Legal kimlikleri itibariyle ‘Anadolu Tat 1071’ adlı lokantalarını işletmek, kutlama, düğün vs. gibi etkinliklerde yeme-içme hizmeti vermek gibi faaliyetlere sahip Mermer ailesinin aslında gizli bir dünyaları ve bambaşka profesyonel uğraşları olduğunu 2018 tarihli ‘Ölümlü Dünya’da anlamıştık. Peki, neydi onların bir tür ‘paralel evren’deki meşguliyetleri? Şuydu: ‘Kiralık katil’ olarak aldıkları ihalelerin (!) üstesinden gelmek. Bütün bu kanlı eylemleri sırasında da en temel kriterleri aile olgusuna, değerlerine sadık kalmak, dayanışma ruhunu ve yardımlaşmayı her daim hazır tutmak, acıda ve sevinçte ‘hep beraber’ hareket etmekti. Ekip 2023 sonunda tekrar beyazperdede varlığını aksettirirken bu kez öykü bir rehin alınma vakası etrafında biçimleniyor. Aile üyelerinden Zafer’i ‘Örgüt’ kaçırmıştır, Gazanfer oğlunun kurtarılması için eski dostu ‘Maestro’dan yardım ister. Bu işin hallolması için yapılacak eylemler bellidir; korumalar eşliğinde yaşayan dört ayrı kişideki USB belleklerin ele geçirilip ‘Örgüt’e teslim edilmesi. Gazanfer, Serbest, Oktay, İlhami, Serhan, hamile karısı Begüm ve Atakan’dan oluşan ekibe uzman tetikçi Şenol da katılır ve harekete geçilir.
◊ Yönetmen: Ali Atay
◊ Oyuncular: Ahmet Mümtaz Taylan, Doğu Demirkol, Feyyaz Yiğit, Giray Altınok, Alper Kul, Mehmet Özgür,
Sarp Apak, İrem Sak, Özgür Emre Yıldırım, Reha Özcan
Ridley Scott tarihi sularda gezinmeyi çok sever. 1977’deki ilk uzun metrajı ‘Düellocular’la (The Duellists) başlayan yolculuğunun ardından uğradığı ‘Gladyatör’ (Gladiator, 2000) ve ‘Son Düello’ (The Last Duel, 2021) durakları onun bu sevdasının öne çıkan ifadeleridir. 30 Kasım’da 86 yaşına basacak olan büyük usta, son adımı ‘Napolyon’da (Napoleon) yine geçmişin sayfalarına uzanıyor ve tarihin en ihtiraslı liderlerinden birinin portresini perdeye taşıyor. David Scarpa imzalı senaryodan çekilen film, genç Korsikalı topçu subayı Napolyon Bonapart’ın Fransız Devrimi sonrasının kaotik ortamında adım adım iktidara yürüyüşünü ve girdiği onca muharebeyi anlatıyor. Ridley Scott, nesli tükenmeye yüz tutmuş yönetmenler kuşağının yaşayan birkaç temsilcisinden biri. ‘Epik sinema’ denen görkemli anlatım, o kuşağın alameti farikalarındandı. Nitekim İngiliz yaratıcının kariyerinde ‘Gladyatör’ gibi böylesi bir hamle vardı, ‘Napolyon’ benzer bir tavrın ve üslubun devamı...
Film 1793’te Concorde Meydanı’nda Kraliçe Marie Antoinette’in kafasını giyotine teslim etme sahnesiyle açılıyor. Muhtemelen kurgu olan bu bölümde genç subay Napolyon’un, idamı seyreden topluluğun içinde bu eyleme müstehzi bakışlar attığını görüyoruz. Ardından idareyi ele geçiren ‘Cumhuriyetçiler’in başta kraliyet yanlıları olmak üzere iç ve dış düşmanlardan korktuğu bir ortamı izliyoruz. İngiliz işgalini engellemek üzere bu Korsikalı subaya görev veriliyor ve Toulon’daki ilk askeri zaferini kazanıyor. Peşi sıra Napolyon, kaygan zeminde yükselme fırsatlarının kendisine açık olduğunu fark ediyor ve zirveye yürüyüşünü sert ve derin adımlarla sıklaştırıyor. Özellikle Austerlitz’de Avusturya-Rusya ortaklığındaki düşmanı top atışları eşliğinde buzlu sularda yok ederek stratejik dehasını da gösteriyor.
