Yaşı kemale ermiş ve alzheimer başlangıcıyla boğuşan ‘kiralık katil’ Alex Lewis, emekli olma niyetindedir. Ama bu mesleği bırakmak kolay değildir; son bir iş alır... Fakat harekete geçtiğinde öldüreceği kişinin küçük bir kız olduğunu görür ve cinayetten vazgeçer. Bu karar ona pahalıya patlayacaktır...
Artık ‘aksiyon yıldızı’ olarak parlayan Liam Neeson, son çalışması ‘Geçmişe Dönüş’te (Memory) ahlaki ve vicdani hesaplaşmalarla çırpınan bir tetikçi rolünde karşımıza çıkıyor.
Adaletini kendin sağla!
Yönetmenliğini Martin Campbell’ın üstlendiği yapım, 2003 tarihli bir Belçika filminin yeniden çevrimi. ‘De Zaak Alzheimer’ adlı bu çalışma, Belçikalı yazar Jef Geeraerts’in 1985 tarihli, aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Dario Scardapane’in yeniden harmanladığı ve kimi farklılıklara giderek yazdığı senaryodan çekilen ‘Geçmişe Dönüş’, iki koldan ilerliyor. Bir yanda ‘kötü adam’ olmasına rağmen kendine özgü bir sınıra ve vicdana sahip Alex Lewis var. Aldığı işi nihayete erdiremiyor ve kurbanının kimliğini öğrenmesiyle Meksika uzantılı fuhuş tacirlerine karşı tek başına mücadeleye girişiyor. Diğer kanatta da sistemin çarklarının nasıl işlediğini bilen ve mücadelesini, kendisine sürekli engel çıkaran üstlerine rağmen vermeye çalışan emektar FBI ajanı Vincent Serra... Bu iki karakter aynı amaç uğruna hareket eder ve düzenin koruduğu, dokunmadığı çevreleri cezalandırmaya çalışır. Tabii bu süreçte dengenin ‘kiralık katil’ konumundaki kısmı, işi hukuka bırakmaz, meseleyi silahıyla çözmeye çabalar.
Steven Spielberg’ün Michael Crichton uyarlaması ‘Jurassic Park’ı çağlar önce gezegeni terk ettiği düşünülen dinozorları salonlara davet ediyordu. 1993’te başlayıp 2001’de biten üçlemede karşımıza çıkan devasa yaratıkların kenara çekildiği düşünülürken 2015’te bu kez ‘Jurassic World’ serisiyle arzı endam ettiler. Spielberg’ün yönetici-yapımcı sıfatıyla yer aldığı yeni hamlenin son halkası ‘Hâkimiyet’ (Jurassic World Dominion) bu hafta itibariyle vizyonda. 2018 tarihli, ‘Yıkılmış Krallık’ isimli ikinci adımın devamı niteliğindeki yapım, Kosta Rika’ya bağlı Nublar Adası’ndaki tema parkının yok edilmesinden dört yıl sonra başlıyor. Artık dinozorlar dünyanın her yerinde insanlarla birlikte yaşamaktadır. Bu yeni dengenin nereye evrileceği tartışma konusuyken dev çekirgelerin istila ettiği tarlalar, olası bir gıda krizinin habercisidir. Gelişmelerin nereden kaynaklandığını araştırmak da ilk serinin temel karakterlerinden Ellie Sattler ve Alan Grant’a düşer. Öte yandan dinozorları yeniden aramıza katan John Hammond’ın ortağı Benjamin Lockwood’un, Owen Grady ve Claire Dearing’in himayesindeki torunu Maisie’nin kaçırılmasıyla başlayan süreçte bütün ana karakterlerin yolu İtalya’daki Dolomit Dağları’nda inşa edilen gizli bir tesiste birleşir. Burası Biosyn adlı biyoteknoloji şirketinin ana merkezidir ve başında Lewis Dodgston bulunmaktadır. Kahramanlarımız çok geçmeden burada ‘bilimsel araştırmalar’ adı altında insanlığın geleceğine ilişkin felaketler üretildiğinin farkına varacaklardır.
‘Jurassic World’ serisinin ilk filmini yöneten Colin Trevorrow’un imzasını taşıyan, senaryosu da yönetmenle birlikte Emily Carmichael tarafından kaleme alınan ‘Hâkimiyet’ bence son üçlemenin en zayıf halkası olmuş. Zorlama bir öyküye sahip görünen yapım, modern bilimkurgu aksiyonlarındaki klişelerle dolu. Genlerle birlikte gezegenin de doğasıyla oynayan zengin kötü adam, ona engel olmak için çabalayan kahramanlar; ‘Bourne’, ‘Görevimiz Tehlike’ ya da ‘Hızlı ve Öfkeli’ serilerinden ödünç alınmış gibi görünen dinozorlu kaçma-kovalama sahneleri, dünyanın çeşitli yerlerine (Amerika’dan Malta’ya, oradan İtalya’ya) uzanan bir serüven... ‘Hâkimiyet’in özel yanıysa ‘Jurassic Park’la
‘Jurassic World’ serilerinde yer alan ana karakterleri bir araya getirmesi. Bir tür resmi geçit gibi yani.
