Başlardaki en büyük motivasyonu ‘altına hücum’ olan bir ulus, zamanla rotasını ‘kara altın’ olarak da adlandırılan bir yeraltı zenginliğine yöneltmiş ve eski sloganı ‘petrole hücum’la revize etmişti. Hedefin tanımı ve malzemesi değişse de refleksler aynıydı; onun sayesinde bir an önce zengin olmak, sınıf atlamak ve bu uğurda ne yazık ki hırsına yenik düşmek… Mekanizmanın işleyişi de aynıydı neredeyse; bu yolda ölen de vardı, öldüren de…
Sinemanın yaşayan efsanelerinden Martin Scorsese, David Grann’in 2017 tarihli çok satmış romanı ‘Killers of the Flower Moon: The Osage Murders and the Birth of the FBI’dan uyarladığı son filmi ‘Dolunay Katilleri’nde (Killers of the Flower Moon), petrol zengini olma isteğiyle ait olduğu ulusun tarihinde açılan kapanmaz yaraları perdeye taşıyor. Senaryosunu Eric Roth’la kaleme aldığı filminde büyük usta kariyer serüveni boyunca çizdiği genel sınırların içinde bir kez daha yol alıyor. Malum, o ünlü lakabıyla ‘Marty’ her daim Amerika’nın şiddet haritasıyla ve bu haritanın tarihsel duraklarıya ilgilenir; mafya, kuruluş aşamasındaki çeteler, bireysel takılanlar, psikopatlar derken onun sineması geniş bir ‘suçlular galerisi’dir. Bu son adımında da geçmişteki halkalara bir yenisini eklerken dönem itibariyle de ‘geç kalmış bir western dünyası’nı seyircisiyle paylaşıyor.
1920’lerde geçen öykünün genel hatlarında atalarının topraklarından uzaklaştırıldıktan sonra yerleştikleri Oklohama’da arazilerinde petrol bulunmasının ardından zenginleşen Osage halkı var. Bu Kızılderili topluluk ellerindeki mali imkânlarla sınıf atlarken beyazlarla yapılan evlilikler sonucu sermayeleri yavaş yavaş el değiştirmeye başlıyor. Yörenin ileri gelenlerinden, yerlilerle köklü ilişkilere sahip Bill ‘King’ Hale, 1. Dünya Savaşı’ndan henüz dönen yeğeni Ernest Burkhart’a konforlu bir hayatın sırlarını fısıldıyor: Taksicilik yaparken tanıştığı, büyük bir servetin sahibi konumundaki Osage yerlisi Mollie’yle evlenmek… Açgözlü, birikimi sınırlı, parayı seven bu genç adam amcasının öğüdüne kulak veriyor ve servetine konmakla birlikte sevdiğini de düşündüğü kadınla evleniyor. Çok geçmeden Ernest, en tepesinde Bill Hale’in oturduğu, abisi
Byron’ın da etkin olduğu bir çetenin önemli bir parçasına dönüşüyor. Bu birlikteliğin temel aktivitesi yöredeki (çoğu kadın) Kızılderilileri öldürmek ve yasal sınırlar içinde servetlerine el koymaktır. Şebekenin kurbanları arasına zamanla Mollie’nin ablaları katılırken Ernest de trafiğin içindedir.
Büyük usta kariyer serüveni boyuncu çizdiği genel sınırların içinde bir kez daha yol alıyor.
Artık ömrünü tamamlamış, çürümeye yüz tutmuş kurumlarıyla ayakta durmaya çabalayan ama bunu başaramayacağı aşikâr olan bir imparatorluk... Sürekli geri çekilen, geçmişte sahip olduğu toprakları kaybeden ve nihayetinde düşman işgaline uğramış bir yapı... Bu zorlu günler içinde kurtarıcı kimliğiyle öne çıkan, eski sistemin açmazlarını bilen ve yeni bir yol haritası, yeni bir rejim öneren ve önerdiklerini gerçekleştiren bir lider... Yakında kuruluşunun 100’üncü yılını kutlayacağımız Cumhuriyet’i inşa eden haykırışın en önemli kilit taşı konumundaki Mustafa Kemal, bu özel yıl dolayısıyla gölgesini sinemamıza da düşürüyor. Sözün özü, odağına Atatürk’ü alan filmleri izlemeye başlıyoruz; bu halkanın ilk adımı niteliğindeki ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ da bu hafta vizyonda...