Bu arada devrimin infaz ettiği subaylardan birinin dul eşi Joséphine de Beauharnais’ye ilk görüşte (bir baloda) ilgi duyuyor ve çok geçmeden onunla evleniyor.Vanessa Kirby ve Joaquin Phoenix
Kibirli, egosu yüksek...
Filmin bize sunduğu tarihsel profilde hayatının ana ekseni iki güzergâhta belirlenmiş bir kişilik var: Savaşlar ve seks. Savaşlar onun içindeki fetih duygusunu tatmin ediyor lakin takıntı haline getirdiği Joséphine’i pek fethedemiyor. Mesela Mısır seferindeyken kendisini genç bir subayla aldattığını öğrenmesinin ardından apar topar Fransa’ya dönüyor ama ona karşı olan çaresizliğiyle elinden pek bir şey gelmiyor. Zaten bu süreçte iplerin kendisinde olduğunun çoktan farkına varan Joséphine, kocasına “Bensiz bir hiçsin” diyor.
Ridley Scott’ın yapıtı nihayetinde imparatorluk koltuğuna oturan Napolyon’u, Rus seferi ve kaderini belirleyen Waterloo Muharebesi’nin de olduğu dönemeçlerle perdeye aksettiriyor. Bu savaş bağımlısı, dehasına tutkun, kibirli, egosu yüksek kişilik yer yer durum komiği sahnelerle seyirci önüne geliyor. Onun için rakibinin İngiliz, Rus, Prusyalı veya Osmanlı olmasının özel bir anlamı yok, yeter ki savaşacak bir neden bulsun... Tabii Sezar ve Büyük İskender gibi liderler arasında kendisine de yer açmak isteyen böylesi ihtiraslı kişiliğin bedelini, orduları ve muharebelerde yitip giden askerlerin kanları ödüyor. Nitekim Napolyon’un girdiği savaşlarda ve çıktığı seferlerde toplam 3 milyon Fransız askeri hayatını kaybediyor.
Öte yandan Scott’ın yapıtı öncesi lise zamanı TRT’de izlediğim Sergey Bondarchuk imzalı ‘Waterloo Savaşı’nın (Waterloo, 1970) karşısına yeniden oturdum ve ‘Napolyon’ öncesi bir tür ders çalıştım! Kıyaslama düzlemine geçersek İngiliz büyük ustanın filmi bir hayatı bütünüyle ele almanın problemlerini yaşamış görünüyor.
Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı
◊ Yönetmen: Francis Lawrence
Oyuncular: Tom Blyth, Rachel Zegler, Peter Dinklage, Jason Schwartzman, Hunter Schafer, Josh Andres Rivera, Viola Davis,
Fionnula Flanagan
ABD yapımı
Amerikalı yazar Suzanne Collins’in ilki Eylül 2008’de yayımlanan ve üç kitaptan oluşan gençlik serisi ‘Açlık Oyunları’ (The Hunger Games) kısa zamanda okuyucudan büyük ilgi görmüştü. Bu ilgi çok geçmeden sinemaya taşındı ve son adım ikiye bölünmek kaydıyla toplamda dört filmlik beyazperde serüveni yaşadı. Hikâye belirsiz bir gelecekte geçiyordu. 13 bölgeden oluşan Panem adlı ülkede düzenlenen, her bölgeden seçilmiş gençlerin boy gösterdiği, televizyon ekranlarından yayımlanan bir hayatta kalma yarışını anlatıyordu. Yaşanan onca kanlı aksiyonun arka planındaysa diktatoryal bir oluşumun izleri ve distopik bir hikâye vardı. İsminin esin kaynağı Thomas Hardy’nin ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak’ romanının kahramanı Bathsheba Everdene olan Katniss Everdeen, seride diktatör Snow’a isyan bayrağını açıyor ve mücadelesini sürdürüyordu.Rachel Zegler ve Tom Blyth
‘Açlık Oyunları’nın sinemadaki yansıması da büyük ilgi gördü. Hatta Katniss rolünde, ilk kez ‘Gerçeğin Parçaları’yla (Winter’s Bone, 2010) dikkat çeken Jennifer Lawrence bir Hollywood yıldızına dönüştü. Seri sona ererken de bayrak ‘Uyumsuz’ (Divergent, 2014) ve ‘Labirent’ (The Maze Runner, 2014) gibi diktatoryal oluşumların hâkim olduğu, benzer yapıya sahip diğer gençlik serilerine devredildi.
Suzanne Collins’in Yunan mitolojisinden ve Roma’daki gladyatör gösterilerinden ilham alarak yarattığı kitapları, yani ‘Açlık Oyunları’, ‘Ateşi Yakalamak’ ve ‘Alaycı Kuş’; 2008, 2009 ve 2010’da basılmıştı. Collins daha sonra 2020’de ilk adımın çok öncelerine giden ve diktatör Coriolanus Snow’un gençliğine uzanan bir metni kaleme aldı. ‘Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı’ (The Hunger Games: The Ballad of Songbirds and Snakes) adını taşıyan bu kitap da beklendiği üzere sinemaya aktarıldı. İlk dört yapımda izlediğimiz isimlerin olmadığı bir kadroyla çekilen film bu hafta vizyonda. Bir zamanlar Kuzey Amerika olarak bilinen yerde yıkıntılar arasında yaşayan Panem ulusunun doğuşunu ve yine hayatta kalmak için umutla savaşan kahramanların hikâyesini konu alan bu beşinci adımda Coriolanus Snow’un gençliğini Tom Blyth canlandırıyor. Serinin 2012 tarihli ilk filmini Gary Ross çekmişti. Diğer üç adımda kamera arkasına geçen Francis Lawrence ‘Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı’nı da yönetmiş.
Malum, sinema aynı zamanda bir ‘katarsis’ alanıdır ve özellikle sistemin çözemediği, gündelik hayatın ritmi içinde sağlayamadığı adaletin yerine getirilme (!) mercilerinden biri de beyazperdedir. Ekrana yansıtılan hikâyeler yarım kalmış hesapların, hukukun halledemediği meselelerin de ifadeleridir bazen. İstanbul kültür hayatında 12 yıldır var olan ve bu yıl yenisiyle karşımıza çıkan ‘Uluslararası Suç ve Ceza Festivali’ bu tür bir sinemasal buluşma alanı...
Organizasyonun 13’üncü randevusu bu geceki açılış töreniyle start alıyor.
CRR’de düzenlenecek olan ve Pınar Altuğ-Hakan Bilgin ikilisinin sunacağı törende Ayşenil Şamlıoğlu’na, Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ye takdim edilecek. Ayrıca sinema yazarı Alin Taşçıyan’a ve görüntü yönetmeni Hüseyin Özşahin’e ‘Sinemaya Katkı Ödülleri’ verilecek. Öte yandan törende filmlerin tanıtımları ve akademik programın ayrıntılarının açıklanmasının ardından Mehdi Fikri imzalı “Alev Sönmeden Önce” (After The Fire) adlı film gösterilecek.
