael Provost
Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki
◊ Yönetmen:
Denis Villeneuve
◊ Oyuncular:
Timothée Chalamet, Rebecca Ferguson, Zendaya, Javier Bardem, Josh Brolin, Austin Butler, Florence Pugh, Dave Bautista, Christopher Walken, Léa Seydoux, Stellan Skarsgård, Charlotte Rampling, Souheila Yacoub
ABD-Kanada ortak yapımıChani (Zendaya), Paul’e âşık oluyor ama onun dinsel kimliğine karşı çıkıyor.
Yıl 10100’lerin sonu... Atreides Hanedanı galaksinin en değerli maddesi olan baharatın üretildiği Arrakis’in yönetimini kendi üzerlerine geçirmek için gittikleri seferde, Harkonnen Hanedanı tarafından yok edilir. Bu eylemde Dük Leto Atreides öldürülürken eşi Leydi Jessica ve oğlu Paul kurtulur ama hayat onları zorlu bir gelecekle baş başa bırakır. Çok geçmeden ikili çölün sakinleri Fremenlerin safına geçer ve bütün bir sistemin yöneticisi konumundaki İmparator güçlerine karşı direnişe katılır.
Hedwig ve Rudolf Höss çifti doğa içinde mutlu bir yaşam sürmekte ve yeni doğmuş bebekleri dahil 5 çocuklarıyla Polonya kırsalındaki bahçeli evlerinde günlerini gün etmektedirler. Yakınlardaki nehirde yüzerler, ormanlık alanda piknik yaparlar; genç kadın evlerinde parti verir, eşi dostu toplar... Bu orta sınıf değerleriyle yüklü sorunsuz, meşakkatsiz bir şekilde dönen yaşamın sahibi çiftten Hedwig ev kadınıdır. Eşi Rudolf ise hemen yaşadıkları yerin az ötesindeki Auschwitz Toplama Kampı’nın komutanıdır...
Jonathan Glazer, Martin Amis’in 2014 tarihli romanının serbest uyarlaması ‘İlgi Alanı’nda (The Zone of Interest) soykırıma farklı bir açıdan bakıyor. Film insanlık tarihinin en büyük ve en utanç verici suçlarına imza atılıp az ötelerinde 1 milyondan fazla Yahudi gaz odalarında ölüme yollanırken gündelik hayatlarını sürdüren Nazilere odaklanıyor. Aile görüntüleri eşliğinde izleyicisinde soğuk duş etkisi yaratıyor. Öykü Höss’ler üzerinden aktarılırken bu 7 kişiden oluşan aile, basit ve sıradan işlerle gündelik rutinini sürdürüyor. Hedwig bu çok sevdiği yerde çocuklarını yetiştiriyor. Muhtemelen öldürülen bir Yahudi kadından alınmış kürkü giyiyor, annesi Linna evlerine ziyarete geliyor, o da kamptan bahsederken eskiden temizliğe gittiği Yahudi kadını kastederek “Belki o da oradadır” diyor. Rudolf ise zaten son derece çalışkan, işine gönülden bağlı bir Nazi. Bütün kampın başsorumlusu sıfatıyla hareket ediyor. Üstleriyle, altlarıyla toplantılar yapıyor, tesisin daha işlevsel olması için projeler geliştiriyor, bir seferde daha fazla insanın nasıl yok edilebileceğine kafa yoruyor. Aynı zamanda çok iyi de bir baba, bütün evlatlarıyla ilgileniyor, onlara yatarken ‘Hansel ve Gretel’i okuyor. Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde, çocuklar yakınlardaki nehirde yüzerken suyun içinde küller olduğunu fark ediyor ve onları hemen dışarı çıkarıyor. Çocuklar eve getirilip bütün bu ‘kir’den kurtulmaları için hemen banyoya sokuluyorlar!