Ulu Önder’in annesi Zübeyde Hanım’ın öyküsü eşliğinde gelişen bir çerçeveye sahip söz konusu yapım,
Selanik’te başlayıp İstanbul’a taşınan, son noktası İzmir’de koyulan, içinde acıyı, trajediyi barındıran, hasretin çokça öne çıktığı bir ana-oğul ilişkisinin ifadesi aynı zamanda.Aslıhan Güner iyi bir performans sergiliyor.
En gerçekçi Atatürk
Yönetmenliğini Cenk Yaz’ın üstlendiği, senaryosunu da İlber Tekinsoy’un kaleme aldığı yapım, geniş bir zaman diliminde ve yelpazede gezinirken Zübeyde Hanım’la oğlu Mustafa Kemal’in hayatlarındaki önemli dönemeçleri not düşüyor ve arka planda da yıkılan imparatorluğun yerine filizlenen Cumhuriyet’in ilk adımlarından kimi kesitleri de aktarıyor.
Geçmiş örnekler de göz önüne alındığında Atatürk’e ilişkin çekilen filmler onu üzerindeki haleden kurtaramadan perdeye taşıyan hamlelerdi. Evet, Mustafa Kemal mükemmel bir liderdi ve yaşadığımız dünyada her geçen gün önemini bir kez daha idrak ediyoruz ama nihayetinde insandı ve hayatı, yaşadıkları perdeye taşınırken doğru çizgilere oturtulmuş portresine, düşe kalka geçtiği yolları yansıtan öykülere ihtiyaç vardı hep. Bundan önceki adımlarda bu tür özellikler çok az yansıdı ekrana. ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ın başardığı en önemli refleks, sanırım ‘ölçülü hamaset’i ve öne çıkan iki karakterini samimi bir şekilde yansıtmaya çabalaması olmuş. Lakin elbette film geniş zaman dilimini taradığı ve büyük bir hayat hikâyesinden öne çıkan dönemeçleri not olarak düşürmeyi hedeflediği için derinleşmiş profillere ulaşamamış.
Yine de dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım’ın oğlunu dini eğitim veren bir kuruma teslim edişi, buradaki şiddete dayalı sisteme itiraz eden küçük Mustafa’nın isyankârlığı, oğulları Ömer ve Ahmet’in Selanik’i kasıp kavuran kuşpalazı salgını sonucu hayatlarını kaybetmeleri, Abdülhamid döneminin baskıcı atmosferi, her yeri saran hafiyeleri, keza Mustafa Kemal’in annesinin ikinci evliliğine itirazı ve ergen halleri, Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta onca Mehmetçik’in hayatına mal olan hatalı hamlesi, Çanakkale cephesinde şarapnel parçası nedeniyle yaralanması ve kurtarıcı görevini üstlenen cep saati, Liman von Sanders’le buluşmaları gibi ayrıntılarla film kimi önemli duraklara uğruyor. Ben Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule’nin trenle Selanik’ten İstanbul’a geliş yolculuklarında Nâzım Hikmet’e yapılan göndermeyi de zarifçe buldum. Evde askeri okuldan arkadaşlarıyla ülkenin gidişatına ilişkin serzenişlerini belirttikleri sahnede sarf ettiği “Annene anlatamadığın devrimi yapamazsın” sözü de filmin ilgiye değer yanlarındandı.