Festivalin öne çıkan bölümlerinden ‘Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nda her yıl olduğu gibi Türk ve dünya sinemasından seçilmiş, ana temaları adalet olan dokuz yapım boy gösterecek. Bu filmleri Yolande Zauberman (Başkan), Anna Margarita Albelo, Carmen Gray, Melis Behlil ve Selen Öztürk’ten oluşan jüri değerlendirecek. Yine Türk ve dünya sinemasından seçilmiş, ana temaları adalet olan yapımların katıldığı ‘Altın Terazi Kısa Metraj Kurmaca Film Yarışması’nda 10 film boy gösterirken bu yapıtlar Julie Rousson (Başkan), Lalehan Öcal ve Serdar Orçin’den oluşan jürinin beğenisine sunulacak. Enis Rıza Sakızlı (Başkan), Aslı Akdağ ve Yorgos Zois’den oluşan jüri de 10 yapımın katıldığı ‘Aslı Ildır, Rıza Oylum ve Sezen Sayınalp gibi isimlerin yer aldığı SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) jürisi de ‘Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan yapıtlardan bir tanesine ‘En İyi Film’ ödülünü verecek. Festival dahilinde yer alan bir başka jüri de Günsu Akçatepe, Merve Baba, Tulya Tuana Diplomat, İrem Varol ve Mert Baran Yeşilbahçe’den oluşan ‘öğrenci jürisi’. Etkinliğin klasik bölümlerinden ‘Adalet Terazisi’nde ise 14 film yer alıyor.
Başta yakınımızdaki Gazze topraklarından olmak üzere tüm savaşların sona erdiği, ateşkesin ilan edildiği, hiçbir cana kıyılmadığı, din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit haklara sahip olduğu, adaletin sadece bir istek ve beklenti olarak kalmadığı ve yalnızca filmlerde sağlanmadığı, hayata da yansıdığı bir dünya arzusu dileklerimiz eşliğinde “İyi seyirler” diyoruz...
Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması
∆ ‘Çavdar Başağı’ (‘O Corno’) / Yön: Jaione Camborda
Solo serüveni dolayısıyla 2019 tarihli ‘Captain Marvel’da tanıştığımız karakterin tarihsel bir yanı vardı; o aynı zamanda Marvel Sinematik Evreni’nin ‘ilk kadın süper kahramanı’ydı. Bir nevi DC Comics’teki ‘Wonder Woman’ın da karşılığı... Kendileri dört yıllık bir aranın ardından yeni bir macerayla arzı endam ederken bu kez tek kişilik bir şovdan ziyade ‘takım oyunu’ sunuyor. Nia DaCosta imzalı ‘The Marvels’, ilk adımla organik bağını korurken yeni katılımlarla genişleyen bir ekibin serüvenini de perdeye taşıyor.
Konu özetle şöyle: Kimi gelişmeler Captain Marvel ya da diğer adıyla Carol Danvers’ın karşısına, Hala gezegeni halklarından Kree’lerin başındaki Dar-Benn’i çıkarıyor. Bu ihtiraslı lider, gücüne güç katacak ve evrendeki hâkimiyetini mutlaklaştıracak bir bilekliğin (‘Quantum Band’ ismini taşıyor) peşindedir. Nihayet aradığını bulur ama bu mekanizmanın çalışması için ikincisini bulması gerekmektedir. Diğer parça da Jersey City’de yaşayan genç bir kızdadır. Pakistan kökenli bir ailenin mensubu olan bu kız fanatik bir Captain Marvel hayranı olan Kamala Khan’dır. Derken uzaydaki kimi sıçramalar sonucu Danvers’ın yolu, savaş pilotu yoldaşı Maria Rambeau’nun kızı olan Monica ve Kamala’yla kesişirken güçleri de birbirine karışır. Üçlü, Dar-Benn’e karşı ittifak oluşturarak mücadeleye koyulacaktır.