Öyküden öte efektler...
Öte yandan filmin onca aksiyonunun yanı sıra arka perdedeki mesajları ‘Ekoloji çok önemli, çılgın projelerle gezegenin dengesini bozmamak lazım’ şeklinde özetlenebilir. Ama bu seri, dinozorları tarihsel uykularından kaldırıp zaten dengeleri bozmuş. Filmin konu hakkındaki çözüm önerisi de naif bir fikre dayanıyor: Hep birlikte uyumlu yaşanabilir! Laura Dern, Sam Neill ve Jeff Goldblum gibi serinin eski yüzlerinin tekrar sahalara döndüğü, Malta’daki aksiyon sahnelerinin nispeten iyi durduğu, mutasyona uğramış dev çekirgelerin etkili kareleri, Dilophosaurus, Giganotosaurus, Therizinosaurus, Quetzalcoatlus, Pyroraptor, Lystrosaurus gibi dinozor türlerinin boy gösterdiği, Blue adlı Raptor’la yavrusu Beta’nın evcil hayvanları andırdığı ‘Hâkimiyet’, serinin diğer filmleri gibi öyküsünden ziyade efektleriyle dikkat çekiyor. Gelecek ne getirecek bilinmez ama yaratıcı ekibin bu kurdeleyi uzatmak için zorlandığı belli. Kim bilir, genetik mühendisliğindeki kimi buluşlar, yeni filmler için ilham olabilir, bekleyip görelim.
Zihni uçuk çocuklar…
Kocası James bir üst kata çıkar ve aşağı düşerken de kendisiyle göz göze gelir. Bu bir intihar mıdır yoksa kaza mı; kaybın yanında böylesi bir muammayı da yanında taşıyan genç kadın, bir anlamda huzur bulmak için iki haftalığına Londra’daki hayatını bırakıp Hertfordshire’a bağlı Cotson adlı köydeki kır evini kiralar. Bahçedeki ağaçtan bir elmayı koparıp yemesiyle başlayan bu serüvende karşısına tuhaf erkek profilleri çıkar ve yaşadığı kâbus daha da büyür.
‘Ex Machina’ ve ‘Annihilation’ gibi yönettiği filmlerin yanı sıra ‘Kumsal’, ‘28 Gün Sonra’, ‘Günışığı’, ‘Beni Asla Bırakma’ gibi yapımlardan da yazar kimliğiyle tanıdığımız Alex Garland, genel olarak eserlerinde ‘cennet’ metaforunu öne çıkarıyor. Onun karakterleri ruhlarındaki acıları dindirmek için gittikleri yerde problemlerinden kurtulmuyor, aksine çok daha zor denklemlerin içinde boğuşuyorlar... Son filmi ‘Adamlar’da (Men) da Harper, bir anlamda ‘Yasak meyve’yi, yani elmayı yiyerek günaha adım atıyor. Gittiği köydeki manasızlıklarsa evi kiralayan Geoffrey’yle başlıyor, sonrasında önce metruk bir yapıda gördüğü ve bahçesinde sökün eden çıplak adam, pek de tekin görünmeyen rahip, Marilyn Monroe maskeli çocuk, pub’daki öfkeli müşteri, polis memuru derken parçalar birleşiyor ve ortaya büyük bir felaket çıkıyor.
Eşinin kaybı sonrası yaşadığı vicdani travmayı atlatmak için huzuru taşrada arayan ama burada daha büyük bir kâbusun içine dahil olan bir kadın... Alex Garland imzalı ‘Adamlar’, ‘toksik erkeklik halleri’ne ilişkin bir ‘korku filmi’.
Top Gun: MaverIck (Beş üzerinden Üç yıldız)
Yönetmen: Joseph Kosinski
Oyuncular: Tom Cruise,
Jennifer Connelly, Miles Teller,
Glen Powell, Monica Barbaro, Jon Hamm, Ed Harris, Val Kilmer, Lewis Pullman, Jay Ellis, Jean Louisa Kelly, Manny Jacinto
Çin-ABD ortak yapımı
Temmuzda 60 yaşına girecek olmasına karşın ‘aksiyon yıldızı’ kimliğinde ısrar eden Tom Cruise, bu hafta eski göz ağrılarından biriyle huzurlarımıza geliyor. Pandemi sebebiyle gösterimi bu yıla sarkan söz konusu proje, bizleri 1986 yapımı ‘Top Gun’dan hatırladığımız Pete ‘Maverick’ Mitchell’la bir kez daha buluşturuyor. Geçmişin ‘asi’ pilotu,
Oregon’ın yalıtılmış doğasında, en yakın dost bellediği domuzla yaşayan bir adam…
Saçı sakalı birbirine karışmış, münzevi bir görüntüsü var.