Oyunculuklara gelince; Zübeyde Hanım’da Aslıhan Güner iyi bir performans ortaya koymuş. Mustafa Kemal’in büyüklüğünü canlandıran Alican Yücesoy ise fizik olarak Atatürk’e çok benziyor ve bu kimlik adeta üzerine yapışmış gibi duruyor. Geçmişte de Ulu Önder’i canlandıran (‘Son Osmanlı Yandım Ali’ filmindeydi) başarılı aktör, sanırım sinema tarihimizin en gerçekçi Atatürk’ü olarak kayıtlara geçecek. Keza Emre Kınay, Ragıp Efendi’de; Devrim Nas da Ali Rıza Efendi’de başarılı portrelere imza atıyorlar.
ExorcIst: İnançlı
◊ Yönetmen:
David Gordon Green
Oyuncular:
Leslie Odom Jr.,
Lidya Jewett, Olivia O’Neill, Jennifer Nettles, Ann Dowd, Ellen Burstyn, Raphael Sbarge, E. J. Bonilla, Antoni Corone, Danny McCarthy
ABD yapımı
Victor Fielding 13 yıl önce çıktıkları Haiti gezisinde hamile karısını depremde kaybetmiş ve kızını tek başına büyütmüş bir babadır. Angela günün birinde okul çıkışı en yakın arkadaşı Katherine’le ortadan kaybolur. Ormana dalmışlar ve yok olmuşlardır. Üç gün sonra bir çiftliğin bahçesinde bulunurlar. Onlara göre kayıp olarak geçirdikleri süre birkaç saattir. Normale dönmeleri beklenirken iki kızda da tuhaf haller baş gösterir, çünkü içlerine şeytan girmiştir.
Doğu’da, karların üzerini örttüğü bir köy ve burada, dört yılını doldurmaya ve ilk fırsatta İstanbul’a tayinini aldırmaya hazırlanan bir resim öğretmeni Samet... En yakın arkadaşı, aynı evi paylaştıkları meslektaşı Kenan’dır. Bu, ritüelleri belli yörede beklenmedik bir mesele kapılarını çalar. Sınıfta yapılan bir aramada, Samet’in en çok sevdiği öğrencisi konumundaki Sevim’in çantasında bir aşk mektubu bulunur. Bu mektubun kime yazıldığı bellidir; sonrasında iş büyür ve iki ev arkadaşı bazı kız öğrencilere daha fazla yakınlık gösterdikleri gerekçesiyle suçlandıklarını anlarlar. Okul yönetimi ve yörenin Milli Eğitim Müdürlüğü meseleyi resmiyete dökmez ama dikkatli olmaları konusunda sözlü uyarıda bulunur. Derken ikilinin önlerinde yeni bir keşif adası belirir; yakın kasabadaki İngilizce öğretmeni Nuray. Samet, ailesinin ısrarla evlendirmek istediği Kenan için Nuray’ın doğru bir aday olduğu düşüncesindedir lakin samimiyet çemberi ilerledikçe bu üç genç insan arasındaki gelgitler farklı güzergâhlarda seyredecektir...
Nuri Bilge Ceylan’ın ilk kez bu yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen son filmi ‘Kuru Otlar Üstüne’nin konusu kısaca böyle. Sinemamızın uluslararası sularda en bilinen ismi konumundaki ‘auteur’ yönetmenimiz, senaryosunu Akın Aksu ve Ebru Ceylan’la birlikte kaleme aldığı söz konusu yapıtında genel olarak insan yüreğinin ve de ruhunun haritasında geziniyor. Öykü ilk başlarda #MeToo meselesine ilişkin sularda dolaşsa da çok geçmeden farklı bir denize açılıyor. ‘Kuru Otlar Üstüne’nin ana karakteri Samet ilk olarak herkesin sevdiği, cana yakın, yardımsever bir öğretmen profilinde karşımıza geliyor. Lakin zaman ilerledikçe ve karşısına kimi dönemeçler çıktıkça ruhunun derinliklerindeki kötülükler giderek yüzeye vuruyor. Önce tam olarak net bir şekilde ifade edilemeyen taciz suçlamasının ardından sınıfta yöreye, yörenin insan yapısına ve gelecekte bu sınırlar dahilindeki öğrencilerine “Zaten bir şey olacağınız yok, ileride bir şeyler ekerek hayatınızı geçireceksiniz” mealinde sözlerle öfkesini kusuyor. Sonrasında başlarda kendisine layık görmediği (!) Nuray’ın Kenan’la yakınlaşması onun için adeta mesele haline geliyor ve ardından genç kadının özgür kimliğinden, zekâsından, hayattaki duruşundan etkilenerek onu ele geçirilecek bir mevzi konumuna yükseltiyor.