The Marvels
◊ Yönetmen: Nia DaCosta
◊ Oyuncular: Brie Larson, Teyonah Parris, Iman Vellani, Zawe Ashton, Gary Lewis, Park Seo-joon, Zenobia Shroff, Mohan Kapur, Saagar Shaikh, Samuel L. Jackson, Leila Farzad / ABD yapımı
Doğrusu Kamala karakterinin sürüklediği Disney dizisi ‘Ms. Marvel’ı izlemediğim için filmin öyküsündeki kahramanlar arası kaynaşmayı çok net algılayamamakla beraber bu ikinci hamlenin kimi ilginç yanlarına karşın vasat bir çaba olduğunu söyleyebilirim. 2019 tarihli film bize, düştüğünde yeniden ayağa kalkmasını bilen ve mücadelesini sürdüren ana karakter üzerinden çok derin olmasa da kimi feminist esintiler sunuyordu. Bunlar ‘The Marvels’da da var. Carol Danvers’ın yanına benzer kararlılıklara sahip farklı kuşaktan iki temsilci, Monica ve Kamala ekleniyor ama filmin daldığı koridorlar çok zayıf ve senaryo hem çarpıcı değil hem de meseleleri açıklamakta sarih davranmıyor. Ama Nia DaCosta’nın imzasını taşıyan bu yapım şöyle bir tarihsel özelliğe sahip: Öyküsünde Marvel Evreni’ndeki ilk Müslüman süper kahramanı barındırıyor. Pakistanlı Kamala Müslüman bir ailenin üyesi. Annesi Muneeba, babası Yusuf, abisi de Aimir. ‘Ms. Marvel’ namına da sahip karakter bir sahnede mücadeleye başlarken ‘Bismillah’ da çekiyor.
Zübeyde, Analar ve Oğullar’, ‘Son Akşam Yemeği’ derken sıra geldi ‘Atatürk 1881-1919’a... Bu son adım aslında iki filmlik bir halkanın ilk bölümü. Ulu Önder’in çocukluğundan başlayarak Milli Mücadele’ye uzanan hayatından kesitler aktarırken, bu tarihsel sürecin izlerini dönemin diğer öne çıkan karakterleriyle birlikte perdeye taşıyor.
Senaryosunu Necati Şahin’in kaleme aldığı ve Mehmet Ada Öztekin’in yönettiği bu serinin ilk adımına göz atarsak sonda geleceğim noktayı başta belirteyim; şu ana kadar izlediğim tüm yapıtları göz önüne alarak söylüyorum; bu çalışma sinemamızın ‘Atatürk filmleri’ kategorisindeki şu ana kadar çekilmiş en iyi ‘kurgusal’ film.
Bugüne kadar önümüze gelen örneklerin çoğu maalesef müsamere havasından kurtulamamış çabalardı. Bu durumun tabii ki birçok nedeni vardı; Atatürk’ü gerçekçi bir portre olarak sinemaya taşıdıklarında, insani yönleriyle ele aldıklarında, onu atfedildiği ‘kutsal’ çizgilerin dışına çekerek perdeye yansıttıklarında tepki alacaklarını, eleştirileceklerini düşünüyorlardı muhtemelen. ‘Resmi ideoloji’nin dışına taşmaktan korkuyorlar, çekiniyorlardı. Bu aslında genel olarak bizdeki biyografi yazını için de geçerli bir durumdu; her hayata uğrayan inişler çıkışlar, düşüş, tökezlenme anları, hatalar, hesaplaşmalar, insani duygular, kaygılar, zaaflar, korkular, psikolojik eşikler birçok popüler figüre ilişkin biyografik kitaplarda yoktur mesela… Bütün bu reflekslerin nedenini kuşkusuz ilk elde mükemmeliyet arayışı olarak düşünmek mümkün ama ben asıl meselenin özeleştiri yoksunluğu ve hesaplaşma duygusundan kaçınmak olduğu kanısındayım. Atatürk’e gelince; o elbette bu toplum için her daim en büyük rol modeliydiki zaman onun ne denli önemli bir lider, devrimci ve ufku geniş bir siyasal figür olduğunu gösterdi. Ama öyküsünün hamaset dolu bir çerçevede değil, gerektiğinde herkesi, en yakın arkadaşlarını karşısına alma pahasına yoluna devam edişini gösteren, yalnızlığını vurgulayan, psikolojisini aktaran, askeri dehasını pragmatist kişiliği eşliğinde yansıtan dokunuşlarla dolu bir çerçevede anlatılması gerektiğini her zaman düşünmüşümdür. Nitekim ‘Atatürk 1981-1919’ bahsettiğim bütün bu unsurları büyük oranda yerine getiren, etkileyici bir sinematografik adım olmuş.