Glazer filminde bizi Auschwitz’in odalarına, koridorlarına, velhasıl içine sokmuyor. Biz kameranın gezindiği mekânların çok yakınındaki bu işkence ve kıyım merkezini bekçi köpeklerinin havlamaları, uzaktan gördüğümüz bacalar ve onlardan tüten dumanlardan, yani çoğunlukla seslerden duyuyor ya da hissediyoruz. Tıpkı orada yaşayanlar gibi. Bu yanıyla ‘İlgi Alanı’ havası, yaydığı atmosfer ve yönetmeninin tarzı olarak Michael Haneke filmlerinin ruhuna yakın düşüyor. Mesafeli, korkuyu direkt göstermeyen, hissettiren, gözlerimizden çok kulaklarımızla farkına vardığımız bir etkiye dönüşen cinsten. Keza sonlara doğru Rudolf, Sachsenhausen’daki kampa atandığında Hedwig kocasına telefonda Auschwitz’in çocukların büyümesi için en ideal yer olduğunu ve onların orada kalması için üstlerine baskı yapması gerektiğini söylüyor. Yani onca insanın kanının döküldüğü o yer Hedwig’e göre muhteşem bir site adeta. Öte yandan telefon konuşmalarında Rudolf da katıldığı bir balo üzerinden mekâna ilişkin ‘gazla zehirleme’ esprileri yapıyor.
DEHŞETİ YUMUŞATIYOR MU?
Glazer ‘İlgi Alanı’nda kötülüğün söylenceler, romanlar ya da kimi filmlerdeki gibi görkemli, özel, devasa boyutlarla olmayabileceğini, sıradan insanların gündelik çizgileri arasında da pekâlâ çok büyük suçlara imza atabileceğini gösteriyor -ya da bu gerçeğin altını çiziyor- diyelim. Finalin çağrıştırdığı güncel mesajlar da var: İnsan her daim unutmaya meyilli bir varlık. Film hem finali hem de genel olarak gezindiği koridorlar itibariyle “Hafızai beşer nisyan ile maluldür” demeye getiriyor. ‘İlgi Alanı’nı izlerken günümüz kötülerini, barbarlarını ve onların yaptıklarına karşı sessiz kalanları, görmezden gelmeyi yeğleyenleri de hatırlıyoruz elbet. Bu arada filmin en etkileyici yanlarından biri de Mica Levi’nin huzursuz edici müziği.
Fenerbahçe tarihinin önemli karakterlerinden Galip Kulaksızoğlu’nu Kubilay Aka canlandırıyor.
ZAFERİN RENGİ
◊ Yönetmen: Abdullah Oğuz
◊ Oyuncular: Kubilay Aka, Gülper Özdemir, Nejat İşler, Timuçin Esen, Yılmaz Bayraktar, Gonca Vuslateri, Yiğit Özşener, Lorin Merhart, Kemal Burak Alper, Şeyma Peçe, Birce Akalay, Erkan Baylav, Emircan Kahyeri, Ruhi Sarı, Atsız Karaduman, Kenneth James Dakan, David Masterson,
Pelin Uluksar / Türkiye yapımı
Kulaksızzade Mustafa Bey’in büyük oğlu Galip savaştan bir bacağında kurşun yarası ve hafif topallamaktan mustarip dönmüştür. Bu acı hatıra onun, formasını giydiği Fenerbahçe çatısı altında artık top oynayamayacağının da ifadesidir. Galip hayata küsmüş gibidir, nitekim cepheden mektuplar yazdığı sevdalısı Peyker’le de arasına mesafe koymuştur. Lakin ortada daha büyük bir sorun vardır; vatan elden gitmektedir. İstanbul İngiliz işgali altındadır ve devlet erkânı bu duruma karşı aymaz bir görüntüdedir. Galip, Fenerbahçe’yi yöneten Sabri Bey ve çok sayıda vatansever aynı istek ve arzu etrafında birleşerek ülkeyi kurtaracak olan Mustafa Kemal’e yardım için kolları sıvarlar. Bu süreçte Fenerbahçe de İşgal Kuvvetleri’ni temsil eden takımlarla maç yapıp onları yenerken halka umut, sevinç ve güven aşılayacaktır...
Abdullah Oğuz imzalı ‘Zaferin Rengi’ geçen yüzyıl başında çöken bir imparatorluğun külleri arasından doğan yepyeni bir devletin kuruluş öyküsünü, ülkenin bugün itibariyle en bilinen kulüplerinden Fenerbahçe’nin futbol şubesi üzerinden anlatıyor. Senaryosunu İsa Yıldız, Safran Banu Erdoğan, Evren Oğuz ve Abdullah Oğuz’un kaleme aldığı yapımda sonraları Sarı-Lacivertli kulüpte kaptanlık, teknik direktörlük ve başkanlık yapmış Galip Kulaksızoğlu’nun odağında gelişen bir öykü anlatılıyor. Savaştan fiziken ve ruhen yaralı dönmüş bir genç adam hayata, sevdiklerine ve futbola küskün bir haldeyken Gazi’nin gayretleriyle ve vatanı kurtarma şevkiyle ümidini yeşertiyor ve geçirdiği ameliyatla yeniden ayağa kalkıyor.