Genel çizgileri itibariyle iyinin ve kötünün bahçesinde dolaşan; insan denen muammanın kuytularına inen ve oradan yalnızlık, megalomani, küstahlık, ilgi, kendini beğenme, kıskançlık, bencillik, intikam gibi temel meselelere uğrayan bir yapıt var karşımızda. ‘Kuru Otlar Üstüne’ biçim ve dertler bakımından ‘Kış Uykusu’yla ‘Ahlat Ağacı’nı tamamlayan bir noktada duruyor (Bu arada Samet’i, çıkışsızlıkları, yöre ve insanlarına olan öfkesi itibariyle ‘Kış Uykusu’nun eski tiyatro oyuncusu karakteri Aydın’a daha çok benzettim). Öte yandan bir-iki sahne dışında bütün öykünün karlı bir ortamda geçmesi ve bembeyaz bir örtünün yardımıyla sağlanan görsel estetik açısından da bu son adımı izlerken ‘Kış Uykusu’nun yanı sıra ‘Uzak’ da akla geliyor. Ayrıca ‘Kuru Otlar Üstüne’de Ceylan’ın son dönemdeki alameti farikası olarak dikkat çeken uzun diyaloglar yine öne çıkıyor. Lakin bu kez sanki daha bir ustalaşmış bir yapı ve örgüyle karşılaşıyor hissine kapılıyoruz.
Bu durumun kıyıya vurduğu en belirgin yanlardan biri de filmin doruk noktası olan Samet’in Nuray’ın evine gittiği akşam yemeği bölümüydü. Burada siyasi konumları açısından biri solcu diğeri liberal noktalarda bulunan ikilinin sizi hemen ritmine ortak eden karşılıklı atışmaları, hem içerik hem de gelgitleri açısından son derece sürükleyiciydi.
EN POLİTİK FİLMİ...
Benden önce film üzerine kalem oynatanların da belirttiği gibi ‘Kuru Otlar Üstüne’ Ceylan’ın en politik filmi aynı zamanda. Ana karakterlerden Nuray, Ankara Garı saldırısında bacağının bir kısmını kaybetmiş, Kenan’ın yakını bir öğretmeni PKK katletmiş, annesinin her gece eve gelene kadar camda beklediği Feyyaz’ın babası da yıllar önce faili meçhul olmuş. Altın Koza’daki gösterim sonrası düzenlenen basın toplantısında sinemasındaki bu politik dokunuş (sinema yazarı arkadaşımız Olkan Özyurt tarafından) kendisine soruldu. Ceylan’ın cevabı şöyleydi: “Tanıdığımız bir arkadaşımızın hikâyesi bu. Ankara Garı patlamasında yaralanmıştı ve bölgede öğretmenlik yapıyordu. Onun hikâyesine odaklanınca patlama filme girdi. Tabii bölgede çekim yapınca o yörenin somut gerçekleri de filme sirayet ediyor. Bu tür meseleleri çok dikkatli kullanmak gerekiyor. Çünkü politikanın bir sanat eserinin, bir filmin önüne geçmesini istemiyorum. Ama öte yandan politikanın baskıladığı gerçekler, olgular, durumlar var; onları görünür kılmak da sanatçının görevi.”