Epik tarzda çekilmiş bu film özellikle ideolojik açıdan bence sağlam bir yerde duruyor. İçinden geçtiğimiz zaman diliminden o günlerin siyasal reflekslerine, gelişmelerine bakış atıyor ve dönemin dinamiklerini, yaşanmışlıklarını ve tarihsel süreci doğru bir perspektifle okuyor. Abdülhamid’in baskıcı rejimi, İttihatçıların saraya karşı mücadelesi, 31 Mart Vakası ve Hareket Ordusu hamlesi, Trablusgarp cephesi, Sofya Askeri Ataşeliği dönemi, Mustafa Kemal’in Enver Paşa’yla aralarındaki uzlaşmazlıklar, Osmanlı paşalarının aymazlıkları, onu kızağa çekmek için yapılan hamleler, ‘Yasaklı’ Vatan şairi Namık Kemal’e ilişkin vurgular vs. bütün bu tarihsel notlar akıcı bir sinematografi ve merak uyandırıcı bir metin eşliğinde perdeye taşınmış. Filmin atmosferi, teknik kalitesi, görüntü yönetmenliği (Torben Forsberg) ve dönemin her yönüyle yeniden yaratılması bence çok başarılıydı.
Filmin atmosferi, teknik kalitesi, görüntü yönetmenliği ve dönemin yeniden yaratılması bence çok başarılıydı.
ÖMER MUHTAR’LA MUHABBET
Sonbaharla birlikte film festivallerinin dönemi hız kazanır.
Yaz sonrasında önce Ayvalık’ta, sonra Adana’da birçok yapım sinemaseverlerin karşısına çıktı.
Derken sektörün en eski buluşma noktası niteliğindeki Antalya Altın Portakal ‘Kanun Hükmü’ adlı belgesel odağında başlayan kriz nedeniyle iptal edildi ve nihayetinde ‘4 A’ (Ayvalık, Adana, Antalya ve Ankara) başlığında toplanan festivaller dizisinde hamle sırası Başkent’te...
Bugün start alacak organizasyon 34’üncü kez sinemaseverlerle buluşuyor.
10 Kasım’da sona erecek festival Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenleniyor ve AB Türkiye Delegasyonu, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Çankaya Belediyesi tarafından destekleniyor.
Etkinliğin heyecanı en yüksek bölümü olan ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na yedi film katılıyor.
Bu yapıtları değerlendirecek jüri ise şu isimlerden oluşuyor:
Derviş Zaim (Başkan), Mine Söğüt, Murat Kılıç ve Selin Yeninci.