Filmin diğer karakter açılımlarındaysa Sabri Bey, Peyker, Topkapılı Cambaz Mehmet Bey ve İngiliz Yüzbaşı John G. Bennett ön plana çıkıyor. Öte yandan öyküde Mustafa Kemal de ağırlıklı olarak var tabii ki. Gazi kulübü ziyaret ediyor, Sabri Bey ve futbolcularla hasbihal eyliyor, takımın alacağı galibiyetlerin halkın şevkini ve umudunu yükseltme yolunda ne kadar önemli bir etken olduğunun altını çiziyor. Hikâyede bir başka yükselen motif de Galip’le Peyker’in aşkı; savaş ortamında mutlu bir geleceğin ve işgalden kurtarılabilecek bir vatanın hayalini kuran gençlerin ilişkisi kimi gelgitler eşliğinde gelişiyor. Çünkü o dönem ahaliye ve direnişin önde gelen simgelerine kan kusturan, işkenceci Yüzbaşı Bennett, Peyker’i, amcası üzerinden şantaj yaparak, casusluk için zorluyor... Halide Edip Adıvar, Ali Sami Yen, Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin, İsmet İnönü, Ali Naci Karacan ve Münir Nurettin Selçuk öyküdeki karakterler arasında.
Victoria dönemi Londra’sı... Hamile bir kadın kendini Tower Bridge’ten Thames Nehri’ne atar. Dönemin ileri gelen biliminsanlarından Dr. Godwin Baxter kadının cesedini alır, kendi bebeğinin beyniyle yeniden hayata döndürür. Bella adını verdiği bu kadın, bedeni bir yetişkine sahip ama hayata dair her şeyi öğrenmeye yeni başlamış, çocuksu, kırılgan bir varlıktır. Onu yetiştirmesi için asistanı Max McCandles’a emanet eder. Öğrenim sürecinde Max, Bella’ya âşık olur. Godwin onun yanında kalmaları suretiyle ikisinin evlenmesine izin verir. Derken genç kadın karşısına çıkan çapkın avukat Duncan Wedderburn’den etkilenir. Onun vaatlerine inanıp bir anlamda hayatı keşfetmek üzere peşinden Lizbon’a gider ve sonrasında bambaşka serüvenlerin parçası olur...(Emma Stone (soldaki), filmde yetişkin bedenindeki çocuksu bir varlığı canlandırıyor. Mark Ruffalo ise onun âşık olduğu Duncan Wedderburn rolünde.)
ZAVALLILAR
◊ Yönetmen:
Yorgos Lanthimos
◊ Oyuncular:
Emma Stone, Mark Ruffalo, Willem Dafoe, Ramy Youssef, Christopher Abbott, Suzy Bemba, Jerrod Carmichael, Kathryn Hunter, Vicki Pepperdine, Margaret Qualley, Hanna Schygulla, Attila Dobai, Emma Hindle, Carminho, John Locke
İrlanda-İngiltere-ABD
Yakın komşumuz Yunanistan’da 2000’lerin sonunda ortaya çıkan durgunluk, çalkantılı hayat, olumsuz mali tablolar arasında yeni bir sinema akımı filizlendi, dallanıp budaklandı ve genişledi. Bu kültürel bir canlanmanın da ifadesiydi. Panos H. Koutras, Yannis Economides, Athina Tsangari ve de Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlere ait çoğu gerçeküstücü anlatımlara, absürt diyaloglara ve temalara sahip filmler uluslararası arenada ilgi çekmeye başladı. The Guardian gazetesinin film eleştirmeni Steve Rose onları aynı parantezde topladı ve bu ortak kümeye ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ adını layık gördü.Yakın komşumuz Yunanistan’da 2000’lerin sonunda ortaya çıkan durgunluk, çalkantılı hayat, olumsuz mali tablolar arasında yeni bir sinema akımı filizlendi, dallanıp budaklandı ve genişledi. Bu kültürel bir canlanmanın da ifadesiydi. Panos H. Koutras, Yannis Economides, Athina Tsangari ve de Yorgos Lanthimos gibi yönetmenlere ait çoğu gerçeküstücü anlatımlara, absürt diyaloglara ve temalara sahip filmler uluslararası arenada ilgi çekmeye başladı. The Guardian gazetesinin film eleştirmeni Steve Rose onları aynı parantezde topladı ve bu ortak kümeye ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ adını layık gördü.