Bir kadının yasını tutuyor ve acısı onu toplumdan uzaklaştırmış. Öte yandan Rob(in) Feld isimli bu şahsı, mesafeli durduğu kent yaşamına bağlayan bir iş ilişkisi var: Amir isimli karakter, kahramanımızın yaşadığı izole bölgeye lüks spor arabasıyla geliyor ve onun ‘yetenekli’ domuzu sayesinde topladığı trüf mantarlarını satın alıyor.
Rob’un böylesine sakin görünen hayatı domuzunun çalınmasıyla bozuluyor. Bu hırsızlık vakası onun hem gelir kaynağının yok edilmesi hem de en yakın dostunun kaybolması anlamına geliyor. Meseleyi halletmek üzere Amir’le birlikte Portland’a gidiyor ve domuzu aramaya başlıyorlar.
Michael Sarnoski, senaryosunu Vanessa Block’la birlikte kaleme aldığı ilk uzun metrajlı filmi ‘Domuz’da (Pig), ayrıksı bir karakterin geride bıraktığı geçmişiyle yüzleşmesini anlatıyor. Rob’un çok sevdiği hayvanının çalınması sebebiyle bir tür intikam hissiyle hareket ediyor gibi görünmesi, akıllara ‘John Wick’i getiriyor. Hatırlanacağı gibi Keanu Reeves’in dördüncüsünü beklediğimiz serisinin çıkış noktası, eski bir tetikçinin köpeğinin öldürmesinin intikamını alma çabasıydı. ‘Domuz’un başlangıcına da benzer bir arayış hâkim. Öykü Portland’a, yani büyük kente taşındığındaysa aksiyon sahneleri devreye giriyor. Fakat etraf kan gölüne çevrilmiyor. Aksine ortada ezilmiş, dışlanmış, tutunamayan bir karakter var. Nitekim Amir’le çıktığı bu arama çabasında Rob’un gerçek kimliğini de deşifre ediyoruz. O, yaklaşık 15 yıl önce terk ettiği eski hayatında, şehrin saygı duyulan mutfak şeflerinden biriymiş. Lakin sanatın yerini bir anlamda fabrikasyona, gösterişe, şatafata bıraktığı; kabuk değiştirmiş sektörü kabul etmeyerek yürüyüşünü tek başına sürdürmeye başlamış. Domuzu arama sürecinde seyirci olarak Rob’un
ne kadar önemli, değerli ve yetenekli bir şef olduğuna dair, altı kalınca çizilmiş sahneler izliyoruz.
Sevgili ya da eş; upuzun patikalar, zorlu dönemeçler, yüksek tepeler hep birlikte aşılmış ve ‘müştereklik hali’nin üstesinden gelinmiş. Aralık 2012’de vizyona giren Michael Haneke’nin ‘Aşk’ına (Amour) ilişkin de benzer şeyleri yazmıştım; gün gelir hayatın kuralları içinde yaşanması gereken kaçınılmaz son kapımızı çalar. Avusturyalı yönetmenin Cannes’da Altın Palmiye’ye uzanan yapıtı, 80 yaşlarındaki müzik öğretmeni burjuva bir çiftin son günlerine odaklanıyor ve yaşlılığın kahredici koridorlarında dolaşıyordu.
Böylesi denklemde yer alacak ihtimallerden biri olan ve bir tür ‘erken veda’ anlamını taşıyan demans meselesiyse bu kez ‘Vortex’te karşımıza geliyor. Gaspar Noé son filminde bir yandan Haneke’nin ‘Aşk’ının izlerini takip ediyor, öte yandan da kendince özgün bir yapıta imza atıyor. Arjantin kökenli yönetmenin çalışmasında yine Paris’te yaşayan yaşlı bir çift var. Film bize onların adlarını bahşetmiyor ama çok geçmeden nasıl insanlar olduklarını anlıyoruz. Sakin, şehrin kaosunu içine katmayan dairelerinin sevimli balkonunda, rengârenk çiçeklerin çevrelediği bir ortamda şaraplarını yudumlarken tanıdığımız bu iki insanın sonrasında gündelik rutinlerine dahil oluyoruz. Erkek sinema üzerine yazıp çiziyor ve son olarak filmlerle rüyalar arasındaki bilinçaltı ve bilinçüstü ilişkilere göz atan ‘Psyche’ adlı kitabını kaleme almak için uğraş veriyor. Kadınsa bir psikiyatr ve demans sorunlarıyla meşgul. Erkek sadece eseriyle değil, karısının yeni problemleriyle (bir dükkânda kaybolmak, ocağı kapatmayı unutmak, ilaçları harmanlamak vs.) de uğraşıyor. Çiftin 40 yaşlarındaki oğlu Stéphane ise anne-babasının yaşadıklarını yeni fark etmiş durumda.