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100’üncü yılı nedeniyle Atatürk’ü ve o dönemde yaşananları aktaran filmler arka arkaya vizyona giriyor. İki hafta önce ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ı izlemiştik, bu hafta sahne sırası ‘Son Akşam Yemeği’nde. Levent Onan imzalı çalışma, aynı kulvardaki birçok yapımdan farklı olarak ele aldığı süreci ve ana kahramanlarını perdeye taşırken cepheden ya da gelişmelerin odağından ziyade bir mutfağın çeperleri içinden seslenmeyi tercih etmiş. 28 Ekim 1923’te Çankaya Köşkü’nde önemli bir yemekli toplantı vardır (nihayetinde anlıyoruz ki ertesi sabah Cumhuriyet ilan edilecektir). Filmde işte bu çok önemli günü bir anlamda aşçısının, yamağının, ocakbaşısının ve diğer çalışanlarının yorumları eşliğinde izliyoruz. Öykünün ana karakterlerinden olan ve fırsat bulup hünerlerini gösteren Ahir Usta aynı zamanda geçmişin de uzantısıdır; sarayda çalışmış, Çanakkale’de savaşmış, bir ara esir düşmüş ve İngiliz komutan Wilson’a yemek hazırlarken bambaşka bir planı olduğunu göstermiştir. Torunu Elif de yeni rejimin içinde yeşerecek bir filizdir. Yamak Yakup tekinsizdir ve nerede duracağını da tam olarak bilmiyordur, keza şef Mahmut da benzer bir kişiliğe sahiptir, öyle ki Cumhuriyet fikrini de Latife Hanım’dan öğrenir (o fikir de ‘Her şeyi birlikte yapmak, inşa etmek’ şeklinde özetlenebilir) ve öğrendiklerini alışveriş yaptığı esnafa kendisininmiş gibi sunar. Atatürk’ün yolu da bu uzun ve zorlu gecede mutfakla bir şekilde kesişir ve Ahir Usta, Paşa’yla hasbihal etme şansı bulur.
‘Son Akşam Yemeği’, geçmişin yaşanmışlıklarına bu zamanlardan bakan filmlerden (ki doğru bir perspektif bu). Bir yanıyla ‘Cumhuriyet denen özel yemekte herkesin katkısı var’ türünden bir metafora sahip olduğu söylenebilir. Yeni sofra takımları ve menü yerine eski takımlarla sunulan eski menü, filmin tarihsel sürekliliğe bir vurgusu aynı zamanda. Bütün bunlara kimsenin itirazı olamaz elbette, lakin Ayla Hacıoğulları ve Vilmer Özçınar ikilisinin senaryosunu kaleme aldıkları yapım, sahaya sürdüğü ‘Osmanlı’yla Cumhuriyet arasındaki süreklilik’ temasına göz atarken meseleyi doğru yerden mi tartışıyor, ondan emin değilim. Şöyle ki örneğin Ahir Usta, Mustafa Kemal’le söyleşirken Osmanlı’nın 600 yıllık geçmişini hatırlatıyor ve film boyunca sürekli olarak ‘eski’nin (yıpranmış bakır kazanlar dahil) öneminin altını çiziyor.
‘Son Akşam Yemeği’ Cumhuriyet’e geçiş sürecini bir mutfağın çeperlerinden aktarmayı tercih etmiş.
Lakin hanedan yıkılıp Cumhuriyet inşa edilirken eskinin tarihteki uzun süreli varlığından ziyade iktidarın, padişahtan ve yüzyıllar boyu hükümranlığını sürdürmüş bir ailenin sultasından alınıp halka, millete devri fikriyatından hareket edildi. Mesele eski rejimin süresinden, dayanıklılığından kaynaklanan gücü meselesi değil, demokrasiye geçişti. Senaryonun halledemediği yanlardan biri de Ahir Usta’nın komutanlarını zehirlemesine rağmen İngilizlerin elinden nasıl sağ salim çıktığına dair ikna edici bir açıklamasının olmamasıydı.
Menüde tarhana çorbası da var.
Oyunculuklara gelince; başta Ahir Usta’da Engin Şenkan, Mustafa Kemal’de Onur Tuna, Latife Hanım’da Pelin Akil ve minik Elif’te Azra Aksun olmak üzere hepsi gayet iyi performanslar ortaya koymuş. Bu arada ‘Son Akşam Yemeği’nin ‘politika ve yemek’ ilişkisi bakımından Roland Joffé imzalı, başrolünde Gerard Depardieu’yu izlediğimiz ‘Vatel’le aynı kulvarda olduğunu söyleyebiliriz.