Bu tanım sektörde de benimsendi. Duygusal derinliği ve sosyal taşlamaları da olan söz konusu yapıtların ekolü ‘Yunan Yeni Dalgası’ olarak da adlandırılırken içlerinden Lanthimos özellikle ‘Köpek Dişi’yle (Dogtooth, 2009) aradan sıyrıldı. Zamanla festivallerin gözdesi oldu, evrensel hikâyeler buldu, yazdı, çekti, şöhretli oyuncularla çalıştı ve en önemlisi kendini sanat filmi jürilerine, Akademi’ye ve kitlelere sevdirdi.
Otoriter bir babanın öncülük ettiği bir aile üzerinden tuhaf, çizgidışı bir öykü anlatan ‘Köpek Dişi’nin aynı zamanda hem Yunan mitolojisine (babaya ‘Zeus’ diyenler oldu) hem de ülke tarihinin diktatoryal yakın geçmişine (Albaylar Cuntası) göndermeler yaptığına dair yorumlar yapıldı. Sonrasında ‘Alpler’ (Alpeis, 2011), ‘Lobster’ (2015) ve ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ (The Killing of a Sacred Deer, 2017) geldi. Nihayetinde ‘Sarayın Gözdesi’yle (The Favourite, 2018) Akademi’nin de ‘gözdesi’ oldu. 10 dalda Oscar’a aday gösterildi ve filmdeki performansıyla Olivia Colman En İyi Kadın Oyuncu’da heykele uzandı. Lanthimos’un bu hafta bizde de gösterime giren son adımı ‘Zavallılar’ (Poor Things) benzer şekilde büyük bir ilgi gördü.Yorgos Lanthimos ve Emma Stone
1973’te Atina’da doğan yönetmenin babası Antonis basketbolcuydu, Pagrati BC kulübünde oynadı, yöneticilik yaptı, milli takımda da forma giydi. Yorgos da gençlik yıllarında parkeye sevdalıydı, babasının kulübünde altyapıda oynadı ve 1991-92 sezonunda A takıma çıktı. Daha sonra sinema aşkı ağır bastı, Atina’daki Stavrakos Film Okulu’nda eğitim gördü ve ilk uzun metrajı olan ‘Kinetta’yı 2005’te çekti. Kara mizahla ördüğü filmlerine genel bir çizgide zekice bir bakış hâkimdi ve daha çok bireyin psikolojik dünyasının yansıması olan travmalarıyla, yalıtılmışlığıyla ilgilendi. Seks ve şiddet sıkça uğradığı limanlardı ve distopik dünyalarda da çokça gezindi.
‘Sanat filmi’ ya da ‘bağımsız sinema’ gibi açılımların orijinal tanımı olan ‘art house’ sinemadan yola çıktı ama hafiften ‘anaakım’a kaymaya başladı. Bu dönüşümün ilk güçlü ayak sesi bence ‘Sarayın Gözdesi’ydi. Filme ilişkin yazımda da belirttiğim gibi alegorik anlatım, kökleriyle olan bağını bir nebze ayakta tutan ya da yitirmediğini gösteren en belirgin yandı. Bu cephe değiştirmenin ‘Zavallılar’da ise iyiden iyiye kıyıya vurduğu kanısındayım. Yine birtakım hınzırlıklar, ana tema olarak seksin ön plana çıkması, görselliği zengin bir atmosfer, Hollywood patentli oyuncular ama iyiden iyiye merkeze, ‘anaakım’ seyircisine seslenen, birkaç entelektüel gönderme ve sosla süslü bir metin...
Şimdi sıra Lahthimos’ta
Bu tür dönüşümleri, yani bağımsızdan popülere kaymaları sinema, kendi tarihsel sürecinde kimi yönetmenler için çokça yaşadı ve şimdi sahne sırası Lanthimos’ta.
Çok satan casusluk romanlarıyla tanınan Elly Conway, annesini ziyaret için bindiği trende çok geçmeden karşısında bir hayranının oturduğunu fark eder. Yarattığı serinin son kitabını elinde tutan hırpani sakallı bu okuru, çok geçmeden ‘gerçek’ bir casus olduğunu belirtir. Derken kompartımanın bu gerçek casusu yok etmek isteyenlerle dolu olduğunu anlar. Ortalık karışır ama asıl karışıklık onun farkında olmadan yazdıklarıyla gerçek istihbarat örgütlerine ilham verdiği ve bu yüzden hedef haline geldiğidir. Elly yanında Aidan adlı casus, önce Londra’ya, oradan da Fransa’ya uzanan bir serüvenin içinde bulur kendini...