Carmen vakti zamanında tıp okumak istemiş ama ataerkil yapı içinde babası kendisine izin vermemiş, o da ‘teselli armağanı’ olarak Kızılhaç’ta çalışmış emekli bir hemşiredir. Eşi Miguel ise Santiago’da bir hastanenin yönetici konumundaki doktorlarındandır. Bu orta yaşlı kadın bir sahil kasabasında deniz kıyısındaki evlerinin tadilatıyla uğraşırken hayır işleri vasıtasıyla tanıştığı rahip Peder Sánchez ondan, bir tür emanet olarak gördüğü gençle ilgilenmesini ister. Elías yaralıdır, rahibin iddiasına göre bir hata yaparak hırsızlığa soyunmuştur ve şimdilik gözlerden ırak bir şekilde saklanması gerekiyordur...
Şilili oyuncu Manuela Martelli, ilk yönetmenlik denemesi ‘1976’da ülkesinin acılı yakın tarihinde geziniyor. Son derece sakin ve bence bir ilk filme göre gayet olgun bir anlatım eşliğinde derin bir vicdan ve hafıza tazelemesi niteliği taşıyan bu yapım yerelden evrensele uzanan bir çabanın ifadesi olmuş. Hatırlanacağı gibi 1973’te Şili’nin Salvador Allende yönetimindeki sosyalist hükümeti, General Augusto Pinochet’nin düzenlediği ABD destekli kanlı bir darbeyle devrilmiş ve ülkeye, 17 yıl sürecek faşist yönetim el koymuştu. Bütün bu süreçte binlerce muhalif öldürülmüş, çok sayıda insan da ülkeyi terk etmişti. ‘1976’ işte bu kapkaranlık dönemden bir kesiti, Carmen adlı ana karakteri eşliğinde perdeye taşıyor...
SÜRÜDEN AYRILIYOR
Bilindiği üzere ‘burjuvalar’ bu gibi dönemlerde o güzelim rahat hayatlarını sürdürebilmek için seslerini çıkarmazlar, aksine çoğu da hâkim koroya katılarak gündelik düzenlerine devam eder. Ya da çok bilinen bir benzetmeyle durumu açıklayalım; ortalık yanarken onlar saçlarını taramakla meşguldürler. Carmen aslında muhafazakâr sularda gezinen bir yapıya sahip; eşi, çocukları ve torunlarıyla mutlu mesut aile tablosunu sürdürme gayretinde. Fakirler için topladığı eski kıyafetleri kiliseye bağışlıyor, görme engellilere kitap okuyor ve böylece hayırsever bir insan olmanın gereklerini yerine getiriyor. Lakin sonradan muhalif bir genç olduğunu anladığı, bakımını ve tedavisini üstlendiği Elías vasıtasıyla hayatında yeni bir koridor açılıyor.
Filmin başında o evin tadilatıyla, boya rengini seçme işleriyle uğraşırken dışarıda birilerinin gözaltına alındığına tanık oluyoruz. Bu sahne rejimin kendinden olmayanlara dayattığı gündelik faşizm uygulamasında, gözlerini yaşananlardan kaçırarak hayatlarına devam edenleri göstermek açısından önemli bir vurgu. Sonrasında bu aymaz genel kitlenin bir parçası olan Carmen’in, Elías vasıtasıyla sürüden ayrılmasını ve son derece tehlikeli sulara yelken açmasını izliyoruz.
Eski sağlıkçı, şefkatli ellerini bu kez muhalifler için kullanmaya başlıyor, evindeki kaçak devrimcinin yoldaşlarına zorlu yolculuklar sonucu (arabasıyla yola çıkıyor, izlenmemek adına sürekli otobüs değiştiriyor vs.) mesajlar taşıyor, onu güvenli bir şekilde arkadaşlarına teslim etmek için çabalıyor. Bu arada Carmen’in öykünün başından beri sürekli sigara içtiğini ve uykusuzluk halleriyle ruhsal bir çıkmazın içinde olduğu görüyoruz; bu yeni meşgale onun için hem bir ‘hayırseverlik’ hamlesi hem de ait olduğu sınıfın olup bitene karşı gösterdiği aymazlığın yarattığı suçluluk duygusunu üzerinden atabilme fırsatına dönüşüyor. Benzer bir vicdani meseleyi Peder Sánchez’de de görüyoruz; geçmişte kimi insanların hayatına mal olan hareketinin kendi yüreğinde açtığı kapanması zor yarayı, en azından Elías’ı kurtararak bir parça onarmaya çalışıyor.