O da karısından ayrılmış, ‘yaramaz’ oğlu Kiki’yle uğraşan, tedavi sürecindeki bir uyuşturucu bağımlısı. Filmin bir yerindeki ifadesi durumunu açıklıyor: “Kendime bile yardım edemiyorum.”
Yönetmenin en iyi filmi
Doktor Strange (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Çoklu Evren Çılgınlığında
Yönetmen: Sam Raimi
Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Elizabeth Olsen, Chiwetel Ejiofor, Benedict Wong, Xochitl Gomez, Rachel McAdams, Michael Stuhlbarg, Patrick Stewart, Bruce Campbell, Shelia Atim
ABD yapımı
İlk tek başına koşusuna 2016 tarihli (ve de Scott Derrickson imzalı) yapımla tanık olduğumuz, Marvel’ın tıpkı ‘Morbius’ gibi ‘tıp’ kökenli kahramanlarından Stephen Strange’in, namı diğer ‘Doktor Strange’in ikinci adımı ‘Çoklu Evren Çılgınlığında’ (Doctor Strange in the Multiverse of Madness) huzurlarımızda. Bu kez kamera arkasına Sam Raimi’nin geçtiği yeni hamleye esas itibariyle ‘rüyalar’ damga vuruyor. Şöyle ki film Strange’in, kocaman gözleri olan ahtapotumsu bir yaratığın (The Guardian eleştirmeni Peter Bradshaw, Pixar’ın ‘Monsters, Inc.’indeki karaktere benzetmiş kendisini) elinden tanımadığı bir kızı kurtarmaya çalışmasıyla başlıyor. Çok geçmeden bütün bunların bir rüya (daha doğrusu kâbus) olduğunu anlıyoruz. Peşisıra gerçek hayattaki bir ‘kâbus’la karşı karşıya geliyor kahramanımız; sevdiği kadın Dr. Christine Palmer artık başka biriyle evlenmektedir. Eski aşkından ayaküstü “Sen her şeyi kontrol etmek istiyorsun, sana saygı duyuyorum ama seni bu halinle sevmem zordu” açıklamasını dinlemesinin ardından hareketlenen sokağa odaklanıyor ve ‘kâbusunda’ gördüğü yaratığa benzer bir canavarla uğraşırken yine rüyasında kurtarmaya çalıştığı kızı bu kez gerçekten kurtarması gerektiğini anlıyor. Çok geçmeden mesele anlaşılıyor; çoklu evrende (vizesiz ve de pasaportsuz!) dolaşma yeteneğine sahip America Chavez adlı bu kızın yeteneklerine göz diken biri vardır ve o kişi de Wanda Maximoff’tur.
Kiev, yıl 2013... 15 yaşındaki Olga, Ukrayna Jimnastik Milli Takımı’yla birlikte şampiyonalara hazırlanıyor. En büyük derdi ise kendisiyle değil, mesleğiyle ilgilenen gazeteci annesi. Ana-kız, antrenman sonrası eve dönerken mevcut durumları hakkında konuşmaya başlıyorlar. Tam bu sırada arabalarına başka bir araç çarpıyor. Bir şekilde kurtulmayı başarıyorlar. Anne Ilona, hükümetin yolsuzluklarına ilişkin haberler yapan bir basın emekçisi olduğundan sürekli tehdit altında yaşıyor. Kızının güvenliğinden korktuğu için de Olga’yı vefat eden babasının memleketine, İsviçre’ye yolluyor. Genç kız, yeni arkadaşlar, kendini ifade etmekte zorlandığı bir dil, farklı bir spor ortamı ve kültürel doku derken zorlu bir sürece giriyor. Artık yeni bir milli takım için de ter dökmeye başlıyor. Üstüne üstlük, ülkesi Ukrayna’da başlayan muhalif gösteriler, hükümetin baskıcı tutumu ve vatandaşlara gösterilen polis şiddeti gibi durumlar onu psikolojik olarak etkiliyor.
Olga
Yönetmen: Elie Grappe
Oyuncular: Anastasia Budiashkina, Sabrina Rubtsova, Caterina Barloggio, Théa Brogli, Jérôme Martin,
Tanya Mikhina, Alicia Onomor,
Lou Steffen, Aleksandr Mavrits,