Başlarda Guy Ritchie’nin ‘Ateşten Kalbe Akıldan Dumana’ (Lock, Stock and Two Smoking Barrels, 1998), ‘Kapışma’ (Snatch, 2000) gibi unutulmaz suç filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığımız Matthew Vaughn, sonrasında kendisi de kamera arkasına geçti. ‘Bir Dilim Suç’ (Layer Cake, 2004) gibi enfes bir yapımla yönetmenliğe adım attı. Çeşitli türlerde boy gösterse de daha çok Bond filmlerini ve casusluk evrenini hafiften tiye alan ‘Kingsman’ serisiyle hatırlanır oldu. Girişte konusunu özetlediğim son adımı ‘Argylle: Gizli Casus’ (Argylle) da yine delidolu bir casusluk komedisi. Lakin bu kez genel bir gizli örgüt yapısını ele alıp dalga geçmek ya da göndermeler yapmak yerine bireysel bir kahramanın öyküsünde ve onun sislerle örülü belleğinde gezinmeyi yeğlemiş.
Jason Fuchs’un kaleme aldığı senaryo Elly Conway’in kurgusal karakteri Argylle’la gerçek ajan Aidan arasındaki gelgitlerde dolaşıyor. Birinin yakışıklı, uzun boylu fiziksel özellikleriyle öne çıkan bir modelle, diğerinin daha sıradan bir prototiple sunulması bence filmin öne çıkan hoşlukları arasındaydı. Yani casuslar James Bond gibi her daim ‘janti’ değildirler, aksine süklüm püklüm olabilirler. Ayrıca bir okur buluşmasında en bilinen casusluk romanlarına imza atanların, yani Ian Fleming ve John le Carré gibi isimlerin gerçek casus olmalarına yapılan vurgu da bence iyiydi.
Uzun ama sıkılmıyorsunuz
‘Argylle: Gizli Casus’ aslında ana yatağını ikinci yarısında bulan bir yapım. Başlarda yarattığı kurgusal karakterin gerçek ajanlar dünyasındaki yansımaları arasında dolaşan nahif bir yazarın, uzak durduğu bir ortamın içine sürüklenmesini izlerken sonrasında işler başka boyuta taşınıyor. Bu kez de bir hafızanın yerine gelme sürecine tanıklık ediyoruz. Aslında ben bu yanıyla da Matthew Vaughn’un sanki ‘Jason Bourne’a bir selam gönderdiğini düşündüm.
Conway’de Bryce Dallas Howard’ı, Aidan’da Sam Rockwell’i izlediğimiz yapımda Henry Cavill (son Süpermen’imiz) de kurgusal ajan Argylle’ı canlandırıyor. Kadroda ayrıca Bryan Cranston, Catherine O’Hara ve Samuel L. Jackson gibi isimler de var. Dua Lipa ise özellikle girişteki dans sahnesiyle dikkat çekiyor. Bu arada Conway’in yanından ayırmadığı scottish fold türü kedisi Alfie de önemli bir karakter olarak hikâyeye hizmet ediyor ve aslında yönetmen Vaughn’un kızlarının kedisiymiş. İsmi de Chip’miş. Bir ek bilgi daha: Vaughn 90’lı yılların ünlü modellerinden Claudia Schiffer’la evli ve çiftin iki kız ve bir de oğulları var. Öte yandan kızlar bu kediyi scottish fold türüne ilgisi olan Taylor Swift’e ilişkin bir belgeseli izledikten sonra sahiplenmişler. Bu durum filmin senaryosunu Swift’in kaleme aldığına dair bir komplonun kapısını aralamış. Ardından Vaughn böyle bir şey olmadığını açıklamış.
Sonuçta casus filmleri de onların hakkında yapılan komediler de sinema tarihi içinde eskimiş bir tür ama yine de insanların ilgisini çekmeyi başarıyor. ‘Argylle: Gizli Casus’ bildik temaları farklı sulara açılarak önümüze getirmeye çalışan bir komedi. Bu hedefine belli ölçülerde vardığı söylenebilir. Süresi fazla uzun (2 saat 19 dakika) ama buna rağmen sıkılmadan izleniyor.