Evet, sinemada festival mevsimi başladı. Bu hafta sahne sırası Adana Altın Koza’nın... Bu yıl 30’uncusu düzenlenen organizasyon 24 Eylül’e kadar sürecek. Etkinlikte ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’, ‘Belgesel Film Yarışması’, ‘Uluslararası Kısa Film Yarışması’, ‘Ulusal Öğrenci Kısa Film Yarışması’ ve ‘Adana Kısa Film Yarışması’ gibi bölümler öne çıkıyor. Ayrıca dünya sinemasından seçkiler, belgesel gösterimleri, söyleşiler, sinema sempozyumu ve sergiler de sinemaseverlerle buluşacak.
Festivalin heyecanı en yüksek bölümü olan ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na katılan yapımları değerlendirecek olan jüri şu isimlerden oluşuyor: Ömer Faruk Sorak (Başkan), Bennu Yıldırımlar, Cezmi Baskın, Murat Uyurkulak, Nefes Polat, Özcan Vardar, Özgür Eken, Prof. Dr. Senem Erkılıç ve Senem Erdine. ‘SİYAD En İyi Film Ödülü’nü belirleyecek sinema yazarları jürisinde ise Övgü Gökçe, Yeşim Burul ve Talip Ertürk gibi isimler yer alıyor. Film Yönetmenleri Derneği tarafından verilecek ‘Film-Yön En İyi Yönetmen’ ödülü, Ceylan Özgün Özçelik, Emre Kayış ve Mahmut Fazıl Coşkun’dan oluşan jüri tarafından belirlenecek.
‘Belgesel Film Yarışması’nda yarışacak yapıtları ise Coşkun Aral, Cengiz Özkarabekir, Doç. Dr. Kurtuluş Özgen, Mustafa Ünlü ve Dr. Semra Güzel Korver değerlendirecek. ‘Uluslararası Kısa Film Yarışması’ jürisi de şu isimlerden oluşuyor: Prof. Dr. Bülent Çaplı, Feride Çetin, Emil Ovanesov ve İlker Savaşkurt. ‘Öğrenci Kısa Film Yarışması’na katılan yapımları Barış Atay, Serhat Gönen ve Vuslat Saraçoğlu değerlendirecek.
Yıl 1947… Ünlü dedektif Hercule Poirot kendini emekli ilan etmiş ve Venedik’e yerleşmiştir. Çatısından bütün şehri ve kanalları gören yeni mekânında huzur dolu, sessiz sakin günlerin beklentisi içindedir. Ne var ki kitaplarında kullandığı karakterle kendisini daha da popüler kılan Amerikalı polisiye yazarı Ariadne Oliver ziyaretine gelir ve bir anlamda ‘uyuyan dev’i tekrar ayağa kaldıracak hamlelerin işaret fişeğini yakar. Zengin bir dulun kızı olan Alicia Drake birtakım hayaletler gördüğünü iddia ettikten sonra intihar etmiştir. Annesi Rowena ‘Cadılar Bayramı’ döneminde evinde vereceği parti sonrası tanınmış medyum Joyce Reynolds öncülüğünde bir ruh çağırma seansı düzenleyecektir. Ariadne bu seansa Poirot’yu davet ederek hemen olayla ilgili soruşturma yapmasını ister hem de doğaüstü güçlere inanmayan dedektifi ‘spiritüel’ sularla (!) tanıştırmayı hedefler.
Yönetmenlik serüveninin ilk adımlarında yönettiği (ve aynı zamanda rol de aldığı) ‘Henry V’ ve ‘Dead Again’ gibi filmlerden dolayı ‘Dâhi’ sıfatıyla anılan ama sonrasında kimi etkileyici yapımlara imza atsa da genel olarak ortalama çizgilerde dolaşan Kenneth Branagh, kariyerinin son demlerinde kendisine yeni bir meşguliyet edinmiş görünüyor: Agatha Christie yapıtlarını sinemaya uyarlamak… 2017’deki ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’le (Murder on the Orient Express) başlayan bu yeni dönemde ikinci adım 2022’de ‘Nil’de Ölüm’le (Death on the Nile) gelmişti. Şimdi sahne sırası üçüncü hamle ni-
teliğindeki ‘Venedik’te Cinayet’te (A Haunting in Venice).
◊Yönetmen: Kenneth Branagh
◊ Oyuncular: Kenneth Branagh, Tina Fey, Jamie Dornan, Michelle Yeoh, Riccardo Scamarcio, Kelly Reilly, Camille Cottin, Jude Hill, Kyle Allen, Ali Khan, Emma Laird, ABD-İngiltere-İtalya ortak yapımı
Evet, Ayvalık bir kez daha yedinci sanatla buluşuyor. Seyir Derneği tarafından düzenlenen, direktörlüğünü Azize Tan’ın, program danışmanlığını da Fatih Özgüven’in üstlendiği Ayvalık Uluslararası Film Festivali bu geceki açılış töreniyle başlıyor. Ayvalık Belediyesi Büyük Park Amfitiyatro’da gerçekleşecek törenin ardından da başrollerini Julianne Moore ve Natalie Portman’ın paylaştığı, Todd Haynes imzalı “May December” isimli film gösterilecek.
Festival ‘Uluslararası Seçki’, ‘Sinema Yapmaya Çalışırken’, ‘İlk Filmler’, ‘Ve Ayvalık’, ‘Godard’a Saygı’, ‘Anılarına’ gibi bölümler eşliğinde seyirci karşısına çıkarken organizasyon dahilinde toplam 57 yapıt gösterilecek.
Bu arada Mey|Diageo’nun katkılarıyla geçen yıl ilk kez verilen “Yeni Bir ...” ödülü mevcudiyetini bu yıl da koruyor. Genç sinemacıların yetişmesi ve teşvik edilmesi amacıyla verilen 50 bin TL değerindeki ödülün bu yılki sahibi festivalin açılış gecesinde açıklanacak. “Yeni Bir ...” ödülünün seçici kurulunda Tayfun Pirselimoğlu, Dilde Mahalli, Eytan İpeker, Nil Kural ve Selen Uçer’in yer aldıklarını hatırlatalım.
Sinemamızın heyecan uyandıran son dönem yapıtları ‘Türkiye Sineması 2022-2023’ bölümünde izleyicilerle buluşacak. Bu bölümde şu yapımlar izlenecek: “Ayna Ayna” (Yön: Belmin Söylemez), “Kör Noktada” (Yön: Ayşe Polat), “Cam Perde” (Yön: Fikret Reyhan), “Sanki Her Şey Biraz Felaket” (Yön: Umut Subaşı), “Tavuri” (Yön: Derviş Zaim), “Kar ve Ayı” (Yön: Selcen Ergun), “Karanlık Gece” (Yön: Özcan Alper) ve “Oregon” (Yön: Kerem Ayan). Gösterimlerin ardından söyleşiler düzenlenecek.
İçinden Ayvalık geçen filmler!
Sinema Yapmaya Çalışırken başlıklı bölümde filmlerini inşa ederken neler yaşandığını perdeye aktaran yönetmenlerin yapıtları seyirci huzuruna çıkacak. Bu bölümde gösterilecek yapımlar şöyle: “Güzel Günler” / “Il sol dell’avvenire” (Yön: Nanni Moretti), “Çözümler Kitabı” / “The Book of Solutions” (Yön: Michel Gondry), “Ayı Yok” / “No Bear” (Yön: Jafar Panahi) ve aynı zamanda açılış filmi olan “May December” (Yön: Todd Haynes).